Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ahmet Cemal’in yazılarını derlediği kitabı “Önce Şairleri Yaktılar” ‘Ülkemizde ve hele başımızda böyle bir iktidar varken...’ Ahmet Cemal’in denemelerinden oluşan “Önce Şairleri Yaktılar”, Türkiye’nin yakın tarihinde yaşananlara dair düşünce yazılarını barındırıyor. Gezi Direnişi’nden sansüre, iktidarın yapıp etmelerinden, kirli siyasetin kültürel hayatımıza etkilerine kadar. Ahmet Cemal’le bugünün Türkiyesi’nde ve edebiyat ortamında başımıza gelenleri konuştuk. r Sibel ORAL olanları hâlâ dimdik ayakta saymanın yol açtığı yanılsamalar… Bütün bunlar, beraberinde bir kara mizah atmosferi de getirebiliyor. “SANSÜRE ELVERİŞLİ ZEMİN...” Önce Şairleri Yaktılar; kitaba adını veren yazı... Sadece yazınız bağlamında değil ama Madımak katliamı yıllarında doğan çocuklar büyüdü, çocuk olanların çocuğu oldu belki. Peki, geriye ne kaldı sizce toplumun hafızasında ve vicdanında? Acı kaldı, pişmanlık duyguları kaldı, “keşke olmasaydı”lar kaldı – ama hesaplaşma diye bir şey kalmadı. Toplumumuzda hep olduğu gibi. Daha doğrusu, hep olmadığı gibi. Bilirsiniz, çoğu kez bize bir şeylerin unutturulduğundan yakınırız. Ben biraz farklı düşünüyorum. Daha doğrusu ben, fazlaca unutmaya yatkın oluşumuzdan yakınmaktayım… Şöyle bir geriye baktığınızda Türkiye’nin sanatta en ağır sansür yılları olarak hangi dönemin altını çizersiniz? Yakın kültür tarihimize ilişkin bilgilerimiz son derece zayıf olduğu için, sanatta ve edebiyatta en ağır sansür dönemini de yanlış tarihlerden başlatıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde, daha kesin bir deyişle 19231938 yılları arasında yetişen gerçek aydınların neredeyse tümü, 19381950 yılları arasında ezilmiş, korkutulmuş, susturulmuş ve etkisiz hale getirilmişti. Özellikle 1946’dan başlayarak basın üzerindeki sansür görülmemiş boyutlara varmıştı. Bu arada Türk solu üzerindeki baskının mimarisi, o yıllardaki tek parti iktidarı ve bu iktidarın başındaki “Milli Şef” İsmet İnönü tarafından oluşturuldu. Bu gerçek, hiç kuşkusuz ne Demokrat Parti dönemini, ne daha sonrasını ne de bugünkü AKP iktidarını bağışlatır. Ama ben, şunu ısrarla vurgulamakta tarihsel yarar görüyorum: 1950’den sonra iktidara gelenler, genel olarak kültürümüze sansür uygulamak istediklerinde, 19381950 yılları arasındaki tek parti iktidarınca hazırlanmış bir “sansüre elverişli zemin” buldular… “BEN BAĞIŞLASAM, NE DEĞİŞECEK?” “Yetmez Ama Evet”çiler İçin Ağıt başlıklı yazınızda “Sizleri herhangi bir zaman bağışlayabileceğimi hiç sanmıyorum,” diyorsunuz. Özellikle Gezi Direnişi ve 17 Aralık Operasyonu’ndan sonra zamanında “Yetmez Ama Evet” diyenler hayal kırıklığına uğradıklarını ve hatta iktidar tarafından “Yakın kültür tarihimize ilişkin bilgilerimiz son derece zayıf kandırıldıklarını düşündükleri olduğu için, sanatta ve edebiyatta en ağır sansür dönemini ni itiraf etti. Mesela Adalet Ağa de yanlış tarihlerden başlatıyoruz.” 2 0 1 4 ergilius’un Ölümü yalnızca ve yalnızca bana aitti, onu hep kendim için çevirdim, kendim için yaşadım, o, hep bana ait oldu ve bu durum bugüne kadar hiç değişmedi,” diyorsunuz. Merak ettiğim şey ise şu; kitap Türkiye’de yayımlandıktan ve okura ulaştıktan sonra hiç mi yabancılık çekmediniz? Hani bazı yazarlar kitapları okura ulaştıktan sonra kendilerinden çıktığını, yabancılaştıklarını da söylerler. Sizde böyle olmadı sanırım… Hayır, hiç öyle olmadı. Aslında o romana yabancılaşmayı çok istediğim anlar oldu. Bıktığım için değil, fakat çevirinin bitmiş ve yayımlanmış olmasına rağmen etkisi üzerimde gittikçe yoğunlaştığı için. Şimdi ise artık o metnin kişiliğimden bir parça olmasına alıştım. Kırk yıllık bir beraberliğin etkisinden kolay kurtulamıyorsunuz. Zaten aslına bakarsanız, artık böyle bir kurtuluşu istiyor da değilim… Peki, Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ını çevirme ve hayatınıza dahil etme süreciniz nasıl gelişti? O ne kadar hayatınızı ve belki de şöyle söylemem daha doğru olacak; külrengi yalnızlığınızı etkiledi? Niteliksiz Adam, dünyaya bakışım bağlamında bana çok derin bir kara mizah duygusu kazandırdı. Hatta diyebilirim ki, mizahın gerçek gücünü ben ilk kez bu roman ile tanıdım. Bu tanışıklık, benim Niteliksiz Adam’dan sonraki yazı üslubumu da biçimlendirdi. Günlük hayatımda ironi, benim için sanki artık olmazsa olmaz bir güç kaynağı. Öte yandan bu romanın bir çöküş dönemini konu alması, beni ister istemez bir başka çöküşle, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ile bir karşılaştırma yapmaya da sürükledi. Elbette her iki toplum arasında derin farklar var. Ama ben burada genelde çöküş olgularının beraberinde gelen ironi atmosferlerinin karşılaştırılmasından söz ediyorum. Çöküş dönemlerine özgü gaflet uykuları, çökmüş ya da çökmekte S A Y F A 4 n 2 5 “V oğlu... Ne düşünüyorsunuz peki, pişman da olsalar bağışlamayacak mısınız onları? Önce şunu sormak isterim: Ben bağışlasam, ne değişecek? Ya da şöyle sorayım: “Yetmez Ama Evet”çilerin pişmanlıkları, itirafları neyi değiştirebildi? Hayır. Ben onları, yani o ne zaman ülkede bir aydın piyasası açılsa hemen öne atılanları hiçbir zaman bağışlamayacağım, ve Sayın Yargıtay Onursal Başsavcısı Vural Savaş’ın bir kitabının girişinde yer verdiği “Dünyada pek az toplum, Türk toplumu kadar aydınlarının ihanetine uğramıştır!” saptamasına da bütünüyle katılıyorum. İktidar tarafından kandırıldıklarını düşünüyorlarmış, öyle mi? Peki ama hani her şeyi en iyi bilenler hep onlardı? Ayrıca benim bağışlamam ya da bağışlamamam hiç önemli değil, çünkü asıl tarih, onları hiçbir zaman bağışlamayacak! ODTÜ ile ilgili yazınızı okuduğumda hissettiğim bir şey vardı: Umut. Yazılarınızda, özellikle de Gezi Direnişi ve sonrasında olan kitlesel olaylara değindiğiniz yazılarınızda hep umut var. Açık söyleyeyim yarı yaşınızdaki benden bile daha umutlu gibisiniz… Gezi Direnişi, Türk tarihinin en büyük halk ayaklanmasıydı. O yüzden o güne kadar bu ülkede direniş ve muhalefet adına ne yapıldıysa, ne biliniyor idiyse hepsini ezip geçti. En ilerici, en sol partiler bile gafil avlandılar. En kitlesel eylemlerinde bile öngöremedikleri şiddette bir şahlanış, hepsini kendi kendisiyle hesaplaşmak zorunda bıraktı. Bu arada yanlış hesaplaşmalara da tanık olduk ama bunu da doğal karşılamak gerek. Gezi Direnişi türünden halk hareketleri, toprağın hesaplanamayacak kadar derinliklerinde gerçekleşen depremler gibidir. Bu depremlerin kendilerinin ve artçılarının etkileri yıllar sürer ve ne olursa olsun, artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz. Gezi Direnişi, işte böyle bir halk hareketiydi Bazen bir rüyaymış gibi geliyor bana Gezi Direnişi… Bence rüya gibiydi ama gerçeğin ta kendisiydi! Kimi toplumsal olaylar, hayal gücümüzü çok geride bırakır. Gezi Direnişi de öyle bir toplumsal olaydı. Bence bu boyutlardaki bir toplumsal olayı hemen sonrasındaki olaylarla değerlendirmek çok yanlış olur. Evet haklısınız, sonrasındaki seçim olayları var, azalmayan şiddet olayları var. Ama sokaktaki insanın seçimlerdeki yolsuzluklar ya da şiddet olayları karşısındaki tepkisi, aynen Gezi Direnişi öncesi gibi mi? Bence kesinlikle değil, artık ‘farklı bir şeyler’ başladı ve bunlar hızla çoğalacak, yoğunlaşacak… “YANLIŞ OKUMANIN NEDENİ OKUMAYI BİLMEMEKTİR” Yazılarınızda hep “okumaktan” daha doğrusu “yanlış okumaktan” bahsediyorsunuz ya… Cumhuriyet’i, kitabı, Gezi’yi, tarihi yanlış okumak… Bu “yanlış okumak”ın en can alıcı nedeni nedir sizce? Her türlü yanlış okumanın birincil ve temel nedeni, aslında okumayı bilmemektir, yani kara cahilliktir. Okumayı bilmek, sadece harfleri ve onları sözcüklere dönüştürmesini bilmek demek değildir. Okunacak metne bakmasını bilmek değildir. Okunacak metni görmek demektir. Eski Yunancada görmek fiilinin bir karşılığı da ‘ele geçirmek’ ya da el koymaktır. Yani ancak baktığınızı ona el koyarak içselleştirebildiğinizde veya kendinizin kılabildiğinizde onu aynı zamanda görmüş olursunuz. İşte benim yanlış ya da doğru okumak derken söylemek istediğim de böyle bir şey. Doğru okumak, ancak doğru ve yeterli bilgi temelinde, böyle bir temelin rehberliği ile gerçekleşebilecek bir eylemdir… Gelelim biraz da o muammalı konuya: Edebiyata devlet desteği. Sizce devlet edebiyatı desteklemeli mi? Ülkemizde ve hele başımızda böyle bir iktidar varken, kesinlikle hayır! Peki, Seçici Kurul’un açıklanmaması hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu sorunuzu şöyle yanıtlamak istiyorum: Eğer üyeleri açıklanmayan bir Seçici Kurul tarafından herhangi bir ödüle ya da desteğe layık görülseydim, bunu yazarlık ya da çevirmenlik onuruma yöneltilmiş çok büyük bir aşağılama sayardım! Bence bu açıklanmayan Seçici Kurul tarafından desteğe layık görülen yazarlar ve eserleri de açıklanmamalı! Çünkü o zaman en azından çok tutarlı bir seçim ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirdik! n sibelo@gmail.com Önce Şairleri Yaktılar/ Ahmet Cemal/ Can Yayınları/ 280 s. K İ T A P S A Y I 1284 E Y L Ü L C U M H U R İ Y E T Fotoğraflar: Kaan SAĞANAK