23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 HAZİRAN 2018, CUMARTESİ SAYFA 5 FalımızdaDünyanın her dilinde anlatılan hikâyeleri en iyi dinleyenlerdendi ayrılık çıktı ELİF KEY Anthony Bourdain. Ne acayip bir son çekti kendine. Tıpkı seyrederken beş dakika mı, bir dakika mı kaldığını kestiremediğimiz programları gibi, kestirip attı ve gitti. Jenerikle beraber akacak son şarkıyı da bırakarak gitti. Belki de son anlarında hani o Hong Kong bölümünde çalan Rising Sun Blues’u bir daha, bir daha, bir daha dinlemiş ve kendini son yolculuğuna ikna etmiş gibi. Kadın da şarkının bir yerinde “Yarışın sonuna geldim” diyor, belki de bu hayatta asla öğrenmeye yeltenmeyeceğimiz Çincenin Kanton lehçesiyle. Yine bir tek Anthony Bourdain anlıyor o kadının ne dediğini. Tıpkı dünyanın dört bir köşesine gidip de dilini bilmediği insanların arasına karışıp, uzun masalarda oturup, eğer başka bir dilde konuşuluyorsa, gülerek dönüp “Ne dediğinizi bilmiyorum ama size katılıyorum” dediği anlar gibi. Hayatının virajını aldı Aşçı, yazar, yemek programcısı ne derseniz deyin, o hepsiydi, anlatmak için önce dinlemek gerekir ya, Bourdain dünyanın her dilinde anlatılan hikâyeleri en iyi dinleyenlerinden, en iyi anlatanlarından biriydi. Nasıl ki yazdığı kitaplar yemek kitabından çok daha fazlasıysa, programları da yemek programlarından çok daha fazlasıydı. Dizlerine beyaz, kolalanmış peçeteler koymak yerine bacaklarını kırıp, sırtını yaslayamayacağı taburelerin tepesinde insanların hikâyesini dinlemek için önünde sadece buz gibi bir bira olması yetiyordu. Bulaşıkçılıktan başlamış, aşçılığa kadar yükselmiş, defalarca kovulmuş, defalarca belaya bulaşmıştı. O jilet gibi gömleğiyle havalı havalı dolaşan adamın yürüdüğü yol kolay bir yol olmadı. 44 yaşındayken beş parasızdı, uyuşturucu bağımlısıydı. Belli ki yemeğin altını yakmasına çok az kalmıştı. Hayatının virajını aldı. Herkes gibi aslında o da karpuz peynir kadar bir basitliğin peşindeydi. Anlatacak hikâyeleri olduğuna önce onun ikna olması gerekiyordu! Onun sesini duyan herkes yeni bir şeyler duyacağını, hayatta tanışamayacağı insanların hikâyesine şahit olacağını biliyordu. Dünyaları yedi, dünyaları içti, dünyayı gezdi. Bunları yaparken gömleği kırıştı, ayaklarının altı simsiyah oldu, yağmurlarda kaldı, fırtınalara yakalandı. Pasaportundaki damgaların altında binlerce göçmenin, binlerce insanın, geçtiği sokakların izleri vardı. Gittiği hiçbir yerin rakımına takılmadı, yüksekmiş alçakmış bakmadı, iki dakika kafasını dinlemek için köşe bucak saklanacak yer aramadı, kendini en kalabalık caddelerin, asker uğurlamasına benzeyen gürültülerin, kalabalıkların ortasına attı. Bir yeri tanımak, bir şehrin canını en çok neyin sıktığını öğrenmek için illa ki sokakta bir şeyler yemesi gerektiğini biliyordu. Yanında gezdiği insanlara, onların tercihlerine güvenmesi yetti. Her gittiği yere göz kamaştırıcı bir cehaletle gittiğini itiraf etmekten hiç kaçmadı. İşin fenası cehaletimizi içimizde en güzel tarif eden gitti. Uyduruk hikâye kokusu “Gidebildiğiniz kadar gidin. Ya okyanusları aşın ya da bir nehri geçin. Ama gidin. Başka birinin hayatını öğrenin ya da hiç olmazsa onun yediği yemeklerden yiyin” diyordu. İştahla dinliyor, iştahla yiyordu. Uyuşturucu bağımlılığını, o dipten, o karanlıktan nasıl çıktığını anlatması istendiğinde “Belki kibirli gelebilir ama aynada kendime baktığım za man daha çok anlatacağım hikâye olduğuna inandım ve öyle çıktım” diyordu. Uyduruk hikâyelerin, işe yaramaz insanların kokusunu çok iyi aldığını, bunlarla kaybedecek vaktinin olmadığını, daha çok çalışması gerektiğini söylüyordu. Halbuki ona kalsa bütün gün yatakta yatıp, çizgi film seyredecek bir insandı ama acayip bir durum işte, iki yıldır “Beni fırtınalardan koruyor” dediği bir kadına âşıktı, bir kızı vardı, daha çok gezecekti, dönüp dönüp belki Hanoi’ye gidecek, İran’da lavaşın içine kebabı saracak, yine kendisini Yunan adasına attıktan sonra Yunan tanrıları hakkında atıp tutacak, Sichuan’da kırmızı biberlerin arasında tavuk parçalarını arayacaktı. İspanya’da tuttuğu evin bahçesinde mangalı yakıp misafirlerini bekleyecekti. Vazgeçti. Her şeyden. Alsace’da son akşam yemeğine inmedi. Ertesi gün kahvaltıya da gitmedi. “Hayatta en çok hırpalamaktan hoşlandığım insan Eric Ripert, çok yakın arkadaşım. Ona ne yaparsam yapayım hakkımda en ufak kötü bir söz söylemez” dediği arkadaşını seçmişti yol arkadaşı olarak. Ne akşam yemeğine indi, ne kahvaltıya. “Ölmeden önce son yemeğimi tek başıma yerim” demişti bir röportajında, belki de öyle yaptı. Epey bencilce ama arkadaşı Ripert’in onun hatırına bu acıya da katlanacağını hesap etmişti belki de. Son biralar ona kalktı Şimdi cenazesinin geleceği şehrin sokaklarındaki, duraklarındaki ilanlarda “Eğer depresyonla baş edemiyorsanız, bize bir ‘Merhaba’ mesajınız yeterli, size yardım edelim” yazıyor. Eskiden sahibi olduğu Brasserie Les Halles’in önü ise yüzlerce ‘Hoşça kal’ mesajı, çiçekler ve hayatta belki de en çok sevdiği şey olan bira şişeleriyle dolu. Hani “Hangi bira daha iyidir” diye sorulduğunda da biranın markasına değil de soğuk olup olmadığına baktığını anlatıyordu ya: “Bara oturursun, hangi bira soğuksa onu içersin, birayı değil hayatı analiz edeceksin, hayatından memnun musun değil misin, pişmanlıkların var mı diye düşüneceksin!” Besbelli hayranları barlardan çıkıp gelmişler, her bira şişesinin içinde ayrı bir mektup, son biralar Bourdain’e kalktı, biralar değil hayatlar analiz edildi büyük ihtimalle. Son mektuplar da hep ona yazılmış, kimi daktiloyla, kimi titrek el yazısıyla. Mektuplardan birinde, “Sevgili Tony, aslında ben veganım ve tanışsaydık muhtemelen benden hiç hoşlanmayacaktın ama ben seni çok seviyordum” yazıyor, bir diğerinde “Sayende aşçı oldum, sayende New York’a taşındım, bana verdiğin hayat için teşekkür ederim”. Bir başkasında “Sayende eroinden kurtuldum, umarım yolculuğun güzeldir, umarım orada görüşürüz” yazıyor. Mektupların kimi Arapça, kimi Fransızca, kimi Çince. Dibinde Çin Mahallesi’nden alınmış erzakla dolu bir torba. Biri İtalyan sucuğu bırakmış, bir başkası o çok sevdiği Popeye hamburgerinden getirmiş, eriyen bir dondurma kabının yanında dünyanın en güzel çiçeği gibi duran taze bir sarmısak. Hani sarmısakla arası iyi olmayanları fırçalamıştı ya: ‘Taze sarmısağı soyamayacak kadar tembelseniz sarmısak yemeyi hak etmiyorsunuz” diye! Bu kez nereye, nasıl gittiği bilinmese de yolculuğunun nevalesi hazır, öylece duruyor işte. Birden Brasserie Les Halles’ın kapıları açılıyor. İçerden İspanyolca konuşan üç beş adam çıkıyor. Ağızlarında maskelerle. Bourdain’in restoranının içindeki mutfak sökülüyormuş. “Boşaltıyoruz artık” diyor işçilerin başında duran adam. Biri “Bu ne acele” diye küfrediyor, öteki “Burası kiraya mı verilecek” diye soruyor. Sökülen mutfaktan etrafa saçılan toz bulutunun içinde kalıyoruz. Anthony Bourdain’in külleri New York’a yağıyor. Anthony Bourdain, İstanbul’a gelip Abbasağa Parkı’nda kurulan sofraya oturmuştu. (Esra Yalçınalp arşivinden) Dünyaları yedi, dünyaları içti, dünyayı gezdi. “Ve sonunda vazgeçti. Her şeyden... New York; aşçı, yazar, yemek programcısı Anthony Bourdain eski lokantasının önüne bırakılan yüzlerce ‘Hoşça kal’ mesajı, çiçekler, envai çeşit yemek ve hayatta belki de en çok sevdiği şey olan bira şişeleriyle veda ediyor. Fotoğraf: CNN.com ‘Azınlıkların haklarını savunuyordu’ n Vedat Milor (Yemek yazarı) Anthony Bourdain’in Mutfak Sırları kitabını okudum, çok da beğenmiştim. Onda en çok dikkatimi çeken, liberal olmasıydı. Azınlıkların haklarını savunuyordu. Gerek Meksikalı kaçak işçilerin, gerek Çinli işçilerin haklarını savunması özellikle Trump zamanında çok önemliydi. Gittiği birçok ülkede de totaliter rejimlere karşı konuşmaktan çekinmeyen bir insandı. Bu özelliği bence çok saygıdeğer. Belli ki karizmatik, duygusal, inişleri ve çıkışları olan bir insandı. Yılın büyük bölümünü yolda ve çekimlerde geçiriyordu. Muhakkak ki çok yıpratıcı ve yalnızlaştırıcı bir süreç. Durmak yok, devamlı koşacaksın kapitalist sistemde. Durduğun an düşüyorsun. n Civan Er (Aşçı/ Yeni Lokanta) Frene basmadan yazdığı mutfak hikâyeleriyle ünlendi Bourdain. Aspiratöre süzülen yağ tabakasının ızgara başında bekleyen aşçının saçını kalıba döndürdüğü, leş gibi haşlanmış karides kokan mutfakları düşününce heyecan vericiydi yazdıkları. Genç bir aşçı yamağının rüyalarına girecek kadar uyuşturucu ve seks vardı her yerde. Elindeki listenin bizim bile bilemeyeceğimiz merdiven altı mekânlarla dolu olduğunu düşünüp birkaç dakikalık muhabbete benim de bu işlerle uğraştığımı sıkıştıramamıştım yıllar önce Mısır Çarşısı’nda karşılaştığımızda. Güzel atan, attığının süslemesini yaparken sonraki adımını tasarlayan bir arkadaşıma benzetiyorum onu. İkisi de cesaretlendirdi birilerini... Biri beni, diğeri binleri. n Şemsa Denizsel (Aşçı) Bourdain’in yazdığı kitap mitolojik bir ürün. Aşçı olmanın efsanesini yazdı. Sayamayacağım kadar çok insan o kitabı okuyup, aşçı olmak istedi. Uyuşturucu, şu bu bir kenara, o ‘hardcore’ çalışma bizi biz yapar. Daima o servis çıkar, o yemek çıkar. Bu işin özrü yoktur. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle