25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

İbrahim Yıldırım’dan “Madam Samatya... ve Diğer Şüpheliler” ‘Bu, iki tarafın birlikte işlediği uzun bir cinayet’ 1970’li yıllar, Samatya’daki Sobacıyan Palas’ta bir yıl arayla gerçekleşen üç şüpheli ölüm. İlk olarak 1971’de giriş kattaki dükkânda, sahaf Zihni Sönmezışık ölü bulunuyor. İkinci olayın tarihi ise 1972. Bodrum katında kimliği saptanamayan genç bir adam ev sahibi karanlık kadınlardan biri tarafından asılı bulunuyor. İntiharcinayet ikileminde haberleştirilmiş 1973’teki üçüncü ölüm olayında ise adı C.A (32) diye verilen şüpheli ölüden daha çok onun yaşadığı katta bulunan kavanozdaki fetüs konu ediliyor. Bebeğin içinde yüzdüğü morumsu pembe ışıkla aydınlatılmış kavanozdan yola çıkılarak yorumlarda bulunuluyor. Ve yıl 2011. Ana kişi, ölümlerin üstünü örten kalın sır perdesini tecrit edildiği mekânda hatırlayıp yazarak aralamaya çalışan, 2007’de akıl sağlığını yitirdiği düşünülen, cinayete tam teşebbüsten mahkum bir yazar. Samatya ona göre belalı, acı çektiren ama haz da veren, loş, suskun bir karmaşa. İbrahim Yıldırım’la yeni romanı “Madam Samatya …ve Diğer Şüpheliler”i konuştuk. r Gamze AKDEMİR vucumun içi gibi bilirim Samatya’yı. Annem uzun yıllar orada öğretmendi, tıpkı Samatya gibi kozalı, özgün, tarihi komşu semt Kocamustafapaşa’da büyüdüm. Siz de uzun yıllardır oralısınız. Aynı semtten biri olarak romanınız için Samatya’yı seçmenizin nedenini çok iyi anlamakla birlikte okurlar adına yine de sormak isterim. Otuz yılı aşkın oralarda yaşıyorum, Kocamustafapaşa ve Samatya çevresini iyi biliyorum. Evlendiğimde önce Fındıkzade’de küçük bir dairede başladı bu serüven, ardından Küçükhamam ile Kocamustafapaşa meydanı arasındaki daha büyük bir yere taşındık. İki çocuğum da orada doğdu. Hâlâ o evdeyiz, dolayısıyla yıllardır o çevrede soluk alıyor, soluk veriyorum. Eczacısını da börekçisini de paskalya zamanlarında çörek siparişi almak için camlarına duyuru yapıştıran Kastamonulu pastacıları da tanırım. Selamlaştığım, söyleştiğim Ermeni dostlarım vardır. 80’lerin ortalarında ansızın kayıplara karışan, dükkânının duvarlarını ikonika fotoğraflarıyla süsleyen Süryani kebapçıyı hiç unutur muyum! Biliyor musunuz, oraların insanları, sokakları, aralıkları, çıkmazları bana aşinadır, ama ne yaptığımı bilmezler, büyük olasılıkla bilmeyecekler de... Altmış yaşımı aştım, yaşamımın yarısı Nişantaşı’nda, yarısı bu semtlerde geçti. Dolayısıyla tartışmak istediğim konuları Samatya bağlamında ele alabilirim diye düşündüm. Öte yandan, çocukluğumdan ve gençliğimden kalan hayal mi, gerçek mi, anı mı, düş mü ne olduğunu kestiremediğim bazı görüntüler de beni tetikledi. Kısacası, öncelikle otuz yıllık bir biriktirmenin, sonra da belleğime sızan görüntülerin sonucudur “Madam Samatya”. Otuz yıldır hüznü de suskunluğu gibi sokakları, hayatı hemen hiç değişmeyen, ama nüfusu, yoksul ve sessiz Muşlular ve S A Y F A 4 n 5 A R A L I K niyetle, her iki tarafın da son kez akıtacağı matem gözyaşlarıyla asıl yerine dönmeyi, defnedilmeyi bekliyor. Adı “Sevgi” olan o bebek, zehirli bir sıvı olan formalin dolu bir beherglas kavanoz içinde saklanıyor. Müdahale edilmezse ve gerekli saklama işlemleri yapıldığında sonsuza değin uygulanabilecek bir tahnit yöntemi bu. Kısacası bu metafor, sorunun ya da anlayışsızlığın sevgisizliğin nedeni olarak okunabileceği gibi; her iki tarafın birlikte işlediği uzun bir cinayet olarak da tanımlanabilir. “YAZARIN ZAMİRİ BÖLÜNÜYOR” Delilik ile dellenmek (intikam ateşiyle) arasında ve ayırdında, ne idüğü belli belirsiz bir eşikte debelenmekte, içi çığlık çığlık bir yazarı, yazar deliliğini okuyoruz. Nasıl bir evrende kısılı/ kıstırılı bu cinayetten içeri tıkılmış yazar? “Hayal (ya da rüya) ile hakikati arasındaki sınır” nasıl sel olup akıp gitmiş? Roman kahramanı hal ve gidişi oldukça problemli olan bir yazar. Onun böyle olması konusunda tabii ki ipuçları var. Sorunlarını çözemeyen toplum ve o toplumun kaçınılmaz olarak etkilediği aile düzeni bağlamında sıkıntıları olan bir kişi o! Tüm bunları aşabilmek için girişebileceği tek eylem, ya da sığınacağı tek şey yazmak. Ancak o konuda da problemler var: Kimse onu gerçek bir yazar olarak görmediğinden; sığınağı ya da tek amacı olan yazı yolcuğu, içinde kaybolduğu bir labirente dönüşüyor; zamiri yani içyüzü parçalanıyor, bölünüyor. Böylece kendi ürettiği bir sürü zamirin ya da roman kahramanının arasında yitiyor ve hakikati ile hayalleri arasındaki sınır siliniyor. Yazabilseydi, yazdıkları kabul görseydi, tahnit edilmiş bebek sorununu çözemese bile anlamış olacak, anlattığı bütün zamirleri, ya da roman kahramanlarını öldürmeye kalkışmayacaktı. Bu arada şu açıklamayı yapmakta fayda var; zamir Arapça bir sözcük; vicdan, gönülde saklanan sır anlamında da kullanılıyor, zahir ya da zevahirin karşıtı. Peki, söz konusu üç kuşkulu ölüm vakasıyla bir yola çıkan bu yazarın diğer roman kişileriyle iletişimi? Yaşama, kendisine, olaylara tanı koyarken nasıl hareket ediyor? Kuşku, mazi, gerçek, hayal, diyet ödeme, en çok hangi duygularla yoldaş? İçyüzüylevicdanıyla hesaplaşamayan toplumlar ve kişiler, hayatlarını zevahiri kurtarmak üzerine kurarlar. Kendileriyle bile gerçek anlamda iletişim kurmayı rahatlarının kaçmaması için pek istemezler. Roman kahramanı da olan yazarın hem kuşkulu ölümlerin tanıklarıyla hem de ürettiği roman kişileriyle iletişimi; gelgiti, kendi içyüzünüvicdanını durmadan kurcaladığı, kendi rahatını kendi kaçırdığı için sorunlu. Ve bu kişi yazarak çözmeye, diyet ödemeye hazır. Bu çabası sırasında, senin de vurguladığın gibi ona kuşku mazi, gerçek ve hayal eşlik ediyor. “ASIL MESELE OKURUN ÇEPERİ ARALAMASIDIR” Yazarın ana “kişiliklerine” ilave olarak iyicil/kötücül ikizler de eşlik ediyor değil mi? Öyle ki romanın zarları oluşturdukları bir çemberde durum tespitleriyle soyuluyor art arda. Tam da söylediğin gibi iyicil ve kötücül ikizler metin boyunca birbirleriyle mücadele içindeler. Okurlar için bir ipucu olsun diye söylüyorum: “Kötülüğün Tedavisi”, “Tehlikeli Merhamet” ve bazı diğer bölümler bu mücadelenin yazıya yansıması aslında. Ayrıca tüketim toplumu bağlamında, şeytanla anlaşma konusunda yapılan bazı göndermelerin K İ T A P S A Y I 1242 A Mardin Derilikliler’le artan Samatya’nın komşusu Kocamustapaşa’ya gelince; orası artık ne Tanpınar’ın Huzur’da anlattığı, ne de Yahya Kemal’in şiirini söylediği semt. Sürekli gelişiyor, eski evlerin yerine yapılan parklarla yeni binalarla kalabalıklaşıyor. Buranın yeni konukları ise Rusya’dan, Gürcistan’dan gelen kuzeyliler ve Nijerya’dan, Fildişi Sahillerinden gelen güneyliler. Şimdilerde oralarda koza böyle örülüyor. İyi de oluyor, çünkü bu yeni insanlar bizlere hem yeni romanların kapılarını açacak, hem de birlikte yaşama kültürümüzü tazeleyecektir. “SAMATYA YAZILMASI GEREKEN BİR ROMAN, BİR İYİLEŞME MEKÂNI” Peki. romandaki yazarressama göre nasıl bir semt Samatya? Semti ve insan dokusunu 2007’nin gölgeli karanlık günlerinde tanımaya, kavramaya başlıyor. O yılda neler yaşandığını okurun anlayışına bıraktım, çünkü her ne olursa olsun metnin bir başka odaktan değerlendirilmesini istemedim. Öte yandan romanın anlatıcı kahramanı 1973 doğumlu; ne 12 Mart’ı, ne 12 Eylül’ü, ne de özellikle romanın önemli zaman dilimlerinden 70’lerde olan biteni yeterince biliyor. Bazı şeyleri öğrenip kavrayıp olayların insanların izini sürerken; kuytu, gölgeli, ağzı sıkı bir semt dediği Samatya’ya sığınıyor. Bir anlamda orayı yazarak kendini terapi etmeye çalışıyor. Özetle, ona göre Samatya, yazılması, bitirilmesi gereken bir roman, bir iyileşme mekânı. 1971, 72 ve 73’te üç şüpheli ölüm olayının gerçekleştiği Sobacıyan Palas’a dönüşen ülkenin gelmiş ve yazık ki geçmemiş faili meçhul cinayetler konusundaki yakın tarih siciline yakın bir plan “Madam Samatya”. Evladını kendi elleriyle tahnit eden C.A’nın bıçağından, kesisinden hem de.. Nasıl bir gerçek ve metafordur cinai meselde kavanozdaki o ölü bebek? “Buzdolabına kaldırmak” deyimi en az “rafa kaldırmak” kadar bize yakışan 2 0 1 3 bir söz kalıbı. Yüzleşmekten, kendimizle hesaplaşmaktan pek hoşlanmayan ülkenin insanlarıyız: Sorunlarımızı çözmeyi ya erteleriz ya da bir köşede onu saklarız. Bunu hem çoğunluk hem de azınlıklar için söylüyorum. Çünkü onların da mağdur olmadıkları konularda bu tür çabaları olduğunu düşünüyorum. Doğu halklarının ortak tutumu bu: Suçlanabileceklerini sakla, üstünü ört, unutturmaya çalış... Bebeğin tahnit edilme meselesi, bu bozuk sicile bir gönderme olarak da okunabilir. Şöyle ki: Hıristiyan bir genç kızla, Müslüman bir erkeğin birlikteliğinden oluşan o bebek bir yüzleşme aracı aslında: Sorun işte orada, tahnit edilmiş halde bir kavanozun içinde duruyor; iyi İbrahim Yıldırım’ın ana ‘kişiliklerine’ ilave iyicil/ kötücül ikizler de eşlik ediyor... C U M H U R İ Y E T Fotoğraf: Vedat Arık
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle