18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 10 AĞUSTOS 2019 CUMARTESİ [email protected] TASARIM: BAHADIR AKTAŞ olaylar ve görüşler Sevr Antlaşması Türk tarihinin en ağır antlaşması: Sevr Metin Aydoğan Araştırmacı Yazar Birinci Dünya Savaşı’ndan yengiyle çıkan devletler, 10 Ağustos 1920’de Paris’in banliyölerinden porselen fabrikasıyla ünlü Sévres’de, bir araya geldiler. Osmanlı Devleti’ne, kendi varlığına son veren bir anlaşma imzalatılacak ve stratejik öneme sahip varsıl toprakları paylaşılacaktı. Türkiye, savaşın en değerli ganimetiydi. Stratejik önemi dışında; el değmemiş petrol yataklarına, bakır, gümüş, demir başta olmak üzere bilinen hemen tüm değerli madenlere ve verimli tarım arazilerine sahipti. Anlaşma (İtilaf) Devletleri, Osmanlı topraklarını savaştan hemen sonra işgal etmiş, eylemsel olarak aralarında paylaşmışlardı. İstanbul’da askeri bir yönetim oluşturulmuş, Meclis dağıtılmış, hükümet her söyleneni yerine getiren bir kukla durumuna getirilmişti. Toprak paylaşımının biçim ve miktarı, savaş içindeki gizliaçık birçok anlaşmayla önceden belirlenmişti. ‘Emperyalist çözüm’ Amerikalı tarihçi Prof. Paul C. Helmreich, Paris’ten Sevr’e (From Paris to Sévres) adlı kapsamlı yapıtında, Sevr Antlaşması için, “19. yüzyıl sömürgeciliğini izleyen, mükemmel bir emperyalist çözüm” der ve şu değerlendirmeyi yapar: “Büyük güçler, kamp ateşinin çevresinde, aç gözlerle fırsat kollayan kurtlar gibiydi. Çünkü, Türkiye, doğası gereği zengin ve emperyalizm oburdu... Herkesin Türkiye’de bir çıkarı vardı, olmayanlar da icat ediyordu. Neredeyse akla gelebilecek bütün azınlıklar için birer ülke planlanıyordu. ‘Barbar bir ulus’ olan Türkleri Avrupa’dan kovma fırsatı kaçırılmamalıydı”. Sevr’e göre, Kars, Erzurum dahil, ülkenin doğusu tümüyle Bağımsız Ermeni Cumhuriyeti adıyla Ermenilere veriliyor (8894. madde), Fırat Nehri’nin doğusundaki topraklar Özerk Kürt Ülkesi yapılıyordu (6264.madde). Suriye’den sonra İskenderun, Adana, Mersin ve Çukurova’yı içine alan Fransız nüfuz bölgesi, “Yaşamı ve bağımsızlığı için fedakârlık yapan bir millet başarısız olamaz, yenilgi demek milletin ölümü demektir” diyen Mustafa Kemal, bir kez daha haklı çıkmıştı. “Millet ölmemişti.” Sivas’ın kuzeyine dek uzanıyordu (Ek Protokol). Antalya merkez olmak üzere, tüm Güneybatı Anadolu ve Onikiada, İtalyan nüfuz bölgesi oluyordu (Ek Protokol). Yunanistan, İzmir’le birlikte Batı Anadolu’yu, Edirne ve Gelibolu dahil, tüm Trakya’yı ve Ege adalarını alıyordu (8487. madde). İstanbul, Marmara Denizi ve Çanakkale, Türk askerinden arındırılıyor, Anlaşma (İtilaf) Devletleri’nin denetimine veriliyordu. Anlaşma Devletleri, Türklere, ekonomik değeri ve gelişme olasılığı bulunmayan topraklar olarak kabul ettikleri, Orta Anadolu’da 120 bin kilometrekarelik bir bölgeyi bırakıyordu. Ordu dağıtılıyor, yerine 50 bin 700 kişiyle sınırlandırılan ve subay kadrosu içinde 1500 yabancı denetmenin (müfettişin) görev yapacağı bir jandarma örgütü kuruluyordu. Askerlik yükümlülüğü kaldırılarak, ordunun silah donanımı Anlaşma Devletleri’ne devrediliyor; silah üretim ve dış alımı yasaklanıyor; deniz birliklerindeki gemi sayısı, 6 torpido ve 7 hücumbot ile sınırlanıyordu. Bu maddelerin kabul edilmesinden sonra, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Türklerin artık askerlik yapamayacağını söylüyor ve alaylı bir dille; “Türkler için, askerlik mesleği tümüyle kapanmıştır. Kuşkusuz, Türkler askerlik yapmak isterlerse, başka bir yere gidebilirler. Fransız lejyonu onları kabul edecektir. Ancak, İngiltere buna bile karşıdır. Çünkü Türkler öteki düşmanlarımızdan farklıdır, başka bir yerde bile askerlik yapmaları iyi değildir. Türkiye’ye dönüp yeni bir askeri dönem başlatabilirler” diyordu. Ekonomik, siyasi ve hukuki ayrıcalıklardan oluşan kapitülasyonlar, sınırları genişletilerek yeniden kuruluyor, ayrıca Garanti Sistemi adıyla yeni ayrıcalıklar getiriliyordu (261. madde). Demiryolları, limanlar, suyolları, gümrükler ve ormanlarla özel ve devlet okulları, uluslararası komisyonların denetimi altına alınıyordu. (Madde 328360). Devlet bütçesi ise; İngiltere, Fransa ve İtalya’dan oluşan bir kurul tarafından düzenlenecekti. Kurula katılan Türk temsilcinin oy hakkı bulunmayacak, yalnızca danışma niteliğinde görüş bildirecekti. Türk hükümeti, kurulun onaylamadığı herhangi bir akçalı (mali) düzenlemede bulunmayacak, Gümrükler Genel Müdürü, yalnızca bu kurul tarafından atanacak ya da görevden alınacaktır. Millet ölmedi Türk Devleti’nin para politikası, Osmanlı Bankası ve Düyuni Umumiyye İdaresi ile birlikte çalışacak Mali Komisyon tarafından belirlenecekti. Komisyon, devletin gelirleri ile önce işgal güçlerinin giderlerini ve savaş ödencesini (tazminatı) ödeyecek, sonra geri dönen azınlıkların giderlerini karşılayacak, kalanını Türk halkının gereksinimleri için kullanacaktı (Madde 231266). Büyük devletlere tanınmış olan kapitülasyon ayrıcalıklarından, Yunanistan ve kurulacak olan Ermenistan yurttaşları da yararlanacak, herhangi bir ticari kısıtlamaya bağlı olmadan ülkenin her yerinde çalışabileceklerdi. Yabancı kargo ve posta kuruluşları yeniden açılacaktı. Konsolosluk mahkemeleri, gelişkin yetkilerle yeniden kurulacak, Türk mahkemeleri yabancıları yargılayamayacaktı. Sevr; azınlıklar, dinsel özgürlükler ve demokratik haklar konusunda, özellikle Rum ve Ermenilere, Türklerin yararlanamayacağı geniş haklar getiriyordu. Savaş nedeniyle yerlerinden ayrılan azınlıklar, hiçbir koşula bağlı olmaksızın geri dönebilecekler ve komisyona bildirdikleri maddi zararları, Türk maliyesinden alabileceklerdi. Azınlıklar; okul, kimsesizler yurdu, hastane, kilise, havra gibi toplumsal ve din sel kuruluş açmada, mülk edinmede tümüyle özgür olacaklar, hiçbir denetime bağlı kalmayacaklardı. Sevr Antlaşması, Türkiye’de ne imzalayanların ne de imzalatanların hiç ummadığı bir tepki yarattı ve ulusal direniş, olağanüstü bir ivme kazandı. Anadolu’daki Türk egemenliğine son verildiğini anlayan halk, kitleler halinde direnişe katıldı. İç ayaklanmalar eridi, ayaklanmacılar Kuvayi Milliye örgütlerine ve düzenli orduya yazıldılar. Sevr’e karşı duyulan tepki, ulusal bir öfkeye ve kararlı bir direnme istencine dönüşerek ülkenin tümüne yayıldı. Türk halkı, karşı karşıya bulunduğu tehlikeyi sıra dışı bir sezgi gücüyle görmüştü. Ülke, “en tiksinti duyduğu” Ermeni ve Rumların da içinde bulunduğu bir grup devlet tarafından paylaşılıyor, atayurdu Anadolu elden gidiyordu. Sevr’in imzalanmasından bir hafta sonra, işgal güçlerinin karşısında, bambaşka bir Türkiye vardı. Kitleler, seçimini Milli Mücadele’den yana yapmış ve ulusu koruma duygusu, hanedana bağlılık alışkanlıklarına üstün gelmişti. İşgalcilerin istekleri yönünde davranan padişah, maddi manevi tüm gücünü yitirmiş, işbirlikçi olarak bile bir değeri kalmamıştı. “Yaşamı ve bağımsızlığı için fedakârlık yapan bir millet başarısız olamaz, yenilgi demek milletin ölümü demektir” diyen Mustafa Kemal, bir kez daha haklı çıkmıştı. “Millet ölmemişti.” Güvenine ve direnme çağrısına şimdi, eskiye göre çok daha etkili yanıt alıyor, “Helal süt emmiş her Türk, kızgınlıkları unutarak safları sıklaştırıyor ve Mustafa Kemal’in peşine düşüyordu”. Ön Asya’da, akıldan bile geçmeyen bir şeyler oluyordu. Anadolu’dan kovulmak istenen, Batılıların deyimiyle, “Yırtık pırtık giysiler içindeki bir avuç yoksul Türk, muzaffer müttefikleri Anadolu’dan kovalıyordu.” ‘Demokrasi ve Cumhuriyet cephesi’ ve hedefleri üzerine Sedat BAKICI Gazeteci Bilinsin ki 82 milyonluk Türkiye, bugün kendisine giydirilmeye çalışılan deli gömleğini yırtıp atacak olgunluğa, cesarete ve yeteneğe sahiptir. Tam 100 yıl önce, Atatürk ve silah arkadaşlarının başlattığı Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan zaferle çıkan halkımız, yaklaşık 200 yıllık aydınlanma ve modernleşme yürüyüşümüzü yok sayıp kendisini yeniden yurttaşlıktan kulluğa döndürmeye çalışan, ortaçağ değerler dünyasına ve ideolojisine yaslanan bu zihniyete karşı güç birliği yapmalıdır. Antifaşist ve antiemperyalist mücadele çizgisinde tam bağımsız, laik ve demokratik Türkiye ütopyasını hayata geçirmek için öncelikli olarak yapılması gereken şey aşırı milliyetçi MHP’nin koalisyon ortağı olduğu, siyasal İslam hegemonyasının temsilcisi AKP zihniyetine karşı ülkedeki tüm demokratların, Cumhuriyetçilerin, ilericilerin ve laiklerin içinde yer aldığı bir Demokrasi ve Cumhuriyet Cephesi kurmaktır. Bu yüzden AKP’nin kendinden başkasına söz hakkı tanımayan, baskıcı, hukuku katleden ve millet iradesini yok sayan yaklaşımına karşı 23 Haziran’da ortaya konulan “İstanbul İnisiyatifi” çok değerlidir. Tüm demokratların, Cumhuriyetçilerin, ilericilerin ve laiklerin yeni rotası bu değerli girişimi, belirli ilke ve hedefleri olan bir demokratik cepheye dönüştürmek olmalıdır. Milli iradenin oluştuğu seçim sandığını her seferinde tek adres göstererek, demokrasiyi seçim sandığına indirgemekten kaçınmayan AKP iktidarı, son İstanbul seçimine yönelik YSK’ye aldırdığı kararla birlikte artık milli iradeyi de tanımayacağını, çok açık ve net bir şekilde ortaya koymuştur. Ancak 23 Haziran’da tekrarlanan İstanbul seçim sonuçları, AKP’nin yolun sonuna geldiğini gözler önüne sermiştir. 31 Mart’ta ülke çapında yaşadığı hezimetten sonra 23 Haziran seçim sonuçları da göstermektedir ki, aslında uzunca bir süredir yaşadığı çözülmeyi engellemeye ve siyasi ömrünü uzatmaya çalışan AKP’nin dağılması artık kaçınılmazdır. AKP’nin akıbetinin parçalanma ve yok oluş yönünde olacağı o denli netleşmiştir ki, 17 yıllık yıkım sürecinin önde gelen mimarları olan, ancak bir süredir AKP liderliği tarafından ikinci plana atılan kadroların sesleri dahi hiç olmadığı kadar gür çıkabilmektedir şimdilerde. Öte yandan AKP iktidarının her köşeye sıkıştığında ortaya attığı “Türkiye İttifakı” söylemi samimiyetsizdir ve bu ülkenin yurtseverleri üzerinde hiçbir karşılığı yoktur. 17 yıllık AKP iktidarının duvara tosladığı ve uzatmaları oynadığı bugünlerde aklı, bilimi, vicdanı, özgürlüğü ve emeği savunan insanlarımızı aynı çatı altında buluşturup çoğaltabilmenin yolu da yine Demokrasi ve Cumhuriyet Cephesi’nden geçmektedir. Türkiye’nin aydınlanmaya gönül vermiş yurttaşlarının bunu yapmaya hem gücü hem de inancı vardır. AKP iktidarı eliyle bilerek ve isteyerek yoksul ve cahil kalmaya zorlanan halkımız, bu gerici ve yozlaşmış iktidara karşı kendi kaderini tayin edebilmesi için namuslu ve vicdan sahibi siyasi önderlerinin yol göstericili ğine, yürekliliğine ve dayanışmasına gereksinim duymaktadır. Önümüzdeki süreçte, Demokrasi ve Cumhuriyet Cephesi’nin hayata geçirilmesi için tüm demokrat, Cumhuriyetçi, ilerici, laik ve vicdan sahibi insanların taşın altına elini koyması şarttır. Demokrasi ve Cumhuriyet Cephesi’nin bileşenleri, bu değerli yolculuklarında asla ve asla küçümseyici, ötekileştirici ve hasmane bir tutum sergilememelidir. Tam tersi önümüzdeki süreçte demokratik cephe kurulabilecek tüm siyasi unsurlarla, dayanışma ve eylem birlikteliğinin önü sonuna kadar açık tutulmalıdır. Demokrasi ve Cumhuriyet Cephesi, yukarıda yer verdiğimiz temel anlayışa sahip çıkan tüm yurttaşlarımızla beraber tam bağımsız, laik ve demokratik Türkiye mücadelesinde bir kılavuz olma görevini üstlenecektir. Demokrasi ve Cumhuriyet Cephesi, aşağıdaki 15 maddede ifade ettiğimiz ve ülkemizin en acil sorunlarının tespitini ve çözümünü içeren konular etrafında oydaşma sağlamalı ve derhal harekete geçmelidir. Demokrasi ve Cumhuriyet Cephesi’nin hedefleri: l Cumhurbaşkanlığı sistemi iptal edilip parlamenter sisteme dönüş yapılsın. l Halkın yaşamını kolaylaştıran, demokratik katılımı hedefleyen ve merkezi yönetimde aşırı şekilde toplanmış kimi yetkilerin yerele devredildiği çağdaş bir devlet aygıtı kurulsun. l Yargı bağımsızlığı hayata geçirilsin, toplumun adalet duygusu karşılansın. Özgür ve adil seçim sistemi ve hukuku oluşturulsun. l Basın ve düşünceyi ifade öz gürlüğü önündeki tüm engeller kaldırılsın. l Devlet kadroları liyakat sistemine göre yeniden yapılandırılsın, cemaatçi kadrolar tasfiye edilsin. l NeoOsmanlıcı dış politika terk edilsin, “yurtta barış cihanda barış” özdeyişi hayata geçirilsin. l Esad’la ve Suriye’yle barış sağlansın ve ülkemizdeki mültecilerin anavatanlarına dönüşünün önü açılsın. l Eğitim başta olmak üzere her alanda laik Cumhuriyet karşıtı uygulamalara son verilsin. l Yolsuzluk ve kayırmacılık düzeni sayesinde halkın varlıklarını talan ettikleri bağımsız mahkemelerce tespit edilenlerin mallarına el konulsun. l Devletteki gösteriş ve israfa son verilsin, kara delikler kapatılsın. Bağımsızlığımız önündeki en büyük tehdit olan dış borçların ödenmesi plana bağlansın. l Devletteki yolsuzlukların ana dayanağı olan ve son 17 yılda 186 kez değiştirilen Kamu İhale Yasası şeffaf, adil, katılımcı ve yolsuzluğa son verecek bir anlayışla yenilensin. l Döviz üzerinden gelir garantisi verilen köprü, yol, şehir hastaneleri, havaalanları gibi yapıların ihaleleri incelenip usulsüzlük ve yasadışılık tespit edilenler iptal edilsin. l Altyapıya yönelik projeler durdurulup önümüzdeki ilk 5 yılda, büyük yeni altyapı inşaatına girişilmesin. l Yatırım bütçesinin en az yarısı, yurttaşlarımızın sağlıklı ve ucuz gıda erişimine sahip olabilmesi için tarım ve hayvancılığı desteklemeye aktarılsın. PROF. DR. Hakkı Uyar Dokuz Eylül Üniversitesi Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Osmanlı Devleti, Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladı (30 Ekim 1918). Bu ateşkes, Sevr’in habercisi gibiydi. Sevr metnini Vahdettin’in başkanlık ettiği Saltanat Şurası, Rıza Paşa hariç onayladı. Antlaşma metni 10 Ağustos 1920’de imzalandı. BMM, Damat Ferit Paşa’yı ve antlaşmayı imzalayanları vatan haini ilan etti; Ankara İstiklal Mahkemesi de idama mahkum etti. Sevr’in geçersiz olmasını sağlayan, onu Ankara Hükümeti’nin tanımaması ve Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla Sevr’in yerini Lozan’ın almasıdır. Londra Konferansı: Birinci İnönü Zaferi’nin ardından İtilaf Devletleri’nin Sevr’i yumuşatarak Ankara Hükümeti’ne kabul ettirme çabası sonucunda Londra Konferansı toplandı. İsyancı olarak görülen direnişçiler (milliyetçiler/Kemalistler), konferansa çağrıldı. Böylece Ankara Hükümeti hem Batılı devletler nezdinde tanınmış oldu hem de Ankara Hükümeti, Batı dünyasına kendi tezlerini anlatma fırsatı elde etti. Konferans öncesinde 17 Ocak 1921’de United Telgraph muhabirine demeç veren Mustafa Kemal Paşa, “Sevr Barış Antlaşması’nda değişiklikler yapılması hakkında Türk milliyetçilerinin fikirleri nedir, antlaşmada ne gibi değişiklikler yapılmasını istiyorlar” sorusuna şu yanıtı verdi: “Siyasi, hukuki, ekonomik ve mali bağımsızlığımızı yok etmeye ve sonuç olarak yaşama hakkımızı reddetmeye ve yok etmeye yönelik olan Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir. Bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi sağlayacak bir barışın imzalanması nihai amacımızdır.” Londra Konferansı’nın ardından 1 Mart 1921 tarihinde TBMM’yi açış konuşmasında Mustafa Kemal Paşa, İstanbul Hükümeti’nin imzaladığı Sevr’in Türk milleti için “idam kararı” olduğunu belirtti. Sevr’in milletin direnişi karşısında uygulanamayacağını anlayan İtilaf Devletleri liderleri “bizimle görüşme gereği duymuşlardır” dedi. Ona göre 1920 yılının bize getirdiği “en büyük felaket ve uğursuzluk Sevr Barış Antlaşması” idi. Mustafa Kemal Paşa, “Memleketimizin gerek siyasal, gerek ekonomik olarak idam hükmünü ilan eden Sevr Barış Antlaşması’nın uygulanmasına engel olmak için milletimizin girişmeye mecbur kaldığı azimli mücadele karşısında” İtilaf Devletleri’nin bizi Londra Konferansı’na davet etmek zorunda kaldıklarını belirtti. Bu da milletimiz adına bir siyasal başarıydı. Kurtuluş sonrasında yeni hedefler: 27 Ekim 1922 tarihinde Bursa’da öğretmenlere hitap eden Mustafa Kemal Paşa, Sevr ve onu imzalayanlar hakkında şunları söyledi: “Bütün dünya bir an şüphe etmesin ki, Türkiye devletinin tek ve gerçek temsilcisi yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Küçük çıkarları için ve kendilerini koruma amacıyla milletin ve vatanın bağımsızlığını düşmanlara teslim etmekte sakınca görmeyen, bağımsızlığımızı imha etme şartlarını barındı ran Sevres Muahedenamesini kabul eden egemenlerin, sultanların, padişahların hikâyelerini, bu gasplarını Türk milleti artık, ancak yalnız tarihte okur.” Lozan görüşmeleri devam ederken Batı Anadolu seyahatinde Alaşehir’de halka seslenen Mustafa Kemal Paşa, milli egemenliğe dayanan bir yönetim kurmasaydık “bugün elde ettiğimiz zaferlere hiçbir zaman ulaşamazdık ve memleketimizde şimdiye kadar Sevres Antlaşması uygulanacak, bütün millet yabancıların kölesi olacaktı” dedi. “Bundan sonra çok önemli zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zafer süngü zaferleri değil, ekonomi, bilim ve kültür zaferleri olacaktır. (...) Yeni bilim ve ekonomi zaferlerine hazırlanalım.” Türk milletine yapılan suikast: Sevr İkinci Meclis’in açılış konuşmasında (13 Ağustos 1923) Mustafa Kemal Paşa şunları söyledi: “Efendiler, (...) düşmanlarla beraber padişah ve halife olan zat, (...) Paris’te imza ettikleri Sevr Muahedesi’ni zorla millete kabul ettirmek için ortak tedbir aldılar. Anadolu’nun milli heyecanlarını bastırmak için başvurmadıkları şeytanlık bırakmadılar.” Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasının ardından 10 yıl sonra (24 Temmuz 1933) Atatürk, şu tespiti yapıyordu: “Lozan Antlaşması, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılan büyük bir suikastın sona erişini ifade eden bir vesikadır.” Atatürk’ün Söylev’i ve demeçleri de incelendiğinde Sevr’in ne kadar kanlı canlı, gerçek bir antlaşma olduğu, ölü olmadığı açık bir şekilde görülmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan bütün barış antlaşmaları ölü değildir. Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Sevr’in, Osmanlı parlamentosunda onaylanmadığı için geçersiz olduğu iddiası, şehir efsanesinden ibarettir. “Hüküm, galibindir” anlayışını benimseyen padişahhalife ile hükümeti, Mondros ve Sevr için teslimiyetçi, işbirlikçi bir tutum içerisine girdiler. Bu tutum ihanet çizgisine kadar uzandı. Eğer Anadolu direnişi –padişahhalifeye rağmen başarıya ulaşmasaydı, uygulanacak olan Sevr’di. İtilaf Devletleri, “A bak Türkler ne akıllı çıktı, Sevr’i parlamentoda onaylamadılar. Elimiz kolumuz bağlı. İşgal de edemeyiz şimdi” mi dediler? Türklerin akıl ettiğini niye Almanlar akıl edemediler? Onlar da tarihlerinin en ağır antlaşması olan Versay’ı onaylamayarak sistemi kilitleyebilirlerdi. Hitler’i iktidara getirerek Versay’ı etkisiz hale getirmenin bedelini daha ağır bir şekilde ödemek zorunda kalmazlardı, değil mi? Benzer durum Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan için de geçerlidir. Onlar da antlaşmayı onaylamamayı akıl edemediler. “Osmanlı zekâsı (!)” farklı bir şey demek ki. O zekâ (!) imparatorluğu kurtarmaya yetmedi. Kurtuluş Savaşı’nı kazanarak Türk tarihinin en ağır antlaşması olan Sevr’i geçersiz kılıp yerine Lozan’ı koyan Atatürk’ün mirasına sahip çıkarak, insanlık âleminin ve uygar dünyanın saygın bir üyesi olmak için çaba harcamak ve Sevr’i unutmamak ulusal görevimizdir. Otizm, çeşitli konuşma bozukluklarına sebep olmaktadır. Zamirlerin uygun şekilde kullanılmaması bunlardan yalnızca biridir. Doğuştan gelen ve karmaşık bir nörogelişimsel yetersizlik olan otizmin tek çaresi erken tanı ve sürekli eğitimdir. tohumotizm.org.tr | 0212 244 75 00
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle