19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ş S iir Atlası CEVAT ÇAPAN Stefan ZWEİG/ Şiirler Çeviren: A. Kadir Paksoy ‘Hoş bir şiir okuyayım sana dinlersen’ tefan Zweig 1881’de Viyana’da doğdu. Öğrenimini Viyana ve Berlin üniversitelerinde, felsefe bölümünde tamamladı. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. Savaş karşıtı kişiliğiyle tanındı. Savaştan sonra, Salzburg’a döndü. On beş yıl burada yaşayan yazar, Gestapo’nun, evini basıp silah araması üzerine ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Yolculuklarından birinde tanıştığı ve evlendiği, ikinci eşi Lotte Altman ile Brezilya’ya yerleşti. Avrupa’nın ve ülkesinin içine düştüğü durumdan, büyük üzüntü duymaktaydı. Hitler’in düzeninin kalıcı olacağı kanısına varıp düşkırıklığına kapıldı ve karısı Lotte ile birlikte intihar etti (1942). Dostoyevski, Zweig’in biyografilerini yazdığı yazarlar içinde şiirle anlattığı tek yazardır. Stefan Zweig BİR YİĞİTLİK ANI Dostoyevski, Petersburg, Semenovski Alanı, 22 Kasım 1849 Onu gece yarısı uykusundan uyandırıp Sürüklediler kışlanın avlusuna Kılıç şakırtıları ve buyruklar arasında. Sisler içinde heyula gölgeleri titreşiyor Arada bir Esneyen bir kuyu ağzı seçiliyor karanlıkta Karanlığı kadar derin, derinliği kadar karanlık. Çekilen bir sürgü sesi, bir kapı gıcırtısı. Birdenbire gökyüzü ve Alnına inen kırbacı dondurucu soğuğun. İtiyorlar onu, Tekerlekli bir lahit sabrı ile bekleyen arabaya, Arabada, demirle kaynaşmış gibi dokuz yoldaş daha, Yüzler solgun, ağızlar kenetli, Çünkü hepsi biliyor nereye götürüldüğünü, Ve hayatının altında dönüp duran tekerleklere bağlı olduğunu. İşte durdu gürültüden kıyameti koparan araba, Kapılar gıcırdadı, Açık duran parmaklıktan, Mahzun, uykulu, hayret dolu bakışlarla bakıyor, Karanlık bir dünya parçasına. Damları kirli, alçak evlerle çevrili Karla kaplı bir alan. Kurşuni bir bez parçası ve sis Yüce mahkemeyi süslemekte. Kilisenin altın kubbesinde kanayan tan ışıltıları. C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I Hiç konuşmadan yaklaşıyorlar, Bir teğmen hakkındaki kararı okuyor: “Barut ve kurşunla yapılan ihanetin karşılığı ölümdür.” Ölüm! Bu söz, ağır bir taş gibi, Düşüp parçalıyor sessizliğin aynasını. Bir ezgi duyuluyor, mezara seslenir gibi, Yankılanıp düşüyor. O, düşte gibi, Ama duyumsuyor olup biteni, Ve biliyor ölüm anının gelip çattığını. Birisi yaklaşıyor ve tek söz etmeden Beyaz ölüm gömleğini sırtına geçiriyor. Son bir söz, Sessizce inleyen sıcak bir bakış, Yoldaşları selamlıyor; Ve rahibin uyarısıyla, Çarmıha gerilmiş İsa Mesih’i öpüyor. Sonra hepsini, üçer üçer kazıklara bağlıyorlar. İşte, gözlerini bağlayacak olan Kazak, Aceleyle ona doğru geliyor, Ve o, bu gördüklerinin Sonsuz körlükten önceki son görüntü olduğunu biliyor ve Tutkuyla bakıyor Uzaktan gökyüzünün ona doğru tuttuğu bir lokmacık dünyaya. Kilise sanki son kutsal lokmaya hazırlanıyor, Tan kızıllığı içinde alev alev. O, bir an mutlulukla, Ölümden sonraki ilahi hayata uzanır gibi, Kiliseye uzanıyor… Sonsuz bir geceyle sarılı bakışları. Ama şu anda, nasılsa, Damarlarında akan kan daha deli, 1266 Bu kandan fışkıran yaşam daha renkli. O, bu anla, bu ölüm anı ile birlikte, Bütün bir geçmişin, yitirilen geçmişin, Çağıltısını duyuyor. Yine canlanıyor bütün bir ömür, Dile geliyor göğsünde uçuşan kuşlarla. Söylenilenleri anlamaktan henüz uzak, Ama damarlarında akan kan yine kızışıyor. Türkü söylemeye başlıyor usulca, Ve ölüm, Canı çekilmiş eklemlerden gönülsüzce uzaklaşıyor. Henüz karanlığa bakan gözleri Ölümsüz ışığın selamını alıyor. Gardiyan, Bağlarını çözüyor hiç konuşmadan. Ve bir çift el, Zonklayan şakaklarındaki beyaz sargıyı, Dalları kırılmış bir ağaç kabuğu gibi soyuyor. Bakışları, Sendeleyerek çıkıyor mezardan, Halsiz, önünü seçemiyor gözleri. Yine dönebilmek için donmuş belleğine, El yordamı ile yokluyor çevreyi. Perde perde açılan tan aydınlığında Yine hep aynı parıltılarla Kutsal bir yangın havası içinde yükselen Kilise kubbesi ilişiyor gözlerine. Ve kızıl tan çiçekleri, Müminlerin duaları gibi sarmakta kiliseyi. Yukarıyı, Sevinçle kızarmakta olan bulutları gösteriyor, Kilisenin ışıldayan alemi. Orada, kilisenin üzerinde, Solgun, uzak ve hüzünlü çocukluğu, Anası, babası, erkek kardeşi, karısı, Üç lokmacık dostluk, iki kadehçik sevinç, Bir ün düşü, bir utanç demeti, Biçimden biçime giren bir yığın, sert çizgilerle kayıyor, Kazığa bağlandığı ana kadar; Damarlarında koşuşan yitik gençliği, Ve tüm benliğini son kez derinden duyuyor. Sonra içine, İçine kapkara bir yurtsamanın gölgeleri çöküyor. Ve o anda, Birinin gelmekte olduğunu duyumsuyor kendine doğru, Karanlık ve suskun adımlar gittikçe yaklaşmakta, Ve gittikçe yavaşlamakta elini bastırdığı kalbinin atışları, Ve çarpmıyor artık kalbi, Artık her şey bitti bitecek, Karşıda, sıraya giriyor pırıl pırıl üniformalı Kazaklar, Tüfeklerin kayışları uçuşuyor havada, Mekanizmalar şakırdıyor. Trampet sesleri parçalıyor düşleri, Ve saniye, bin yıl oluyor. Ansızın bir haykırma: Dur! İlerliyor subay, elinde ak bir kâğıtla. Sabırsızlıkla bekleyen sükun, Çınlayan yalın bir sesle yırtılıyor: “Esirgeyen ve bağışlayan Çar hazretlerinin kutsal arzusu” Hükmü bozdu ve hafifletti. Çağıldayan bir ışık seliyle Tanrı evi ağıyor göğe. Ve sis bulutları, Yeryüzünün tüm karanlığını yüklenmiş gibi, Yükselirken kutsal sabaha Dura dağıla, Ezgiler duyuluyor derinliklerden, Bin sesli bir koronun seslendirdiği. Ve o, 22 Bütün insani acıların içinden bir coşkunluğa, Bütün acılığı ile nasıl döküldüğünü, İlk defa duyumsuyor, Ve duyuyor, Küçüklerin, güçsüzlerin, boş yere kendilerini feda eden kadınların sesini. Arzuları ile alay eden körpe kızları, Kindarları, Ve dudaklarında hiçbir gülümseme belirmeyen yalnızları. Ve duyuyor, Hıçkıran çocukların yakarılarını, Kandırılmış güçsüzlerin feryadını, Kıyılmışları, bitkinleri, hor görülenleri, Bütün mazlumları, varlıkları yadsınanları. Duyuyor, bütün bu seslerin Yalnız, bir tek ve eşsiz bir uyumla göğe yükseldiğini. Ve o, Tanrı’ya yalnızca acıyla ulaşılabileceğini ve ondan başka ne varsa, Ağır hayatı, Görüyor kurşun gibi bir mutlulukla yeryüzüne bağladığını. Ama, yukarıdaki ışık, Bu insani acıyla, Bu büyük koronun seslendirdiği ezgilerle, Sonsuzlaşıyor. O, yükselteceğini biliyor Tanrı’nın bunları. Çünkü onun göklerinde iyilik ve bağışlama ezgileri dalgalanır. Yoksulları sorgulamaz Tanrı. Ve sonsuz bir bağışlama, Tanrı’nın tüm mekânlarını ölümsüz bir ışıkla aydınlatır. Kıyamet atlıları… Ve ölüm anında bütün bir ömrü yeniden yaşayanlar için, Acı, sevinç; mutluluk ise ıstırap olacak. İşte alev gibi bir melek, Süzülüyor yeryüzüne doğru. Ve ürperen yüreğine, Istırabın çocuğu kutsal sevginin ışığını döküyor. Ve o, Düşercesine dize geliyor. Bir anda, bütün varlığı ile duyumsuyor, Sonsuz acılar içindeki evreni. Vücudu titremeye başlıyor, Ak köpükler sızıyor dişlerinin arasından, Çizgileri değişiyor yüzünün Çırpınışlar içinde. Ama, mutlu gözyaşları, Ölüm gömleğini ıslatmakta. Ve ancak acı dudaklarına dokunduğundan beri ölümün, Kalbinin de yaşamın tadına vardığını duyumsamakta. Ruhu, Eziyete ve işkenceye meyillidir. Çünkü o, artık anlamıştır hayatın acılarını, Sevmesi gerektiğini; Bu bir tek saniyedeki insanın, Bin yıl önce çarmıha gerilenden başkası olmadığını, Ve tıpkı onun gibi tadalı beri, Ölümün yakıcı dudaklarını. Kazaklar, Çözüyorlar onu bağlı olduğu kazıktan, Yüzü solgun ve sönük. Hoyratça itiyorlar ötekiler arasına, Bakışları, Öyle başka, bambaşka, Öyle kapanık ki içine, Ve titreyen dudaklarında Karamazov’ların sapsarı kahkahası sallanmakta… n 2014 n S A Y F A 15 M A Y I S
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle