Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 6 19 MAYIS 2018, CUMARTESİ Dilleri var bizim dile benzemez Mahİr Ünsal Erİş Dillerle ilgilenmeyi, onlardan bahsetmeyi çocukluğundan beri çok sevmiş biri olarak dille başlamamı hoşgörmenizi dilerim. Efendim; dil, genel olarak, anlaşılma çabasını içeren kod dizilerinin oluşturduğu bütünlere verilen bir addır. Yani bir dil, her şeyden önce anlaşılmayı umar. Ya da şöyle diyeyim, birtakım işaretler, ancak karşısında anlayan bulunduğunda veya anlaşıldığında dilden söz etmek mümkün olabilir. Peki, ya dil dediğimiz şey nereden gelir? Doğuştan mı? Eğer öyleyse neden tüm insanlar aynı dili konuşmuyor? Bu sorunun cevabı hem evet hem de hayır. Çünkü dil dediğimiz şeye olan fiziksel yatkınlığımız doğuştan geliyor. Chomsky’ye göre insan, bir “dil edinme aygıtı” ile doğuyor. Bu aygıt bir dili konuşabilmeyi mümkün kılan zihinsel donanımdan, ses telleri, dil, geniz ve damak gibi tüm fiziksel donanıma kadar bu sürece katılan her şeyi kapsıyor. Papua Yeni Gine’de 850 dil konuşuluyor O halde neden aynı dili konuşmuyoruz? Aslında konuşuyoruz. Hepimiz, doğduğumuzda, tüm dünya dillerindeki bütün sesleri çıkarabilecek durumda oluyoruz. Yani Chomsky’nin bahsettiği “dil edinme aygıtı” evrensel ve herkeste aynı şekilde çalışıyor. İşte bu noktada da işin içine kültür giriyor. İlk tanıştığımız, kendimizi ifade etmeyi ve söyleneni anlamayı başarabildiğimiz o dile anadili diyoruz. Bu adlandırma dili annemizden (ya da daha genişleterek ifade etmek gerekirse aileden) öğrendiğimize dair ipucu da içeriyor. Dolayısıyla evrensel aygıtımız, annemizin, ailemizin ve yakın çevremizin kültürel varlığının bir parçası olan dille biçimleniyor. O nedenle herkes aynı dil kapasitesiyle doğduğu halde aynı dili konuşmuyor. Dünyada çok dil var. Çok derken 7000 küsur dilden bahsediyorum. Daha şaşırtıcı olan bilgi ise bu dillerin yüzde 15’lik kısmının sadece Papua Yeni Gine’de konuşuluyor olması. Evet, gerçekten de Papua Yeni Gine’de yaklaşık 850 kadar dil konuşuluyor. Yüzölçümü bakımından ülkemizin yarısı kadar bir alana sahip olan ülkenin toplam nüfusunun İstanbul’un üçte biri kadar olduğunu da eklemek isterim. Bu dillerin bir kısmı birbiriyle sorunsuz anlaşabilen diller. Bazı diller bu açıdan oldukça şanslıdır. Örneğin İspanyolca bilen birinin Portekizce bir metni, Flamanca bilen birinin Almanca olanını anlaması son derece mümkündür. Oysa, Farasça ve Tacikçe, grameri, kelime dağarcığı ve telaffuzu bakımından birbirine ikiz kardeş denecek kadar çok benziyor olduğu halde bu dillerden birini bilenin öbüründe yazılmış bir metni okuması çok kolay değildir. Çünkü Farsça, Arap; Tacikçe ise Sovyet döneminden yadigâr Kiril alfabesini kullanır. Umudun dili Esperanto Bizim konuştuğumuz dil ise aynı ölçüde şanslı sayılmaz. Asya’nın içlerinden çok önce geldiği için, geride bıraktığı akrabalarıyla anlaşması oldukça güçtür. Üstelik, geldiği bu coğrafyada kendisi için çok yabancı ailelere mensup diller konuşulduğundan buradaki dil dünyasının da epey dışında kalarak yalnızlaşmıştır demek, sanırım yanlış olmaz. Yine de enseyi karartmamak gerek elbette. Türkçe konuşan birinin sorunsuzca anlayabildiği diller, kolaydan zora doğru şöyle sıralanabilir: Gagavuzca, Azerbaycanca, Türkmence (IrakSuriye), Kırımtatarca, Uygurca, Türkmence (Türkmenistan), Özbekçe. Dilin asıl derdi anlaşılmaktır dedim ama anlaşılmaya bu kadar meraklı olan insanın bu kadar çok sayıda dil geliştirmesi ve hepsinin anlaşamayacak kadar birbirinden uzaklaşmasını nasıl açıklayacağız? Bu açıklamanın peşine düşmek yerine daha kalıcı çözümler üretmeyi öneren insanlar olmuş tarihte. Hâlâ da oluyor. İşte bu insan ve/ veya insan gruplarının tüm insanlığın iletişimini sağlayabilmek amacıyla oturup masa başında tasarladığı dillere Yapay Diller diyoruz. Bunların en bilineni Esperanto’dur. Dilin adı da yine bu dilin kendisinde “umut” anlamını taşır. O kadar kolay bir dildir ki gerçekten de bütün insanlığın anlaşabileceği umudunu düşürür insanın aklına. Bütün isimler o ile, bütün sıfatlar a ile biter. Şahıslara göre fiil çekimi değişmez. Erildişil ayrımı yoktur. Üç temel zaman vardır. Kelime dağarcığı ise dünyanın en popüler dillerinden (İspanyolca, İngilizce, Almanca, Rusça, Fransızca vs.) alındığından öğrenmesi de epey kolaydır. Umudu diri tutmak adına bir bakmanızı öneririm. Canan’ın Arter’deki sergisi de burada, British Council koleksiyonu da Ekranınızı açın sergiye gidiyoruz EMRE ERBİRER Bazı deneyimler içinde bulunduğumuz zamana ve mekâna aittir ve bu aidiyet bizi o deneyimin bir parçası hâline getirir. Bazı deneyimler ise zamandan ve mekândan bağımsız olarak elde edilir, bu sayede de farklı sonuçlara yol açar. Tarihi 17. yüzyıla dayanan sergi deneyimi ise, 19. yüzyıldan itibaren aldığı form ve 21. yüzyılın teknolojik imkânları ziyaretçilere yeni alanlar açarken, katılımcı yaklaşım ve kültürün demokratikleşmesi gibi kavramları da beraberinde getiriyor. Duvarsız müzeler Dünyadaki birçok kültür kurumu, müze ve bienal, düzenledikleri sergileri teknoloji ile birleştirme çabası içinde. QR kodlardan mobil uygulamalara, sanal gerçeklikten yapay zekâya birçok teknoloji görsel sanatlar alanında hızlı bir şekilde kendine yer buldu. Türkiye’de de bu konu bir trend olarak devam ediyor. Teknolojinin sergi deneyiminin bir parçası haline gelmesinin ötesinde bir de sergi deneyimini doğrudan teknoloji ile oluşturan kurumlar var. British Council’ın geçen yıl hayata geçirdiği “Duvarları Olmayan Müze” programı, bu noktada deneyim açısından önemli bir fırsat sunuyor. Program kapsamında 2017 yılının mart ayında açılan ve Elif Kamışlı’nın küratörlüğünü üstlendiği “Geçen Gece Bir Rüya Gördüm” ile bu yılın ocak ayında açılan ve Ulya Soley’in küratörlüğünü üstlendiği “Tanışıyor muyuz?”, British Council’in görsel sanatlar koleksiyonundan seçilen eserleri, dijital ortamdaki ziyaretçilere sunuyor. “Geçen Gece Bir Rüya Gördüm” sergisi için özel olarak projelendirilen ve Pompaa tarafından tasarlanan dijital platform gerçek bir sergi salonu deneyimi sunarken, “Tanışıyor muyuz?” sergisi için hazırlanan dijital platform ise ziyaretçilerin fiziksel mekândan bağımsız bir deneyim yaşamasına olanak sağlıyor. Dijital alanda Türkiye’den çıkan bir başka sergi deneyimi ise görsel sanatlar, mimarlık ve mühendislik alanlarında üretim yapan bir kolektif olan Oddviz tarafından hazırlandı. Dijital görüntüleme teknikleri kullanarak 3 boyutlu fotogrametrik belgeleme yapan Oddviz, ele aldıkları tüm eser ve formların farklı dijital formatlarda kaydedilerek gelecek nesillere aktarılması için çalışıyor. Erdal İnci, Çağrı Taşkın ve Serkan Kaptan tarafından kurulan kolektifin hem fiziksel hem dijital birçok işi ve sergisi bulunuyor. Oddviz, geçen aylarda, 12 Eylül 2017 – 18 Şubat 2018 tarihleri arasında Arter’de Nazlı Gürlek küratörlüğünde gerçekleşen “CANAN: Kaf Dağı’nın Ardında” sergi sini de dijital ortama aktardı. Oddviz ekibi, serginin açılışından itibaren her hafta düzenli olarak sergideki işlerin ve serginin fotoğraflarını çekti, bu çekimleri, fotoğraflar ve işler arasındaki mekânsal bağları gözeterek birleştirdi. İki boyutlu yapıtların yanı sıra, mekânı kullanan büyük ölçekli yerleştirmelerin de yer aldığı sergi, böylelikle bir haritacı titizliğiyle belgelenmiş oldu. Sonsuza kadar yaşayacak Oddviz’in, serginin üç boyutlu modelini oluştururken başvurduğu “fotogrametri” tekniği, bir nesnenin farklı noktalardan çekilmiş yüzlerce fotoğrafının mekânsal koordinatlar ekseninde birleştirilmesine dayanıyor. Oddviz’in bir diğer dikkat çeken işi de Bostancı’da kentsel dönüşüm nedeniyle yıkılacak bir binanın içinde gerçekleştirdikleri “Canavar” adlı iş. Yine fotogrametri tekniği kullanılarak hazırlanan iş, Canavar’ın terk edilmiş ve yıkılacak bir binanın içine yaptığı duvar resimlerinin bina yıkıldıktan sonra dijital ortamda yaşamasına olanak veriyor. Oddviz’in hazırladığı dijital platform ile yıkılacak binada yer alan bir dairenin odaları içinde gezinebilir ve Canavar tarafından yapılan duvar resimlerini görebilirsiniz. En önemli yanı normalde “sergi” olarak nitelendirilmeyecek, bina yıkıldıktan sonra kaybolacak ve ulaşılması imkânsız olan bir işin Oddviz sayesinde dijital ortamda hep yaşayacak olması. Oddviz’in “Canavar”ı. Bir sergiyi gezmek için açık olduğu gün ve saatleri kovalamanıza ya da aynı şehirde yaşamanıza gerek yok. Bilgisayarınızı açın, adresi girin ve dolaşın. İstanbul Modern geçici binasına Anthony Cragg sergisiyle taşınıyor Özgür heykeller “Her duygunun hormonlar ve sinirler tarafından yönetilen somut bir karşılığı var” diyen Cragg’in insan doğasına bakışı bu felsefeyi taşıyor. LEYLA ERTAN Galataport inşaatı nedeniyle Karaköy antrepola rındaki binasını boşaltan İstanbul Modern, Tepebaşı’ndaki geçici binasına taşındı. Açılış, 23 Mayıs’ta Antony Cragg sergisiyle yapılacak. Cragg sergisini anlatmadan önce bu geçici binayı anmakta fayda var. Meşrutiyet Caddesi’ndeki Union Française binası, 1896 tarihinde Alexandre Vallaury tarafından inşa edilmiş. İstanbul Erkek Lisesi binası, Pera Palas, Büyükada Rum Yetimhanesi ve Arkeoloji Müzesi’nde de imzası olan mimarın bu yapısı 19. Yüzyılda İstanbul’da yaşayan Fransızlar için bir lokal işlevini taşıyormuş. Yıllar içinde farklı amaçlarla kullanılan bina müzeye o kadar yakışıyor ki, keşke İstanbul Modern Karaköy’e geri taşındıktan sonra da burayı kullanmaya devam etse diye düşünmeden edemiyorum. Gelelim bu mekândaki ilk sergiye... Heykel sanatının yaşayan en önemli isimlerinden kabul edilen Anthony Cragg; taş, cam, bronz gibi farklı malzemelerle çalışıyor ve heykeli oluştururken malzemenin onu yönlendirdiğini, her malzemenin kendi duygusunu içinde taşıdığını söylüyor. Bu malzemelerin içine bazen bir ev eşyası bazen de rengârenk bir oyuncak giriyor. Sıkıcılığı aşan heykeller Cragg malzemenin ‘işlev dışı’ kullanılmasını önemsiyor, heykeli “sıkıcı ve tekrar eden formlar”ın dışına çıkmasıyla savunuyor. Cragg’in İstanbul Modern’deki sergisinin başlığı İnsan Doğası. Bir söyleşisinde “Her duygunun hormonlar ve sinirler tarafından yönetilen somut bir karşılığı var” diyen Cragg’in insan doğasına bakışı da bu felsefeyi taşıyor. Heykelleri özgürlüğün ve yaratıcılığın rüzgârını taşıyor. Ona göre heykel; yeni alanlar yaratıyor, yeni formlar, fikirler, duygular ve özgürlük yaratıyor. Cragg’in önerisi net: Daha iyi bir yaşam mı istiyorsunuz? O zaman sanata yer açın. C MY B