19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 6 TEMMUZ 2019 CUMARTESİ [email protected] TASARIM: ŞÜKRAN İŞCAN olaylar ve görüşler ‘Bu evladi Stanbul ki’ KIBRISSORUNU2 bir Gülersoylu Çeliktür öZER KARAGEDİKLİ / Ekonomist 6Temmuz 2003’te bu dünyadan göçüp gidişinin üzerinden 16 yıl geçen merhum Çelik Gülersoy, yukarıdaki başlığı beğenmezdi diye tahmin ediyorum. Bunu, o kibar İstanbul beyefendisi üslubu ile ifade de ederdi. Çünkü, bir seferinde Nedim’in bu şiiri üzerine konuşurken “Ne demek bir taşına tüm Acem yurdu fedadır, evladım. Gel bunu bir de Acemlere sor” dediğini dün gibi hatırlarım. Fakat, diğer taraftan bu başlıkla, “Çelik Gülersoy bu şehrin yetiştirdiği, kendine en hayırlı evlatlardandır” demek istediğimi o kıvrak zekâsı ile hemen gördüğünde, yüzünü sessiz bir gurur kaplardı, şüphem yok. Bugün Çelik Gülersoy’u, sadece sihirli elinin değdiği parklardan, köşklerden, evlerden, mezarlıklardan, çeşmelerden bahsederek değil, yazdıkları ile de anacağım bu köşede. Çelik Gülersoy, “İstanbul yaşanmış ama yazılmamış bir şehirdir” derdi hep. Bundan bağımsız olarak da pek çok yerde “söz uçar, yazı kalır” derdi. Bundan dolayı, kendisi hep yazardı. Annesinin deyimi ile “gecesi gündüzü okumak ve yazmakla geçmişti”. Çelik Bey’in kitapları, monografları, bir yayıncı olarak yayımladığı, çevirttiği kitaplar, Hürriyet İstanbul ekinde, Cumhuriyet’te yazdığı yazılar. Ve tabii ki, İstanbul Kitaplığı, İstanbul’un mirasına, kültürüne ve tarihine kazandırılmış başlı başına hizmetlerdir. Ve bana sorarsanız, bu diyarlarda sadece söz değildir uçan: O köşkler, binalar, parklar, restorasyonlar da uçtu gitti nerede ise. Ama yazdıkları kaldı. Okumalı, okutmalı onları. varki onlarda. Öğrenecek o kadar çok şey Çelik Bey’in 73 yıllık hayatı üç şeye adanmıştı: İstanbul, kitaplar ve çok sevdiği anacığı. İstanbul’a adanmışlığı sadece kültürel mirasını elinden geldiğince korumakla kalmadı. Yazarak ve yayımlayarak da, yazılmamış İstanbul’u kayda geçirmeye adamıştı kendini. Bu, hem bir adanmışlık, hem de bir sorumluluktu. Kendini yetiştiren Cumhuriyete, parçası olduğu Cumhuriyet nesline ve de çok sevdiği Atası’na karşı sorumluluktu. Bunu ifade de ederdi. Tahmin ederim, bu duygu sadece Çelik Bey’e has bir sorumluluk duygusu değildi. Hani 1968 nesli, 1980’ler nesli falan deriz ya. Bu da o Cumhuriyet nesli idi, belki. Rivayet odur ki, 1970’lerde merhum Nejat Eczacıbaşı ve ekinine karşı çok az farkla kazandığı Turing Kongresi’nde, kendisine, “Çelik Beyciğim kaybedecek miyiz, nedir” diyen bir üyeye, “merak etmeyin üstat, ben anasının hayır duasını almış evladım” demiştir. Aynı sorumluluk duygusunu, hayırlı işler yapma arzusunu, insanların hayır duasını alma güdüsünü hayatının her alanında gözlemlerdiniz. Çelik Bey’in İstanbul üzerine yazılmış 40’ın üzerindeki kitap, monograf, ve yüzlerce makalesi de yine bu sorumluluğun bir parçası idi. İstanbul yaşanmış, ama yazılmamış bir şehirdi ve bu şeh Çelik Gülersoy, “İstanbul yaşanmış ama yazılmamış bir şehirdir” derdi hep. Bundan bağımsız olarak da pek çok yerde “söz uçar, yazı kalır” derdi. rin Çelik evladı kendine düşeni yapacaktı. 1961’de henuz 31 yaşında başladığı yazı hayatına, Sosyal Turizm (1961), Seyahat Acentacılığı (1963), Türkiye’nin Turizm Propagandası (1964), Yıllık Ücretli İzin (1964) gibi monograflar yazarak başlar Çelik Gülersoy. Turistlerin rehberi Fransızcası 1966’da, İngilizcesi 1967’de yayımlanan İstanbul Rehberi, İstanbul için bir ilk olup, o yıllarda Türkiye’ye gelen turistlerin tek başvuru kaynağı idi, büyük ihtimal. O nedenle olsa gerek, dünyanın pek çok yerinde ikinci el kitpaçıların Türkiye, Ortadoğu veya seyahat bölümünde hâlâ nüshalarına rastlarsınız. O zamanlar Lonely Planet, Eyewittness rehberleri henüz icat olmamış idi, ve rehberler, gidilecek lokanta, gece klübü veya konaklanacak otelden çok, derin bilgiler içeren kaynaklardı. Çelik Bey’in İstanbul Rehberi de dolayısı ile bugünkü turist rebherlerinden çok daha farklı bir kitaptır. 1970’lerde yazmaya devam eden Çelik Gülersoy, bu on yılın sonlarına doğru çok farklı bir katkıya da imza atmıştır: 1970’lerin ikinci yarısında, Amerika’daki sinemacılık eğitiminden dönen yakını Suha Arın ile birlikte bir dizi belgesel üretimine dalarlar, Çelik Bey’in teklifi ile. Bu ortak üretimin sonuçları Safranbolu’da Zaman, Kapalı Çarsı’da Kırkbin Adım ve Urartu’nun Dört Mevsimi gibi belgesellerdir. Çelik Gülersoy’un etkileyici ve şiirsel dili, Arın’ın usta yönetmenliği ile birleşmiştir. Ve şu sözler dökülmüştür ekrana, Çelik Bey’in kaleminden: “Anı olur zaman içinde Safranbolu. Sevinç olur. Kimi zaman hüzün olur. Kimi zaman öğünç olur. Sokağı ile, evi ile, hayatı ile zaman içinde tarih olur. Kimbilir belkide çocukların düşlerinde gördükleri damları şekerden, duvarları pastadan, pencereleri çikolatadan yapılmış konutları ile masal olur, evvel zaman içinde Safranbolu.” Safranbolu’da ilk restorasyonu gerçekleştirecek olan da yine Çelik Bey olacaktır, Asmazlar Konağı ile. Kapalıçarşı’da Kırk Bin Adım belgeseli, on yıllardır çarşı içinde yürüyerek bir elinde gümüş, ucu bir kuğu boynu zarifliğindeki ibriği ile şerbet satan bir şerbetçinin dilinden Kapaliçarşı’yı anlatır. “Gümüşler.. Siz bana bakarsınız ben de size. Bir zamanlar kesede para, yelekte köstek li saat, cepte tütün tabakası, belde kemer, elde ayna olan gümüşler..” Bu belgeseller de bir ilktir Türkiye için ve büyük ses getiren eserlerdir. Hazır, Suha Arin, ve belgeseller demişken, su anıyı nakledeyim. Bir akşam televizyonda tesadüfen, yine bir Suha Arın yapımı olan Cahit Arf belgeseline rast gelince, Çelik Bey, duygulandı ve bana “Suha’yı arayıp, Cahit Arf’in adresini al evladım. Tahminim iyice yaşlanmıştır. Malta Köşkü’nden büyük bir sepet yaptırıp götür” demişti. O akşam öğrendim, vefa sadece İstanbul’da bir semt adı değildi. Yukarıda işlemeye çalıştığım sorumluluk, hayır dua alma vasıflarının bir değişik şekilde yüze vurumuydu bu: Bu sefer, memleketin yetiştirdiği bir dehaya, değere olan vefa ve sorumluluk. Öyle bir insandı Çelik Bey. Benzersiz hizmet 1980’lerin ortasında Çelik Gülersoy, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin kendisine vereceği fahri doktora sebebi ile Trabzon havaalanına iner ve o zaman henüz yeni birleşmis olan SHP’nin başkan ve başkan yardımcıları Aydın Güven Gürkan ve Erdal İnönü’ye rastlar. Bu kısa sohbet sırasında Gülersoy’dan fahri doktoranın mimarlık dalından verileceğini öğrenen Gürkan, “edebiyattan vermelilerdi, Çelik Bey” der. 1978’de yayımladığı, ve 1980’lerde genişleterek yeniden basılan “Boğaziçi: Sorunlar, Cözümler” kitabında, Boğaz’daki çarpık imarlaşmaya karşı neler yapılabileceğini, Boğaziçi’nin dokusunun nasıl korunabileceğine dair ciddi öneriler üretmiştir. Öne sürdüğü imar moratoryumu, ve bazı önemli öneriler 1980’de gelen askeri idarece kabul edilmiştir. Fakat, her seçimin bir imar furyası olduğu memleketimizde bu da derde deva olmamıştır. İstanbul’u yazmak bir şey. Ama İstanbul üzerine, kimi 12. yüzyılda yazılan, binlerce kitabı toplayıp onları İstanbul Kitaplığı olarak araştırmacılara, halka açmak bir başka şey. Bunun dünyada başka örneği var mıdır bilmem. Varsa da çok azdır diye tahmin ederim. Ama bu hizmetin kıymeti nasıl ölçülür, nasıl teslim edilir? Varsın İstanbul’un yeni şehremini düşünsün. Çelik Bey keşke daha uzun yaşasa idi de anılarını bir kere daha gözden geçirse idi diye düşünmüşümdür pek çok kere. Kırk Yıl Olmuş (1988)’de yazılmayan, yazılamayan pek çok konu “Türkiye’ye Bir Işıktı” (1995) kitabında biraz daha açılır. Ama yine de tam değildir. Mesela Çelik Bey üzerinde çok tesiri olan, Nejat Eczacıbaşı ile olan mücadelelerini, daha detaylıca anlatır mıydı? Siyasetçilerle arasındaki, sadece yakın çevresine anlattığı, pek çok kez hayal kırıklığı yaşatan münasebetlerinden bahseder miydi? 67 Eylül’de, Çicek Pasajı’nın üzerindeki ablası ve eniştesine ait terzi dükkânından gördüklerini anlatan bir kitap. Ya da askerliğini yaptığı dönemde gidip geldiği Yassıada Mahkemeleri anıları. Neyin gamı idi bu? Bu ülkenin sorunlarına da hiç uzak değildi Çelik Bey. Çelik Bey’in Turing’deki efsanevi öğle yemeklerinde, İstanbul’un “kim kimdir” misafirleri ile hep memleket konuları konuşulurdu. Analizler yapılır, tartışılırdı. Ama genelde karamsar bir sonuca bağlanırdı konular. Çelik Bey de kendisine karamsar diyenlere, gerçekçi olduğunu söylerdi. Gençliğin verdiği ateşle karşı çıktığım pek çok konuda, zamanla Çelik Bey’e katılır olduğumu gördüm. Ölümünün ardından, beraber o muhteşem belgeselleri çektikleri Suha Arin, “duvarı nem, yiğidi gam yıkar” yazmıştı, Çelik Bey için. Memlekette her alanda olduğuna inandığı yozlaşmanın gamı. Hani daha iyisini biliyorsanız, yaşamış iseniz, kötüsü insanı daha çok etkiler ya. Onun gamı. Annesini kaybetmiş olmanın gamı. Ve en önemlisi de çok hak ettiği değeri, kadri görmemenin ötesinde sürekli önüne çıkarılan engellerin verdiği gam. Yaptıklarını yıllarca beğenmeyen, burun kıvıran kimi mimarlardan tutun da, “restorasyonu iyi ama işletmesi kötü” diye “hınç alırcasına” hayatında işletmecilik vs. yapmamış, köşelerinden ahkâm kesen gazetecilere. Kaynağını sürekli kesen, işlettiği kurumları elinden alan siyasetçilere.. Çelik Bey istemez miydi, eli daha fazla eski binaya, köşke, konağa hayat versin, daha fazlasını kurtarabilsin. Ama bu imkân, bir kaç siyasetçi dışında kendinden hep esirgenmiştir. Solcusuyla, sağcısıyla. Çelik Bey bu dünyada çok üretmiş, çok yazmış, çok okumuş ve de “hayırlı” bir evlat olarak ayrıldı: anacığının, Cumhuriyetin, ve İstanbul’un pek hayırlı bir evladı olarak. Ama kadri pek bilinmeden ayrıldı, ne yazıktır. Suha Arın, “bu memleket öl ki sevem memleketidir” derdi. Keşke öyle olsa idi. Bu hafta sonu, bir Çelik Gülersoy kitabı alın: Tepebaşı, Büyükada, Dolmabahçe, Çırağan Sarayları, Kayıklar, eski İstanbul Mezarlıkları, eski İstanbul Arabaları, Beşiktaş, Batı’ya Doğru. Bambaşka bir dünya, Türkiye ve İstanbul ile karşılaşacaksınız. Tabii zaten o eski dünyayı, Türkiye’yi ve İstanbul’u yaşamış olan şanslı ve sayısı giderek azalan nesilden değilseniz. Çocuğunuza, çocuklarınıza okuyun ya da. Onlara çok büyük iyilik etmiş olursunuz. Nur içinde yatın, aziz Çelik Bey. bir tavsiyedir Türkiye’nin nefes borusu: Kıbrıs YAŞAR SERT / Öğretim Görevlisi 1960 Anayasası uygulanması çok güç olan bir yapı getiriyordu. Laiklik ilkesi bile “unutulmuş” ve Makarios’un önü açılmıştı. Tüm bunlar da NATO içinde kavga olmasın diye verilen tavizlerdi. Nitekim bu sistem 3 yıl içinde çöktü ve Aralık 1963 krizi patladı. Bu kriz Türkiye için hiç bir zaman iyi sonuç vermeyecek bir belge olan Johnson Mektubu ile neticelendi. Bu mektup ancak 2 yıl sonra basında yer alabildi.1964 krizi sonrasında sorun artık BM’ye devrolunmuş, Türkiye’nin çok güvendikleri Garanti Anlaşması’nın hiçbir değerinin olmadığı ortaya çıkmıştı. Rumlar en büyük garantör olarak BM’yi öne sürmüşlerdi. Makarios Bağlantısızlık hareketine 1961’de kurucu üye olmuş ve çok sayıdaki ülkenin tam desteğini almıştı. Bu kanalla Sovyetler ve sosyalist ülkelerin de desteğini alabiliyordu. Geleneksel “Helenofil” duygular ise Batılıları Rumların doğal destekçisi haline getiriyordu. Bölgede tüm bu stratejiler ilerlerken Türkiye o dönem iç krizler ve sağsol çatışması ile uğraşıyordu. Yunanistan’da 1967’de CIA desteği ile kurulan Albaylar Cuntası birkaç ay içinde Kıbrıs’ta yeni bir krizi tetikledi ve Türkiye müdahaleden son ayda caydırıldı. Bunda ABD’nin yoğun çabası ve Cunta üzerindeki baskısı etkili olmuştu. 1974’e gelindiğinde ise çöküş halindeki Cunta son bir hamle olarak Sampson’a bilinen darbeyi yaptırdı. Bu kez Türk müdahalesi kaçınılmaz hale geldi. Bülent Ecevit’in İngiltere ile ortak müdahale girişimleri sonuç vermedi ve Türkiye’nin müdahalesi ile Kıbrıs’ın kesin bölünme süreci başladı. Müdahalenin iki aşamalı olması, BM’nin ateşkes kararına bu hedeflere ulaştıktan sonra uyulmasının tercih edilmemesi zorluklar yarattı. Tüm bunlara ek olarak, yapılan başka bir hata ise Kıbrıs başarısının verdiği prestiji kullanmak isteyen Bülent Ecevit’in hükümeti bırakmasıydı Müdahale sonrası başlayan ABD silah ambargosu ve karşılığında bazı üslerin kapatılması, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadından çekilmesi Batı ittifakında ciddi konulardı. Bu konular 1980’de 12 Eylül askeri müdahalesi ile çözüldü. Bu müdahalenin gerekçesi olan sağsol bölünmesi ise bir tuzaktı. Hem Kıbrıs nedeniyle Batıya ters düşen Türkiye’ye yeni bir yön verilmesi, hem de Türkiye’de her zaman olduğu gibi aşırı solun ezilmesi anlamına geliyordu. Gerçekte ise 12 Eylül’ün terörü önlemek için yapıldığı tezinin değil, terörün 12 Eylül gerçekleşsin diye azdırıldığı çok sonraları anlaşıldı. Kıbrıs müdahalesinin tüm bu süreçlerin başlangıcı olduğu söylenebilir. 12 Eylül rejimi uluslararası alanda yapayalnızdı. ABD, Pakistan ve bazı gerici Arap devletleri dışında bu ara rejimin hiç dostu yoktu. Kenan Evren 1988’e kadar bir Avrupa ülkesine gidemedi. Bu yalnızlık ortamında BM Genel Kurulu Mayıs 1983’te Kıbrıs konusunda, bu sorunun tarihinde en sert ifadeler içeren bir karar alınca, buna tepki olarak Türkiye’nin de özendirmesi ile Kıbrıs Türk Federe Devleti 15 Kasım 1983’te bağımsızlık ilan ederek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adını aldı. Kıbrıs Türkleri 1975’de ilan ettikleri “Federe Devlet” statüsündeyken, 1977 DenktaşMakarios ve 1979 DenktaşKipriyanu anlaşmalarında da öngörülen “iki toplumluiki kesimli” (bizonal, bicommunal) sisteme uygun bir tavır söz konusu idi. Bağımsızlık ilanı bu iki prensip anlaşmasını uygulanamaz hale getirdi. Türkiye idarecileri ise bu süreçte çe lişik tutumlar sergilemeye devam ettiler. Rumlar böyle yapmadılar. Bağlantısızlık Hareketi’nin, Soğuk Savaş’ın bitişiyle etkisizleştiğini gördüklerinden 1990’da AT’ye tam üyelik başvurusu yaptılar. Yunanistan’ın desteği ve şantajları ile de 2004’te bu hakkı kazandılar. Artık mesele TürkiyeAB meselesi haline gelmişti. Tıpkı önceki dönemlerden TürkiyeNATO meselesi haline geldiği gibi... 1974 Barış Harekâtı’ndan sonra biraz da dünyadaki siyasi gelişmelerin zorlamasıyla Türk dış politikası Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü çözüm kabul eden bir yaklaşımı benimsemek zorunda kaldı. Bu politik anlayış 2000’li yılların başına kadar çok fazla soruna sebebiyet vermeden uygulandı. Fakat Rumların AB üyelik sürecinin başlaması ile çözümsüzlüğün çözüm olduğu bir dış politika anlayışı artık sürdürülebilir değildi. Bu nedenle özellikle 2003 yılından sonra hem KKTC’de hem de Türkiye’de çözüme yönelik girişimler uygulamaya konuldu. Oysa AB’nin GKRY’e sağlamakta olduğu koşulsuz destek nedeniyle bu manevralar başarılı olamadı ve Kıbrıs’ta iki toplumun haklarını garanti edebilecek bir çözüme ulaşılamadı. Devletlerin dış politikalarında iç dinamiklerin etkisiyle yapılan hatalar ve ihmal edilen sorunlar daha sonra yığılmış olarak tekrar su yüzüne çıkar. Çözümsüzlüğün tek sorumlusu olarak Yunanistan ve GKRY’i görmek sorunları çözmeyecektir. AB ve BM, ABD ve Avrupa diğer tüm konularda farklı düşünseler de, Kıbrıs konusunda toplu halde Rum tezlerini desteklemektedirler. AB Kıbrıs çözümünde tarafsız kalabilseydi ya da eşit bir çözümden yana ağırlığını koyabilseydi, ya Güney’e baskı yaparak KKTC’yi GKRY ile birlikte AB üyeliğine alır, ya da Türkiye’nin tam üyeliğinin önünü açar ve Türk tarafının elini rahatlatırdı. AB yetkilileri Yunanistan’a olan hayranlıkları nedeniyle bunun tam tersini yapmayı tercih etmiştir. Sonuç olarak Kıbrıs: Kıbrıs, tarih boyunca birçok uygarlığın bir arada yaşadığı bir ada olmuştur. Kıbrıs, hiçbir dönemde bir milletin veya bir devletin, sadece kendi dininden veya ırkından olanlara yaşama hakkı tanıdığı bir ada olmamıştır. Büyük önder Atatürk’ün ifade ettiği gibi Kıbrıs, stratejik olarak ve Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından çok büyük bir önem taşımaktadır. Adadaki Türk varlığının korunması, Türkiye açısından hayati öneme sahiptir. Kıbrıs kaybedilirse, Türkiye nefes alamaz hale gelecektir. Doğalgaz ve petrol boru hatlarının İskenderun Körfezi’ne kadar uzanması, bölgenin ve Kıbrıs’ın stratejik önemini bir kat daha artırmaktadır. Kıbrıs konusunda, bölgenin stratejik önemini yansıtan birçok jeopolitik hesabın yanı sıra Doğu Akdeniz’deki enerji yataklarının küresel güçler tarafından kullanılması da etkili olacaktır. Kıbrıs’ın üzerinde oynanmak istenen oyunlar, Türkiye ve Kıbrıs Türkleri tarafından asla kabul edilmemelidir. Bazen çözümsüzlüğün de bir çözüm olabileceği unutulmamalıdır. Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, 1897 savaşından galip çıktığı halde barış masasında Girit’te uluslararası yönetimin temsilcisi sıfatıyla Yunan prensinin hâkimiyetine izin vererek egemenlik haklarını kaybetmiş, Ada’da yaşayan Müslümanların katledilmesine neden olmuştur. Eğer Kıbrıs’ın kaderi de Girit’e benzerse, bu büyük sorumluluğun altından ne Kıbrıs, ne de Türkiye’deki siyasi iktidar kalkabilir. Hiçbir Türk makamı, hiçbir Kıbrıslı Türk, var olan bir devleti ortadan kaldıracak anlaşmaya imza atamaz, atmamalıdır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle