17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 14 MAYIS 2019 SALI [email protected] TASARIM: BAHADIR AKTAŞ olaylar ve görüşler Avrupa Parlamentosu seçimleri ve Avrupa bütünleşmesinin geleceği Dr. Erhan Akdemir Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi Avrupa Parlamentosu (AP), Avrupa Birliği (AB) kurumları içinde doğrudan halk tarafından seçilen tek organdır. Bu yönüyle AP, AB’nin ulusüstü niteliğini yansıtan en önemli kurumlardan biri olma niteliğini de taşımaktadır. AB üyesi ülkelerin vatandaşları olan AB vatandaşları beş yılda bir yapılan AP seçimlerinde oy kullanabilmektedirler. AP’nin son seçimi 2014 yılında yapılmıştır. 2019 seçimleri ise 2326 Mayıs tarihinde yapılacaktır. Parlamento, bugün için AB’ye üye 28 devletin toplamda 751 temsilcisinden oluşmaktadır. Bu rakam, 750 üye ve bir başkanı içermektedir. İngiltere’nin AP seçimlerinden önce birlikten ayrılması durumunda ise sandalye sayısı 705’e düşecektir. İngiltere, AP seçimleri gerçekleştikten sonra AB’den ayrılırsa da, İngiltere’ye ait olan 73 sandalye Fransa, İtalya ve İspanya’nın da aralarında bulunduğu 14 ülke arasında dağıtılacaktır. AP’de hangi üye devletin kaç parlamenter ile temsil edileceği üye devletlerin nüfuslarına göre tespit edilmektedir. Buna göre; AB’nin nüfusu en fazla olan ülkesi Almanya’nın AP’de 96 sandalyesi bulunurken, düşük nüfuslu üye ülkeler Malta, Lüksemburg ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ise 6 sandalyeye sahiptir. AB vatandaşlarını karar alma mekanizmalarında temsil etmek ve çıkarlarını gözetmekle yükümlü olan AP milletvekilleri, AP’de sahip oldukları ülke vatandaşlıklarına göre oturmamaktadırlar. AP milletvekilleri, temsil ettikleri siyasi parti grubu içerisinde oturmaktadırlar. AP milletvekilleri seçimleri, 1979 yılına kadar ulusal parlamentoların içerisinden belirleniyordu. Söz konusu tarihten itibaren ise AP milletvekilleri doğrudan AB vatandaşları tarafından seçilmeye başlanmıştır. AB ve katılımcı demokrasi AB demokrasiye dayalı ulusüstü bir oluşum olarak AB’nin ve AB vatandaşlarının geleceğini ilgilendiren kararların alınmasında ve öncesinde birlik vatandaşlarının karar alma mekanizmalarına katılımına büyük ihtiyaç duymaktadır. Birliğe göre; gelişmiş katılımcı demokrasinin varlığı, karar alma süreçlerine siya AB üyesi ülkelerin vatandaşları, AP seçimleri için 2326 Mayıs’ta sandık başına gidecek. AB vatandaşlarından uzaklaştıkça bütünleşmesinden de kopmaktadır. Bu bakımdan 2326 Mayıs tarihlerindeki AP seçimlerine katılım oranı AB için oldukça önemli olacaktır... sal hayattaki tüm siyasal aktörlerin eşit şekilde ve koşullarda etkin katılımıyla sağlanabilmektedir. AB’ye göre, güçlendirilmiş ve işleyen bir katılımcı demokrasi için en başta bireylerin katılımcı girişimlerinin geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Bu yaklaşıma sahip olan AB, bu doğrultuda ulusal devletteki tüm siyasal aktörlerin siyasal hayata katılımlarını artırmayı ve gerek ulusal düzeyde siyasal aktörlerin birbirleriyle, gerekse de birlik üyesi devletlerin kendi aralarında benzer siyasal aktörlerle iletişim ve işbirliği kurmalarını teşvik etmektedir. Bu çerçevede, AB kurumsal düzeyde birliğin karşılaştığı sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel sorunların saptanmasında ve çözümünde AB vatandaşlarının ve diğer siyasal aktörlerin aktif katılımlarını beklemekte ve aslında buna da ihtiyaç duymaktadır. Bununla birlikte, AB demokrasiyi kamusal tartışmalarda yer almayı başarabilen vatandaşların varlığına dayandırsa da kendi içerisinde birkaç on yıldır devam eden “demokratik açık” tartışmasını noktalayamamıştır. Demokratik açık kavramı, demokratik yönetimin ilkeleri ve standartları ile kurumsal kurallar ve politik uygulamaların arasında belirgin bir tutarsızlık olduğu anlamına gelmektedir. Hem kurumsal düzenlemelerin ve siyasal uygulamaların AB içinde demokratikleşmeyi yeteri kadar geliştirememesi, hem de ulusal düzeydeki parlamenter demokrasi kavramının AB nezdinde tam olarak oturtulamaması konuları bu kapsamda değerlendirilebilir. AB’nin kurumsal anlamda iş leyiş yöntemlerinin karmaşıklığı nedeniyle vatandaşlarından giderek uzaklaştığı ve AB vatandaşlarıyla karar alma mekanizmaları arasındaki mesafenin giderek açılması, söz konusu kavramın diğer bir tanımıdır. AB açışından bu duruma baktığımızda, siyasal katılım birliğe ilişkin son beş, on yılda bazı endişe verici eğilimler tespit edilmektedir. Özellikle de, Batı Avrupa ve merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinde siyasi katılım eğilimleri üzerine gerçekleştirilen araştırmalar, yine son on yıllarda siyasal aktörlerin siyasal katılım seviyelerinde geriye doğru gidişlerin gerçekleştiğini göstermektedir. Bu anlamda birçok çalışma, gerek ulusal gerekse de AP seçimlerine katılım seviyelerinde bir azalmaya işaret etmektedir. Örneğin AB genelinde ulusal parlamentolar tarafından değil de, 1979’dan itibaren doğrudan AB vatandaşları tarafından seçilerek oluşturulan AP seçimlerini dikkate aldığımızda söz konusu tarihten itibaren seçimlere katılım oranları hem ulusal bazda hem de AB ortalamasında düşüş kaydetmektedir. 19792014 arası AP seçimlerinde katılım oranı AB ortalamasında şu şekildedir: 1979 yüzde 61.99, 1984 – yüzde 58.98, 1989 yüzde 58.41, 1994 yüzde 56.67, 1999 yüzde 49.51, 2004 yüzde 45.47, 2009 yüzde 42.97, 2014 yüzde 42.61. Siyasi bir tsunami Öte yandan, nisan ayında AP tarafından yayımlanan Kantar Public araştırma şirketinin anketine göre, AB vatandaşlarının sadece yüzde 5’inin AP seçimleri nin tarihlerini net olarak bildiğini ortaya koymuştur. Araştırmaya göre, AB vatandaşlarının yaklaşık yüzde 60’ı AP seçimlerinin mayıs ayında gerçekleşeceğini bilmemektedir. Bu çerçevede, AP seçimleri hakkında AB vatandaşlarının çok fazla bilgi sahibi olmamaları, vatandaşların AP seçimlerini kendi sorunlarına bir cevap olabileceğini düşünmemeleri ve özellikle de gençler arasında siyasete olan ilginin azlığı yukarıdaki rakamların temel nedenleri olarak görülmektedir. AB içerisinde birlik vatandaşlarının neden daha fazla AB işlerine siyasal katılım göstermesi gerektiğine ilişkin iyi bir örnek ise, AB Anayasası tartışmalarında yaşanan gelişmelerdir. AB’yi daha demokratik, daha güçlü, daha bütünleştirici ve uluslararası alanda daha etkili kılmayı amaçlayan AB Anayasası, ilk önce 29 Mayıs 2005 tarihinde Fransa’da daha sonra da 1 Haziran tarihinde Hollanda’da yapılan referandumlar sonunda büyük bir darbe yemesine yol açmıştır. Fransa’dan yüzde 55’lik, Hollanda’dan da yüzde 61.6’lık “hayır” oylarının gelmesi AB’de endişelere ve tartışmalara yol açmıştır. AB’nin kurucu iki ülkesinden de anayasaya “hayır” yanıtının gelmesi kuşkusuz Avrupa için “siyasi bir tsunami” etkisi yaratmıştır. Bu “hayır” yanıtları Avrupa’nın gelecekte yöneleceği yol konusunda ve demokrasisi konusunda da ciddi soru işaretleri oluşturmuştur. AB ülke liderlerinin ve kurumlarının, aldıkları kararlarda halkı dikkate almamaları, AB kurumları tarafından alınan kararların halkta yarattığı olumsuz tepkiyi görmemeleri ve AB kamuoylarındaki eğilimlere ilgisiz kalmaları her iki ülkenin de AB Anayasası’nı anlayamamasına ve dolayısıyla da onay vermemesine neden olmuştur. Bu minvalde, AB vatandaşlarından uzaklaştıkça bütünleşmesinden de kopmaktadır. Bu bakımdan AB vatandaşlarının 2326 Mayıs tarihlerindeki AP seçimlerine katılım oranı AB için oldukça önemli olacaktır. Netice itibarıyla demokrasi tartışmalarının beşiği olan Avrupa, demokrasiyi, kamusal tartışmalarda yer almayı başarabilen vatandaşların varlığına dayandırmaktadır. Bu açıdan AB vatandaşlarının birlik içerisindeki kamusal tartışmalara ve karar alma mekanizmalarına aktif katılımı Avrupa bütünleşmesi için elzemdir. 99 canlı Demokratik Cumhuriyet Atatürk ve arkadaşlarının Feodal bir toplumsal yapı üzerine kurdukları yeni devletin “Demokratik Cumhuriyet İdeali” o denli doğru, güçlü ve geleceğe dönük bir modeli yansıtıyordu ki, İsmet Paşa’nın Çok Partili Düzen’e geçmesinden sonra, Devlete yeniden el koyan gerici Feodal güçler bile bu “İdeali” katletmeye çok çalıştılar ama öldüremediler... Erdoğan/AKP iktidarına kadar bu ideal en az 6 darbe girişimine dayanmış ve hatta bunlara karşın zaman zaman gelişmişti bile. HHH 2002’de başlayan Erdoğan/AKP iktidarı zaten 6 darbe yemiş ama hâlâ direnen bir “Demokratik Cumhuriyet İdeali”nden arta kalan hükümeti devraldı ve siyasal gücünü devleti ele geçirerek bu ideali tümüyle yok etmek için kullandı: Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görevinin bitmesi, Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ve Anayasa Mahkemesi’nin oybirliğiyle “Laiklik karşıtı odak” kararına rağmen 5’e karşı 6 oyla partiyi kapatmayı reddetmesi gibi olayların sonunda yeterince güçlenerek, Silivri davalarıyla önündeki bütün sivil ve askeri bürokrasi engellerini kaldırdı. 1) 20072015 Silivri davaları... 2) 2007 Cumhurbaşkanının doğrudan seçilmesine ilişkin halkoylaması... 3) 2010 yargıyı siyasetin emrine veren halkoylaması... 4) 2014 Erdoğan’ın Başbakanlık’tan istifa etme den Cumhurbaşkanı seçilmesi... 5) 2015 Haziran seçimlerinde iktidarı kaybetmesine karşın, hükümeti kurdurmaması ve aradaki kitlesel katliamlardan sonra kasımda seçimi tekrarlatması... 6) 2016 Temmuz 15 kalkışmasından sonra 20 Temmuz’da OHAL ilanı... 7) 2017 halkoylamasını OHAL baskısı altında yaptırması ve yasaya aykırı olarak mühürsüz oyları geçerli saydırıp rejimi değiştirmesi... 8) İstanbul seçimlerini haksız ve hukuksuz olarak iptal ettirmesi... Aradaki yasalara ve Anayasa’ya aykırı olan başka düzenleme ve uygulamaları saymasak bile: “Demokratik Cumhuriyet İdeali”nin Erdoğan/AKP iktidarı döneminde en az 8 bıçak darbesi daha yediğini gösteriyor. HHH Kimse ucube bir Anayasaya dayalı olan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin ve Erdoğan/ AKP iktidarının “Demokratik Cumhuriyet İdeali”ni öldürdüğünü ya da öldürebileceğini sanmasın: Bu ideal, insanlığın tarihsel birikimini ve siyasal evrimini yansıttığı, ayrıca insan haysiyetine de uygun olduğu için dokuz değil 99 canlıdır... İstanbul halkı o nedenle sandıkta ifade ettiği iradesine el konulmasına karşı çıkmaktadır! YAŞASIN ÖZGÜRLÜK... KAHROLSUN KÖLELİK... KAHROLSUN FAŞİZM... YAŞASIN DEMOKRATİK CUMHURİYET! Mühür hikâyeleri ve seçimlerimiz Umut Özkan Tarihte “mühür”, kutsanmış bir kavram olarak günümüze kadar gelmiştir. Padişah mühürlerinden veziri azam mühürlerine, oradan da ünlü ferman mühürlerine kadar. Devletlümüzün yazışmaları hep mühürlü, imzalı ve tuğralı olmuştur. Mühür ile gelen her söz padişah buyruğuydu, üstüne söz söylenemezdi, hemen yerine getirilirdi. Onu sorgulamak mümkün değildi. Bazı zamanlarda onu dikkate almak istemeyenler çıkmış, “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” denilmiş, memleketin dağları mesken tutulmuştur. Zaman zaman da yine mühürlü bir fermanla zorunlu ikamete mecbur edilen halk, “Kalktı, göç eyledi Avşar elleri/Ağır ağır giden yollar bizimdir/Arap atlar yakın eder ırağı/Yüce dağdan aşan yollar bizimdir” denilerek, mühürlü ferman iade etmiştir. Büyük şehirlerimizin müzelerinde padişah mühürlerinin yanında şeyhülislamların, kadıların mühürlerini de görürüz Cumhuriyet dönemi başbakanlarının, bakanlarının, bilumum devlet ricalinin de mühürlerinin sergilendiğini biliriz; hem de mihmandar eşliğinde. Anadolu’da Cumhuriyetle birlikte hem kumandan hem de muhtar mührü gören insanımız, mühür kavramına uzak değil. Sonuçta bu ikiliden ve mühürlü kâğıtta yazılandan bayağı eziyet gördüklerinden, mühürlü kâğıtlara ürkerek, korkarak yaklaşmışlardır. Yine bizim üçkâğıt sözlüğümüz içinde, patatesten yapılan devlet mühürleri vardır ki yaptıkları işlerle tarihe geçmişlerdir. Bu tiplere “Türk Sülün Osmanlar” adı verilmiştir. Ertaş’ın mührü Hani mahkemeler karar verirken “millet adına” diye verir ya, mührün olduğu her yer “Cumhuriyet adına”yı sembolize eder. Doğruluğu, dürüstlüğü, tarafsızlığı temsil eder. Halk kültürümüzde de Neşet Ertaş ne güzel seslendirir: “Mühür gözlüm seni elden sakınırım, kıskanırım.” Yine çok ünlü bir söz vardır: “Mühür kimde ise Süleyman odur.” 12 Eylül’ün karanlık günlerinin bir sözü vardı. Sokağa çıkma yasağıyla birlikte caddeler, mahalleler mühürlenir, kimse sokağa çıkamazdı. Buna, “Halk yerler mühürlendi” tabiri kullanılırdı. Eskiden bir yiğit gurbete değil de karakola düşse bir mühür ile eve dönerdi çünkü koluna bir mühür basılırdı, silebilirsen sil, yirmi günde zor silinirdi. 1960 darbesinde yine mühürlü bir genelgeyle köylerdeki öğretmenler ve sağlık memurları o köye muhtar olarak atanmış. Muhtar olan öğretmen köyde kimi sevmiyorsa, kimden hoşlanmıyorsa ya da gerçekten suçlu kişilere, “Getirin bakıyım o defter gibi olan nüfus kâğıtlarınızı” deyip, “Bu koyun hırsızıdır” demiş. Altına bir mühür, haydi git derdini Marko Paşa’ya anlat... Tanzimat döneminin en önemli kararlarından birisi, “Angarya ve kötü muamele yasaktır”. Bu mühür işi zaman zaman angarya, zaman zaman kötü muamele ya da kamuda çok yakınılan kırtasiye olarak görülmüştür. Yakında kamu kurumlarında, duvarlarda, “İşlemlerimiz mühürsüzdür, imza karşılığıdır. Lütfen mühür için ısrarcı olmayınız” ibarelerini görürsek şaşmayın. Akşam televizyonu açtım, siyasi parti lideri, “Bu seçim mühürsüz seçimdir” de di. Seçmen ve seçimler sözcük dağarcığında ilk defa duyuyorum böyle bir deyimi ardından geçersiz oyları geçerli sayma ve seçim kurullarını yeniden dizayn etmek. Rahmetli Levent Kırca olsaydı ne skeçler çıkarırdı bu sözden. Aslında çok partili hayata geçtiğimiz günlerde bile hem seçim evrakları hem diğer evraklar mühürlüydü. Ancak 1957 seçimlerinde oy kullanma devam ederken radyodan sonuçlar açıklanıyordu. Oktay Akbal’ı haklı çıkaran neydi? Oktay Akbal haklı çıktı; önce ekmekler bozuldu, sonra tuz kok tu. Her akşam, kerameti kendinden menkul adamları televizyonda izlemek ayrı bir zevk. Bir tanesi diyor ki, “Mühür olmasa ne olacak? Bu çağda gereksiz bir şey.” Ah ah ah! “Kadı ola şikâyetçi” diye bir söz var Türkçemizde, kimi kime neyse... Adam Smith’in ruhu bu ekranlarda dile geliyor. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” Şimdi her yerde bir mühürdür gidiyor, bulamadılar. Çocuklar bir anahtar bulma oyunu oynarlar, “Açıl susam açıl!” diye bir oyundur. Derler ki, “Anahtar nereye gitti? Suya düştü, bitti” denir, anahtar bulunmaz. Bizim mührün de inşallah başına öyle kötü bir şey gelmemiştir. Zor Oyunu, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen Soğuk Savaş sürecinde, Türkiye’nin NATO’ya katılmasıyla başlayan uzun bir dönemin öyküsüdür. Çok partili yaşama geçen ülkede, iktidar ve muhalefet düşman kardeşlere dönüşür; subaylar her taşın altında NATO adına düşman aramaya başlar... Erol Toy, romanında Kurtuluş ve Kuruluş döneminin idealist ordusunun, 12 Eylül’ün darbeci çizgisine kayışını usta bir dille anlatıyor. 12 Eylül 1980 darbesinden hemen önce kaleme alınan ama darbe dönemi koşullarında okurla buluşamayan kitap, yeniden gün ışığına çıkıyor...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle