05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

N. CAN KANTARCI’DAN ‘TEPEMİZDEKİ GÖLGE’ İçimizden bir bilimkurgu! Tepemizdeki Gölge, kendisiyle içten içe pek kıvanan, yazarlıkla kafayı bozmuş, farklı olduğunu zanneden Mehmet Kunduracı’nın, “mükemmel” bir kadınla tanışması ve kendini yavaş yavaş baba mesleği ayakkabıcılığı yaparken bulmasının hikâyesi. Tepemizdeki Gölge; Haruki Murakami, Philip Roth, Italo Svevo ve Kurt Vonnegut’un gölgeleri üzerine düşen, tuhaf, mizahi ve içimizden bir gündelik yaşam bilimkurgusu. GAMZE AKDEMİR [email protected] n Bilimkurguyu türler arası bir düzlemde geniş topraklarda ele alan bir kitap Tepemizdeki Gölge. Bilimkurguda tercih ettiğiniz yaklaşımı anlatır mısınız? Tepemizdeki Gölge çağıyla, memleketiyle iç içe nasıl bir bireysel ve yerel bilimkurgu örneği? Türkiye gibi genel olarak sistemsizliğin sistem olduğu bir yerde, bilimkurgusal bir gerçeklikle birebir karşı karşıya kalan bir yazar olma sevdalısının tepkisini, bu gerçeklik tarafından nasıl yönlendirilebileceğini ve nihayetinde bunun nasıl kişiselden çıkıp geneli ilgilendiren bir meseleye dönüşebileceğini ele almak istedim. Dolayısıyla, bilimkurgunun içindeki “bilimi” daha kişisel bir karşılaşma anı olarak ele alırken, “kurgu”yu ise kapsamlı bir düzenek olarak oluşturmaya çalıştım. Sonucunda da tam da içinde bulunduğumuz çağın bir yandan büyük teknolojik gelişmelere tanık olmamızı sağlarken bir yandan da daha fazlasını hayal etmemize olanak tanıyan doğasından faydalanabilir hale geldim. Ancak burada işin kendine has “cereyanını” yaratan, bir sistemsizlikler silsilesi olan ülkemizin ortamı oldu. YAZMA HIRSI, İHTİRASI, TUTKUSU! n Günümüz Türkiyesi’nde, İstanbul Eskişehir hattında geçen romanda, metne hâkim memleket havası en çok hangi sekanslarda esiyor denilebilir? İki ana kahramandan Mehmet Kunduracı’nın gözü sürekli yükseklerde olmasına rağmen aslında bunun için bir sistem, bir disiplin oturtmaya kalkmayan, emeline yönelik pek de mesafe katedemeyen karakterinin kendini ifşa ettiği yerler. Ayakkabı işini kurarken Japonya’dan gelen teknik ekiple yaşanan “japonişi” durumlar ve Sude’nin geçmişte yaşadığını iddia ettiği anısı. Mehmet ve Sude’nin yardımcılarından Ekrem’in ortaya çıkışı, geçmişi. Varlık ve Zaman’ın iddia edilen gizli amaçlarından birinin kapsamlı bir hâkimiyete yönelik olması ve bunun birtakım Osmanlı öğeleri üzerinden yapılmaya çalışılacak olması. Metindeki argo kullanımı ve bu argo kullanımına seksist tonların hâkim olması. n Kunduracı, yazar olmaya çalışan, düş dünyası yetkin fakat aslında sıra dışı olana gerçek hayatta çok da yakın bir karakter değil. Bilimkurgunun doğası ve canlandığı koşullar düşünüldüğünde ülkemiz de değil. Mehmet Metin Kunduracı’nın, göbek adından da anlaşılacağı üzere sıra dışı, “metinsel,” yani bir anlamda kurgusal olana uzak olmayışı çok yerinde bir tespit. Mehmet, mutluluğunu yazar olmayı başarmaya kilitlemiş biri. Baba mesleğine burun kıvırmış, daha sonra hasbelkader Sude’nin itelemesiyle ucundan tutuyor ama yine de burun kıvırmaya devam ettiğini anlıyoruz. İçinde bulunduğu, ona sunulan gerçeklikten memnun değil. Belki kurguya bu kadar yönelmesinde bunun da payı var. Ama Mehmet’in farkında olmadığı durum şu: Yazmayı başaramamasının ya da anlamlı kurgular ortaya koyamamasının nedeninin, kendine anlatabildiği tutarlı bir hikâyesi olmamasında yattığını görmüyor. Arada derede kalmış, bir yandan çeviri yaparak geçinme düşüncesi, arta kalan zamanlarda yazabilirim hissi; bir yandan da hiç bunları yapmak zorunda kalmadan, sadece yazarak geçen bir hayata sahip olma hırsı, ihtirası, arzusu. Mehmet tam bu çırpıntılar içinde boğuşurken Sude’nin karşısına çıkması da her şeye tuz biber ekiyor elbette. Zira Sude, ne istediğini tam olarak bilen, kendine ve dünyasına sunduğu hikâyesi neredeyse kusursuz derecede tutarlı olan biri. Mehmet’le “eşleşirken” aslında bu pek karşılıklı bir durum olmuyor. VONNEGUT, ADAMS, ROTH, ISHIGURO… n Mehmet’in özellikle doktoruyla konuşurken yerel hani arabeskpop bir dille dobra dille saydırma halleri romanda mizahın başını uzattığı temel anlar... Mizahın bilimkurguyla temasına ilişkin neler söylersiniz? Hatta önemsediğiniz önemli yapıtlar üzerinden de örnekler misiniz? Vereceğim kaçınılmaz örnek elbette Kurt Vonnegut. Cehenneme gülerek bakabilen bir mizah onunkisi. Özellikle Mezbaha 5, Kedi Beşiği ve Şampiyonların Kahvaltısı’nda. Mizahın bir şekilde sunulan gerçeklik ile o gerçekliği deneyimleyen ve onu olduğu gibi kabul etmeyi reddeden özne arasındaki bakış açısı cereyanından kaynaklandığını farz edersek, Vonnegut’un tartışılmaz usta olduğunu söylemek gerekir. Bilimkurgunun ciddiyete mahkum bir tür olmadığını hatırlatan diğer isim ise elbette Douglas Adams ve Otostopçunun Galaksi Rehberi. Bu iki isimden doğal olarak etkilendim. Ancak Mehmet’in dilinde kemiği andıran en ufak bir yapı bulunmamasının temel esini, bir bilimkurgu yapıtından çok daha gerçekçi edebiyattan: Philip Roth’un Portnoy’un Feryadı’ndan. Portnoy’un o hiçbir şeyi umursamadan başına gelenleri anlatır hali ve etrafı nasıl da sakat bir bakış açısıyla deneyimlemesinin kademe kademe ortaya çıkması beni çok etkiledi. Son olarak, işin mizah kısmıyla doğrudan bağlantılı olmasa da Mehmet’in bilimkurgu ortamında vuku bulan güvenilmez anlatıcılığında Kazuo Ishiguro’dan, özellikle Beni Asla Bırakma’dan üslup olarak değilse de (o iş kolay değil), yaklaşım olarak oldukça faydalandım. TÜRLER ARASI HALAY! n Roman ritmi, çeviri ritmi, çizgi roman ritmi, sinema ritmi... Tepemizdeki Gölge’de pek çok açı özgün aksak ritimli, türler arası bir halay gibi... Çok teşekkür ederim. Yazarken “özellikle temel alayım” diye yola çıkmış olmasam da şu anda çevirisiyle uğraştığım Mary Shelley’nin Frankenstein’ı ile pek çok ortak nokta barındırıyor Tepemizdeki Gölge. Frankenstein bir yandan teknolojik gelişmelerin hem hayatları hem de tahayyülleri zorladığı bir dönemde ortaya çıkmış, insanın yaratma serüveninin nasıl farklı noktalara gidebileceği üzerine eşsiz bir anlatı. Bir yandan da Mary Shelley’nin bir yazar olarak kendini doğurma sürecinin de farklı bir tezahürle metne dökülmüş hali. Tepemizdeki Gölge’nin bu söylediklerimle benzer Frankenstein’lıkları olsa da bir Frankenstein’lığı da, Yaratık ya da Varlık’ın fizyonomisine dair aslında. Tıpkı farklı canlıların uzuvlardan oluşan o dev beden gibi, Tepemizdeki Gölge de farklı türlere kasıtlı olarak kesik kesik yer veren, bunun bir aradalığını da kurduğu terapi seansları formatıyla yapmaya kalkışan bir metin. Ritimler ya da türler arasındaki geçişi de bu şekilde yapıyor, yapabiliyorsa. Ve elbette Mehmet Kunduracı’nın yazar olmaya kalkışma hallerine, başından geçenlere ayna tutarak yapmaya kalkışıyor. Mehmet bir yandan yazamıyorken, bu yazamama hali sırasında Sude’nin kurgusuna dahil olmasıyla başından geçenleri anlatırken aslında içinden bir yazarın çıkmaya çalıştığını görüyoruz. Mehmet’in başından geçenleri karşısındakini sıkmadan, yer yer dolambaçlı olsa da akıcılıktan ödün vermeden anlatabildiğine defalarca tanık oluyoruz metin boyunca. Aslında orada bir yazar var, görüyoruz, hissediyoruz. Bir yandan Mehmet Metin içinden çıkan bu farklı yazar tezahürleriyle başa çıkmaya, bu tezahürleri anlamlı bir bütün halinde bize sunmaya çalışırken de sizin tabirinizle bu türler arası halay çıkıyor ortaya ve halaybaşı da ister istemez Mehmet oluyor. n Tepemizdeki Gölge / N. Can Kantarcı / Alfa Yayıncılık / 696 s. / 2020. 4 8 Ekim 2020
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle