18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 29 MART 2019 CUMA [email protected] TASARIM: BAHADIR AKTAŞ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Toplumcu belediyecilik Av. Kemal Akkurt / Sosyal Demokrat Avukatlar Derneği Başkanı Belediyeler, tarihsel olarak meta üretimi ve ticaretin merkezleri olarak, kentleri yönetmek için kuruldular. Kuruluşun itici gücü, kentlerin yeniden üretimine olan gereksinimdi. Kentin egemenlerinin, sermaye birikimi için kente ve emek gücüne ihtiyaçları vardı. Emek gücünün ise barınmaya, suya, ısınmaya, ekmeğe, giyinmeye ve bunları satın alacakları yerlere. Bu nedenle belediye örgütlenmesi, sermaye ve işçi sınıfının asgari ortak ihtiyaçları üzerinde yükseldi. Ekonomik, sosyal, bilimsel ve toplumsal gelişmelerin sonunda, bugünün dünyasında belediye, yine aynı amaca hizmet ediyor. Kentte üretim ve tüketim zincirinin aksamadan sürmesi için, kenti ertesi güne, kent emekçisini üretime hazırlıyor. Belediyeyi kuran sınıfsal ilişkiler, bugün de geçerli. Sadece daha karmaşık, daha yüksek beklentiler, daha çeşitlenmiş ihtiyaçlar söz konusu. Küresel ekonominin yarattığı eşitsizliği, kentin emekçileri, dar gelirlileri, iliklerine kadar yaşamaktadırlar. Eşitsizlik ile gelen yoksulluk, yeni devlet anlayışı için ortadan kaldırılması gereken değil, yönetilmesi gereken bir sorun olmuştur. Yoksulluğun yönetimi, yoksulluğun bağımlı hale gelmesi, biat kültürünün inşası ile mümkündür. Biat kültürü de adım adım gerçekleştirilmektedir. Devletler ve toplumlar, bu eşitsizliğin yarattığı buhrandan çıkmanın yollarını bulmaya çalışıyorlar. Bu nedenle neoliberalizmin doğduğu İngiltere’de bile, kamu hizmetleri devlet eliyle yapılmaya başlandı. Fransa’da halkın su hizmeti yeniden belediyeler eliyle verilmeye çalışılmaktadır. Ülkemizde de küresel şirketlerin dayattığı neoliberal anlayış, insanları umutsuzluğa doğru sürüklemektedir. Onuruyla geçinebileceği bir iş bulmakta zorlanan kentli kadar, deresini, mera Yerel yönetimler, insan haklarının somutlaştırıldığı önemli bir alan olarak kabul edilmelidir. Bu da daha fazla demokrasi ve daha fazla insan hakları bilinci gerektirmektedir... sını, bostanını kaybetme korkusu karşısında yaşam mücadelesi veren köylü de toplumsal statüsünü kaybetmeye başlamıştır. Bu yüzden yeni seçenekleri konuşmanın zamanıdır. Yerel yönetim politikalarında başarılı olabilmek için, yerleşim birimlerindeki ortak ihtiyaçlardan yola çıkmak gerekmektedir. Sağlığa, nitelikli eğitime, bilgiye, konuta, ulaşım olanaklarına, kültürel hizmetlere, ileri bilişim ve iletişim araçlarına, mimari ve estetik açıdan düzgün bir çevreye, küresel ısınmadan korunmuş bir iklime, deprem başta olmak üzere, afetlere karşı azami koruma sağlayan yapılara ve alanlara ulaşmaya, insanların kendilerini ve kapasitelerini geliştirmeleri için elverişli olanakları elde etmelerine ihtiyaç bulunmaktadır. Bunları yapabilmek için de, finansmanın ve ülke kaynaklarının merkezi ve yerel yönetimler arasında verimli ve dengeli bir biçimde paylaşılması gerekmektedir. Kentlerin nüfusunun ve ekonomi içindeki payının ve aynı zamanda buralardaki eşitsizlik ve dengesizliklerin artması, insan odaklı gelişmeyi öne koyan çağdaş yerel yönetim anlayışını gerekli kılmaktadır. Küresel ve yerel piyasanın temelinde yapılandırılan devlet yapısı içinde, halk yararına bir belediyecilik seçeneği var mı? Ülkemizdeki durum nedir? Ülkemizde nüfusun yüzde 75’i il ve ilçe merkezlerinde, bunun da yüzde 36’sı beş büyük kentte yaşamaktadır. Bu durumun yarattığı dengesiz kentleşme ve nüfus yoğunlaşması, altyapı yetersizliklerini, sosyal sorunları ve doğal kaynaklara yönelik tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. Bu genel sorunları çözecek ve yönledirecek olan da merkezi yönetimdir. Ancak merkezi yönetim, büyük şehirlerde ki uygulamalarıyla, bu sorunların çözümünü değil, büyümesini sağlamaktadır. Yakın bir gelecekte büyük şehirlerin yaşanamaz hale gelmesi kaçınılmazdır. Bu arada birçok alanda merkezyerel yönetim arasındaki yetki karmaşası da büyüyerek sürmektedir. TOKİ gibi merkezi kuruluşlara imar yetkisi verilmesi gibi uygulamalar da yetki karmaşasını artırmaktadır. Yerel yönetimlerin kurulması, idari yapılanması ve işleyişi, demokrasi ve insan haklarıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle, yerel yönetim politikaları, demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesi esaslarına dayanmalıdır. Yerel yönetimler, insan haklarının somutlaştırıldığı önemli bir alan olarak kabul edilmelidir. Yerel yönetimler, bu alanlarda yaşayan insanlara hizmetleri eşitlik ilkesi içinde götürmelidir. Yerel halkı oluşturan tüm katmanlar, yerel hizmetlere kolayca ve eşit olarak ulaşmalı ve yararlanabilmelidir. Bu da daha fazla demokrasi ve daha fazla insan hakları bilinci gerektirmektedir... Toplumcu belediye Toplumcu belediye kentte her düzeyde dayanışmaya öncülük eden ve dayanışmayı kuran belediyedir. Örgütlü toplum kesimlerinin, karar ve yönetim sürecine katılması gerekir. Bu nedenle mahalle muhtarları, kendi mahallesiyle ilgili kararlarda söz ve oy sahibi olmalıdır. Muhtar, belediye meclisinin doğal üyesi olmalıdır. Planlama, karar alma ve uygulama süreçlerinde yurttaş, üniversite, ilgili meslek kuruluşları, ilgili sivil toplum örgütleri ve belediye çalışanları söz sahibi olmalıdır. Siyasi ve mali çıkarcılık ortadan kaldırılmalıdır. Belediye, kaynak yaratan, üreten ve üretime yön veren, istihdam olanaklarının yaratılması na katkı sağlayan, kooperatifçiliği destekleyen bir yapıya kavuşmalıdır. Kentine sahip çıkan, talep eden, sorgulayan, hak arayan, yurttaşı destekleyen ve kentlilik bilincinin oluşmasını sağlayan belediye, toplumcudur. Çevre, doğal yaşam, tarihsel ve kültürel miras ve varlıklar korunmalı ve gelecek kuşaklara bozulmadan bırakılmalıdır. İnsanların kaliteli ve mutlu yaşayacağı kenti kuran belediye, toplumcudur. Bugünkü yasal düzenlemelere rağmen, toplumcu belediyecilik mümkün mü? Ülkemizde sınırlı sayıda da olsa bunu başarabilen belediyeler vardır. Dünyada çok sayıda örnek bulunabilir. Fiili durum yaratılarak “toplumcu, katılımcı belediyecilik” mümkündür. Örneğin muhtarları belediye meclisinin doğal üyesi yapıp, söz sahibi kılmak için yasal düzenlemeye ihtiyaç olmadığı gibi. Temel kamu hizmetlerinin parasız veya sembolik ücretlerle yapılması için de yasal değişikliğe gerek yok. Temel dayanak olarak, Anayasadaki “Sosyal Devlet” ilkesi esas alınarak, bunların yapılması mümkündür. Yeter ki, temel insan hakları, demokrasi ve katılımcılık, sosyal devlet ilkeleri özümsensin ve içselleştirilsin. Günümüzde kentler, ancak özgür ve duyarlı bireylerin yaşamlarını kolaylaştıran örnek projelerle güzelleşirler. Bireylerin haklarını araması, talep etmesi, alınacak kararlara dolaylı da olsa katılması ile de belediyeler güçlenir ve büyürler. Toplumcu ve katılımcı belediyecilikte, kentin parklarının yıkılmasına, ağaçların kesilmesine, yerine devasa AVM’lerin yapılmasına, merkezi hükümet değil, belediye meclisleri, çalışanları, muhtarlar, sivil toplum örgütleri ve orada yaşan bireyler karar verebilir. Gerekirse referandum ile kararlar belirlenir. Merkezi hükümet bunlara karar verecekse, belediyelere ihtiyaç olmaz... Önümüzdeki yerel seçimlere bir de bu gözle bakalım... Güçlüye karşı doğruyu savunmak!  Yanlış yapan güce karşı... Yanlış yapan güçlülere karşın... Yanlış yapan iktidara karşı... Yanlış yapan muktedirlere karşın... DOĞRUYU YAPMAK, DOĞRUYU SAVUNMAK: Zor kardeşim, zor... HEM DE ÇOK ZOR! HHH Diyelim ki sanatçısın, edebiyatçısın, akademisyensin, öğretmensin, mimarsın, mühendissin, avukatsın, savcısın, yargıçsın, hekimsin, hemşiresin, memursun, işçisin, ... Bir işin, bir mesleğin var: Kendi halindesin... İşini doğru düzgün yapmaya, genel ahlak ve meslek ahlakı kurallarına uygun davranmaya, kendince “iyi insan olmaya” çalışıyorsun. Politikaya girmek, ülkeyi yönetmek gibi bir arzun filan da yok: Etliye sütlüye karışmıyorsun, kimsenin tavuğuna kış demiyorsun, kimseyle uğraşmıyor, kimseye saygısızlık, terbiyesizlik etmiyor, kimseyle kötü olmak istemiyorsun. Ama diyelim ki, ülkeyi yönetenler, muktedirler, güçlüler, sürekli yanlış yapıyor, seni rahat bırakmıyorlar: Mesleğini, işini, usulüne uygun, kurallara bağlı, genel ahlaka ve meslek ahlakına göre yapmanı engelliyorlar... Üstelik, diyelim ki senin de, haksız, adaletsiz ve yanlış bir kavgada kendilerinden yana olarak mücadele etmeni istiyor, bunun için baskı yapıyorlar... “Ben bu işlere karışmak istemiyorum, bırakın ken di işimi gücümü yapayım” dersen, “Tarafsız kalan, bitaraf olan, bertaraf olur” diye seni tehdit ediyorlar... Hele bir de yaptıkları haksızlıklara, hukuksuzluklara, adaletsizliklere, yanlışlara, karşı çıkarsan seni ayrıca cezalandırıyorlar. Onların emirleri yerine genel ahlak ve meslek ahlakı kurallarını uygulamakta ısrarlıysan işinden bile atılabiliyor veya zaten işe girme ve mesleğini yapma olanağı bile bulamıyorsun. Bu koşullarda, sanatta, edebiyatta, bilimde, teknolojide, dünya çapında başarılar kazanmış olan parlak beyinler, yurtdışından ülkelerine dönerler mi? Yurtiçinde kalanların kimileri de varlıklarını sürdürebilmek için kimi zaman yanlışlık yapan güç sahiplerine, iktidarlara yanaşmaz mı, yaltaklanmazlar mı? Yurtiçindeki ve dışındaki bu tür tutum ve davranışlar bir ülkenin kültür, sanat, bilim yaşamına ve ekonomisine olumsuz etki etmez mi! HHH Seçim dönemleri, sadece güç sahiplerinin, siyasal iktidarların değil, genel ahlak ve meslek ahlakı kurallarına göre yaşamak isteyen sanatçıların, edebiyatçıların, akademisyenlerin, öğretmenlerin, mimarların, mühendislerin, avukatların, savcıların, yargıçların, hekimlerin, hemşirelerin, memurların, işçilerin, uzun sözün kısası, tüm seçmenlerin de sınav zamanıdır: İnsanların gerçek kişilikleri, kimlikleri böyle zamanlarda, tek başlarına oy kabinine girdiklerinde ortaya çıkar! Türkiye’nin demokrasi pratiği Türkiye, 24 Haziran’da yürürlüğe giren anayasa değişiklikleri sonucunda dünyanın hiçbir yerinde olmayan, hiçbir kuram ile örtüşmeyen bir yapıyla yönetilir oldu. Av. Mustafa Karadağ Bir ülkenin demokratik bir ülke olup olmadığını öncelikli olarak anayasasına bakarak anlayabiliriz. Kabaca, kuvvetler ayrılığının varlığına, yargı bağımsızlığının teminat alınıp alınmadığına, yasama organındaki temsiliyet hali ile yasama faaliyetindeki özgürlüğüne, yasalaşma sürecinin niteliğine, bir de yürütmenin denetlenebilir olup olmadığı ile hak ve özgürlüklere saygı duyuş biçimine bakarak bir tespitte bulunabiliriz. Demokratik ülkelerde yürütme basiretli, yasalara ve yargı kararlarına saygılı, şeffaftır. Yasama eşit temsile dayalı çoğulcu bir yapıda ve anayasa ile uluslararası sözleşmelere uygun şekilde kendi koyduğu demokratik çalışma usullerine göre yasama faaliyetlerini yürütür. Yargı güçler ayrılığı ilkesi uyarınca yürütme ve yasama ile eşittir, ama eşitler içindeki en eşit güçtür. Zira yargı kararlarını ortadan kaldıran, bunlara aykırı yasa yapılamaz, yürütme yargı kararlarına mutlak uymak zorundadır. Böyle bir en eşit hali vardır. Bunların dışında bağımsız ve tarafsızdır, bağımsızlığı anayasa ile teminat altına alınmıştır. Yargılama faaliyetleri: masumiyet karinesi, lekelenmeme hakkı, yaşam hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi ilkelere saygı duyarak, hak, emek, eşitlik ve özgürlük temelli olarak aleni bir biçimde yürütülür ve bu işleyiş teminat altına alındığı gibi bizatihi bu işleyiş hak ve özgürlüklerin, hukuk güvenliğinin teminatıdır. Benzersiz sistem! Gelelim güzel ülkemiz Türkiye’ye: Anayasaya bakacak olursak, uygulanmaya dahil olamayan birkaç hak ve özgürlüklere ilişkin maddesi haricinde ne yazık ki iç açıcı bir manzarayla karşılaşmak neredeyse olanaksız. Normal koşullarda 3 Kasım 2019 tarihinde yürürlüğe girecek iken seçimin erkene alınmasıyla 24 Haziran 2018 tarihinde yürürlüğe giren anayasa değişiklikleri sonucunda dünyanın hiçbir yerinde olmayan, hiçbir kuram ile örtüşmeyen, daha sonraları Cumhur başkanlığı kararnameleri ile tadil edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen, aslında rejimi değiştirmeyi amaçlayan ve büyük ölçüde de başaran değişik bir yapı ortaya çıktı. Çünkü artık, yasama TBMM etkisizleştirildi, yargı dolaylı olarak bütün üyeleri partili Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen HSK’ye teslim edildi. Bu saatten sonra Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin anayasal denetiminin varlığı ya da yokluğunu tartışmanın pratik bir faydası kalmadı. ‘Başyücelik devleti’ Yürütme gücü, gönlünde tam ve denetimsiz bir başkanlık yatan Cumhurbaşkanı’na ait. Bakanların hukuki değeri yok. Aslında hukuki anlamda bir hükümet yok, rejim Necip Fazıl Kısakürek’den feyz alınan Başyücelik devletine dönüştürülmüş durumda. Hâkimiyet artık milletin değil Hakk’ın. Kanun onun kanunu, devlet onun devleti. Tabii ki Hakk, kanunu, iradeyi bizzat koyamayacağına göre bu yetki Başyüce’nin. Bakanların bağlı oldukları kurulların üyelerini seçme ve siyaseti belirleme yetkisi de Başyüce’nin. Şimdilik Başkan ya da Reis ihtiyacı karşılıyor. Aslında rejimin tanımladığı egemen. Yani kural koyucunun adı Reis. Reis hem ordunun, hem yargının, hem yasamanın başı. Zira kanunu koyan bu kanunun nasıl uygulanacağını belirleme yetkisine de sahip. Aslında yukarıdaki paragraftan sonra demokratik hiçbir yapıyı konuşmanın gereği yok. Yine de Türkiye pratiğini tartışmak bakımından yargıya ve peşinden bu pratiğin ceza yargılamalarını nasıl etkilediğine, ne gibi sonuçlar yarattığına değinmekte fayda var. Önce yargılamalara konu olabilecek ya da hukuken ihlal sayılabilecek eylemleri anımsayarak başlarsak seçim dönemi içindeki özellikle iktidar partisi temsilcilerinin rakipleri için söyledikleri sözlerin birçoğu tehdit ve hakaret boyutunda, fakat şimdiye dek bu eylemler hakkında soruşturma yapacak yiğit bir savcı bulunamadı. Siyaset erbabının her eyleminin soruşturmaya konu edilmesini savunmuyo ruz elbet, bu bakımdan bu konuyu geçiyoruz. Örneklemek gerekirse Charlie Hebdo’nun karikatürlerinin yayımlanması ile ilgili olarak Cumhuriyet gazetesi önünde tehditkâr ve saldırgan eylemlere bir soruşturma açılmaz iken basın özgürlüğüne destek amacıyla Cumhuriyet gazetesine gidenler ve gazeteciler hakkında soruşturma açılması, Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun onca ihlal değerlendirmesine karşın altı yıl sonra her türlü hukuki dayanaktan yoksun bir şekilde Gezi olayları ile ilgili olarak 16 kişi hakkında dava açılması bir yargı pratiğidir. İktidar ve muhalefet temsilcileri arasındaki manevi tazminat davalarındaki orantısızlık bir yargı pratiğidir. ÇHD’li avukatların savunmaları dahi alınmadan, mütalaa verecek savcı değiştirilerek bütün ceza yargılama kuralları ortadan kaldırılarak hüküm kurulması mevcut rejimin bir yargı pratiğidir. Cumhurbaşkanına hakaret suçunun 16 Nisan referandumu sonucunda Cumhurbaşkanı’nın partili olması ile tartışılır hale geldiğini, özellikle 24 Haziran sonrasında Cumhurbaşkanı ile önceki Cumhurbaşkanı’nın hukuki koruma bakımından aynı cumhurbaşkanı olmadığını görememe hali ne yazık ki talihsiz bir yargı pratiğidir. Başbakanlığı dönemine ilişkin olarak ve o dönemde yapılan bir eleştirinin sonradan Cumhurbaşkanına hakaret suçlaması olarak değerlendirilmesi ve bir avukatın savunmasında kullandığı saptama nedeniyle soruşturma ve dava açılması, savunmanın özgürlüğü ve bağımsızlığı ilkelerinin ihlal edilmesi, yeni rejimin bir yargı pratiğidir. Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla açılan neredeyse hiçbir davadan beraat kararı çıkmaması ise yeni yargı pratiği bakımından her gün gözümüze sokulan ve hukuken tartışılması gereken bir gerçekliktir. Not: 31 Mart seçiminin propaganda çalışmaları sırasında iktidar partisi genel başkanının muhalefetin hem başkanlarına hem adaylarına her şeyi söylemesini doğru bulmamakla birlikte kanıksadık da bir hukukçu olarak bakanların tehdit ve hakaretlerine mevcut rejim itibarıyla bir hukuki konum, sebep, yetki, hak vs. bulamadım, ama şart da değil. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle