Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
yanı sıra sıradanlaşan kötülük, lince dönüşmeye eğilimli hınç da bazı şeyleri açımlayabilir. Ben ise çıldırma raddesindeki roman kahramanı aracılığıyla biraz muğlak da olsa bazı tespitlerle o zarları soymaya çalışmış olabilirim. Böyle dedim çünkü asıl mesele okurun örtüyü, çeperi aralaması, soyduğu zarın altındaki gerçeği meşrebince görmeye çalışması... Roman kişileri “soğukkanlı”, hatta mümkünse hiç konuşmayacaklar. Kaslarını, kulunçlarını açan ise ense takiplerindeki yazar. Samatya da öyle bir yerdir: İçinde yaşayan insanlar gibi mat durgun, solgun semttir. Ne zaman Kocamustafapaşa’yı terk edip Samatya sahiline ulaşan Milli Müdafaa Caddesi’nden sahile doğru yürüsem, daha ilk adımlarda Kocamustafapaşa meydanındaki curcunanın yerini solukdonuk bir sessizlik aldığını fark eder, her defasında şaşırır ve oralara çok yakışacağı için mi bilmiyorum hüzünlenirim. Bu suskunluk Samatya meydanındaki meyhanelerebalıkçılara ulaşana kadar sürer. Romanın kahramanı yazar ise, semtlerine çok benzeyen o insanları, roman kişileri olarak hayal edip kurarken, bu sessizliği tabii ki yedeğine almış; onları açmak, anlamak için çeşitli yöntemlere başvurmuş olabilir. “SİYAH BEYAZ DONUKLUĞU RENKLENDİRMEYE ÇALIŞTIM” Renklerle, gölgelerle, tonlarla, “pembemsilik”le, kül beyazıyla, güzel veya kesif kokularla, çiçeklerle, resimlerle, iklimlerle, yer ve gökle nasıl buluyor ifadesini romandaki yazar? Ve olayların siyah beyaz aktığı ve biçemi de kara romana meyleden “Madam Samatya”yı canlıları cansızlarıyla hangi renklere nasıl/ neden boyuyor ve boyamıyor İbrahim Yıldırım? Bu soruya sanırım hayal ve hakikat arasındaki sınır konusuna dönerek yanıt vermem doğru olur. Romanı yazmaya başladığımda, daha ilk satırlarda çok eskiden, beş altı yaş çocukluğumdan, yani 1955’ten kalma bir anı gelip belleğimi zorlamaya başlamıştı... Şöyle bir şeydi. Anneannemle Nişantaşı’ndan tramvaya biniyor, Sirkeci’ye geliyor, oradan trenle Samatya’ya ulaşıyor, daracık bir sokakta tahta merdivenleri gıcırdayan bir eve giriyoruz. Denize mi, mor ışıkla aydınlatılmış Meryem ve çocuk İsa resmine mi, yoksa duvardaki göl kenarında su içen geyikli halıya mı, biblo sandığım şeylere mi bakayım, kararsızım. Bu arada odayı saran sabun ve günlük kokusu başımı döndürüyor. Az sonra çay içilip gelirken bir fırına uğrayıp aldığımız gevrekler yağlı halkalar yenecek... Namaz vakti geldiğinde ise yaşlı Ermeni hanım, dolaptan şala benzer örtü çıkaracak, anneannem namaza durduğunda onun fazla yememem için uyardığı karanfilli akide şekerlerinden ikisini avucumun içine bırakıverecek... Anı ya da düş bu kadardı, ama kokular, sesler sekip duruyor, belleğim 1950’lerden 70’lere atlıyor ve kendimi roman kahramanı yazarın geveze dediği meydanda, izbe bir koltuk meyhanesinde görüyor; sonra da o zamanlar leş gibi kokan istasyonun altındaki geçitten sahile doğru yürüyorum ya da merdivenleri çıkıp Yedikule’ye gidiyorum... Bu görüntülerin zamanı sanki hep akşam ve sanki hep sonbahardı. Siren çığlıkları, silah sesleri ise o yıllarınya da romanın fon müziği olacaktı... İşte otuz yıllık tanıklığın yanı sıra, hayal mi, gerçek mi olduğunu benim bile karar veremediğim bu görüntülerleseslerle yol aldım: Roman boyunca kimi zaman morumsu pembeliklerle o siyah beyaz donukluğu C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I renklendirmeye çalıştım, kimi zaman semte ve insanlara yakışacak kokuların peşine düştüm. Kimi zaman da soğuk bir karanlığı yeğledim. “OYUN TAHTASINA BENZER BİR BİÇİM OLUŞTURDUM” İçselinde dibe vurmuş, vurmak üzere, kimi mazlum kimi Allah’ın cezası insanlar, şöyle bir yüze vurup, nefes alıp, kısacık bir süre de olsa oh çekebiliyor yapıtlarınızda. Kabuk baki ama içi kıpır kıpır hani… Bir yerde, bir konumda çok fazla tutmuyorsunuz ara öyküleri de. Sürekli hareket halindeler, ölü bile olsalar! Polisiyesinde mini öykücüklerle bezediği tali yolları anayolla, izlekle nasıl kavuşturur İbrahim Yıldırım? Neyi muğlak bırakmayı neyi açık etmeyi tercih eder? Olağanüstü, ama bir o kadar da çok zor bir soru. Doyurucu bir yanıt verebilir miyim, doğrusu bilmiyorum. Aslında bu işi eleştirmenler yapmalı. Ancak bir yıl içinde beş yüze yakın roman yayımlanan bir ortamda onlardan böyle bir şey beklemek haksızlık olur. Kısacası eleştirmenleri, edebiyat yazarlarının biçemini, tekniğini incelemeye vakit ayıracaklarını hiç sanmıyorum. Dolayısıyla söyleyeceklerim, okurlara yönelik olacaktır. Şöyle ki: Benim için polisiye yazmak bir amaç değil. Dahası polisiyenin giderek şablona dönüşen kurgu alışkanlıklarından oldukça sıkıldığımdan, eleştirel bir etki yaratmaya çalışıp Oyun Tahtası’na benzer bir biçim oluşturdum. Belki yanlış olacak ama yine de söyleyeyim: Madam Samatya, iki ayrı defterden oluşuyor. Bu defterlerde ise ikişerden sekiz bölüm var. Yani okura bir satranç tahtasına dizilmiş on altısı beyaz, on altısı siyah taş verdim, istedikleri gibi hareket edebilsinler, kendi oyunlarını kursunlar diye. Mini öykücükler ve teknik konusunda ise yalnızca bir örnek vermekle yetineceğim: Romanda Marksist olduğu için delirdiğine hükmedilen bütün şok tedavilerine maruz kalan, lobotomi yapılarak hayattan ve düşüncelerinde uzaklaştırılan, sefalet içinde ölen Frances Farmer’dan da söz ediyor; bu minicik öyküyü anlattıktan sonra okurlardan Kurt Cobain’in onun için yazdığı şarkıyı dinlemelerini istiyorum. İşte bu interaktiflik bağlamında tekniğim hakkında bir ipucudur. Romanda İbrahim Yıldırım olarak var olduğum son iki sayfa; oradaki not ve hemen ardından yapılan iki alıntı da okurların işine yarayabilir. Muğlaklık ise, büyük olasılıkla hem interaktif bir metin yazmak istememden, böylece bazı boşlukları, düğümleri çözmeyi okura bırakmamdan kaynaklanmış olmalı. Öte yandan açık etmediğim, toplum bilimcilere bırakmayı yeğlediğim, ama belleğimde oynaşan bazı meseleler, sorular da vardı. Bunları, yanıtlarını eksik gedik de olsa bilmeme karşın haddimi aşmamak için kurcalamadım. Örneğin Muşlular ve Mardin Derikliler İstanbul’a geldiklerinde niye Samatya’ya yerleşiyorlar? Kırk yıldır, yazları Kınalıada’ya giderim. Orada babadan kalma küçük bir evim ve Samatya’daki sonbahar hüznünden epey uzak yaz neşesi yaşayan Ermeni komşularım var. Bu neşenin kaynağı yalnızca adanın sere serpe bir sayfiye yeri olması mıdır, doğrusu kesin bir şey söyleyemem. Ama şurası kesin, sorularıma doğru yanıtlar bulduğumda ve ülkemdeki muğlaklıklar hiç olmazsa azaldığında yeni bir Samatya romanı yazacağım. n gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Madam Samatya… ve Diğer Şüpheliler/ İbrahim Yıldırım/ Doğan Kitap/ 344 s. 1242 5 A R A L I K 2 0 1 3 n S A Y F A 5