22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 20 MART 2019 çarşamba gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: BAHADIR AKTAŞ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Yüksek Seçim Kurulu ve anayasal görevi 2 Prof. Dr. Süheyl Batum 6) Oysa seçimlerin baş langıcından itibaren, “seçimlerin dürüstlük ve eşitlik ilkelerine uygun bir biçimde yapılmasını güvence altına almak üzere görevlendirilen ve yetkilendirilen” tek kurum olan YSK’nin neler yapması gerekirdi? Seçmenlerin siyasi tercihlerini serbestçe yapabilmeleri, seçimin başlangıcından oy verme gününe kadar geçen süre içinde adaylar hakkında yeterli bilgi edinmeleriyle mümkün olabilir. 1982 Anayasası’nın 67. maddesinde yer alan serbest oy kuralı bu hususu da kapsamakta ve onu yargı gözetimi ve denetimi altına almaktadır. Keza Anayasa’nın 79. maddesi, YSK’ye, seçmen tercihlerinin tarafsızlık, gerçeklik ve doğruluk kurallarına uygun oluşmasını sağlama görev ve sorumluluğu vermektedir. Nitekim 1119 ve 1123 sayılı YSK kararlarında da, tüm bu kurallar tekrarlanmıştır. Karşılaştırmalı hukuka bakıldığında, seçimlere ilişkin kabul edilen kuralları düzenleyen yasa hükümlerinin uygulayıcısı olan kurumlar tarafından, özellikle ABD, İngiltere ve Fransa uygulamalarında, “demokratik kurallar ve gelenekler” uyarınca, seçim yarışına katılan her siyasal aktörün, eşitlik ve tarafsızlık kuralından tam olarak faydalanabildiği görülmektedir. Bu itibarla YSK’nin, seçmenin tarafsız, doğru ve gerçek şekilde bilgilenmesini sağlamaya ilişkin asıl anayasal görevi, yasalarda yer alan soyut kurallara yer verdikten sonra bunları hayata geçirecek olan uygulamanın objektif kriterlerini belirlemektir. Bu Yüksek Seçim Kurulu (YSK), Türkiye’de seçimlerin düzen içinde, dürüstlük ve eşitlik ilkelerine uygun biçimde yapılmasını güvence altına almak üzere görevlendirilen tek kurumdur. Ancak, bir dönemden beri görevini bırakmış görünüyor. Yazının bu bölümünde ise YSK’nin bundan sonra ne yaparak eski haline getirilebileceği açıklanıyor. ölçütlerin belirlenmemesinin tarafsızlık, gerçeklik ve doğruluk ilkelerinde keyfiliğin ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği açıktır. Seçimlere ilişkin kanunda yer alan genel kurallar ve 2954 ve 6112 sayılı kanunlardaki özel düzenlemelerle birlikte ele alındığında ise yayın ölçütlerinin belirlenmesinde, yetkinin YSK’ye ait olduğu görülmektedir. Bu konuda yasa boşluğunun olduğu ileri sürülemez. Zira 1982 Anayasası’nın 67. maddesi, ardından 79. Maddesi, bu hususta YSK’ye “tüm işlemleri yapma ve yaptırma yetkisini ve sorumluluğunu” yüklemiş bulunmaktadır. Bu yönde, YSK’nin anayasadan kaynaklanan görevini yerine getirmemesi, açıkça 298 sayılı kanunun 138. maddesinde yer alan cezai sorumluluğun doğması sonucunu ortaya çıkaracaktır. 7) Bunun yanı sıra, “seçimle rin eşitliğini ve dürüstlüğünü” engelleyen bir diğer ve esas sorun, 2017 sonrası ortaya çıkan “Türkiye’ye özgü yeni hükümet sistemi” yani “bir siyasi partinin başkanı olan Cumhurbaşkanı” olgusu karşısında YSK’nin tamamen duyarsız kalması, görmezden gelmesidir. Ve bu durum, açık olarak, seçim yarışının adil ve dürüst yapılmasını engellemektedir. 6771 sayılı Anayasa değişikliği hakkında kanunla, parlamenter sistem yürürlükten kaldırılmış, yasama ve yürütme organlarının oluşum, görev, yetkileri ile bu organlar arasındaki ilişki ler tamamen değiştirilmiştir. Bu itibarla propaganda sürelerinde eşitlik esasının uygulanması açısından, Cumhurbaşkanı’nın değişen statüsü ve siyasal konumu mutlaka dikkate alınmalıdır. Yeni hükümet sisteminde, siyasal olarak taraf ve kararlarından, eylem ve işlemlerinden sorumluluk taşıyan bir Cumhurbaşkanı benimsenmiştir. Ve yürütme organının başındaki tek kişi olan Cumhurbaşkanı, seçim döneminde de faaliyetlerini sürdürmektedir. Kuşkusuz bunlar olağan yürütme fonksiyonunun gereği olabileceği gibi, görüldüğü gibi seçimleri de konu alabilmektedir. Bu da seçimlerin siyasi parti adayları arasında eşit koşullarda yapılmasının önüne geçmektedir. Örneğin 298 sayılı kanunun 60, 61, 64 ve 65. maddelerinde yer alan düzenlemelere ve özellikle “ilan ve reklam yerleri ve toplu taşıma araçları ile ilgili yasakları düzenleyen” madde 61’e karşın “toplu taşıma araçlarında ve yerlerinde yapılan yayınlara” ve “her yere asılmış ilanlara, koca koca resimlere” bir bakın. Şehirlerin her yerinde dev reklam afişleri, üzerinde “Parti başkanı olan Cumhurbaşkanının resimleri”. Sonra Cumhurbaşkanı, her toplantıda, diğer parti başkanlarını doğrudan hedef alan konuşmalar yapıyor. O konuşmalar, tüm radyo ve televizyonlarda önce naklen, sonra tekrar veriliyor. Ve diğer partilerin bunlara ilişkin yanıtları ya hiç verilmiyor ya kısacık veriliyor. Ve YSK, “Cum hurbaşkanını denetleyemem” ge rekçesiyle tüm bunları görmez den geliyor. Ve bu durum, “seçmenlerin iradelerinin, açıkça Cumhurbaş kanının propagandası ile tek ta raflı olarak şekillenmesi” so nucunu doğurmaktadır. Oysa Anayasa’nın 79. maddesi bugün için de geçerlidir. Ve YSK bu ye ni durumu; “Cumhurbaşkanının bir siyasi partinin başkanı oldu ğunu”, görmezden gelerek değil, tam tersine “bu durumu bilerek” karar vermek durumundadır. Bunu da, “Cumhurbaşkanı nı engelleyerek”, “toplantı yap mayın” diyerek yapmasını, tabii ki kimse isteyemez. Ama Cum hurbaşkanının, siyasi faaliyet lerinin, hiç sınır olmadan ve di ğer siyasi parti başkanlarına ke sinlikle tanınmayan ve izin ve rilmeyen ölçülerde (içeriği ve bi çimi itibarı ile) saatlerce, naklen ve kayıttan, yayımlanmasını gör mezden gelmek değil, tam tersi ne yayın sınırı ve koşulları getir mek zorundadır. Cumhurbaşkanı, bir siyasal partinin başkanı olabilir, par tisini her durumda başarılı kıl maktan başka bir şey düşünme yebilir, bu amaçla hiçbir sınıra uymamayı tercih edebilir, ancak YSK yine de, “seçimlerin eşitlik, düzen ve dürüstlük ilkeleri için de yapılmasının” tek sorumlusu ve anayasal açıdan yetkilisidir. Ve görevini kötüye kullanma makla yükümlüdür. Bu kadar açık... BİTTİ İklim değişikliği ve planlama MURAT BALAMİR / E. Prof. Dr. ODTÜ Türkiye günlerdir fırtına, hortum, su baskınları yaşıyor. Küresel ısınma, karbon salımı azaltılarak düşürülebilse de yeterli uygulama henüz uzak. Günümüzde çalışmalar özellikle tarımda “uyum” sağlamaya odaklanmıştır. Oysa uyum sağlama, oldukça dar sınırlara sahip. Bu yaklaşıma verilen önem kısa sürede anlamını yitirecektir. Küresel ısınma, atmosferde su buharını artırmakta, aşırı yağmur, “atmosfer nehirleri”, kar ve dolu gibi yoğun yağışlar yaratmakta, soğuk ve sıcak hava kitleleri alışılmadık karşılaşmalarla hortumlara neden olmaktadır. Bunlardan canlılar ve bitkiler de etkilemekte, kimi türler yok olurken, zararlılar yararlanmaktadır. Yalnızca yağış ve su baskınları için değil, olayların tümü için kapsamlı önlem gerekiyor. AB (2000, 2007) direktifleri, tehlike haritaları hazırlamak, sellerin etkilerini belirlemek görevlerini verir. Bunlara uymayan İspanya, yaptırımlar görüyor. Türkiye’de taşkınlar konusunda genelge (2006), “imar planlarında DSİ tavsiyelerine uyulması” gereğini tanımlar. Dere yataklarında yapılaşma için DSİ’den izin alınır. Başbakanlık genelgesi (2010) ise DSİ ve yerel yönetimler arasında işbirliği ister. Bunlar, bütüncül bir su yönetimi stratejisi oluşturmaz. İklim değişikliği karşısında düzenlemeler yetersizdir. Tarım alanlarında uğranan kayıplar bir yana, su geçirmez yüzeylere sahip şehirlerimiz savunmasızdır. Türkiye’de alışkanlık “yara sarma” çabasıdır, risklerle baş etme yöntemleri, “sakınım’ yaklaşımı değil. Bütüncül yaklaşım Bütüncül yaklaşım, su döngü sistemini irdeler. Havzada engebe, akarsu eğimi ve uzunluğu, bitki örtüsü, fiziki ve kimyasal erozyon, yağış Küresel ısınma sonucu oluşan su baskınlarını önlemek mümkün. Ancak sadece yağış ve su baskınlarını değil, diğer afetleri de önlemek gerekli. lar ve zamanlama, buharlaşma, yeraltına sızma, sularla taşınan nesneler, kirletici sanayi ve madenler, atık sular, tarımsal kimyasallar, sulak alan ekolojisi incelenir. Derelerden kum/çakıl çekilmesi, balıkçılık, HES, kuyular, kıyı hakları, çöp ve moloz atılması konuları ele alınır. Sakınım planlaması yaklaşımı öncelikle üst havzada su tutma kapasitesini geliştirir. Erozyon önleme, küçük barajlar, su bekletme kuyu ve havuzları, ağaçlandırma, sulak alan düzenlemesi, moloz tutucu “tarak” setler, zemin geçirgenliği, havzalar arası aktarmalar alınabilecek önlemlerdir. İkinci etkinlik, yatak boyunca engelleri kaldırmak ve kıyılarda erozyonun ve heyelanların önlenmesidir. Kentsel su baskınları Kenti istila edebilecek sular kadar, yerleşim alanının kendi geçirimsizliği de baskınlara yol açar. Planlarda baskın görebilir alan ve yapılar belirlenir. Sanayi, mezarlık, kimyasal depo, hastane, okul, müze, itfaiye, ambulans, elektrik santralı gibi birimler güvenli alanlarda yerleşmelidir. “Sünger Şehir” oluşturma ilkesi ile geçirgenliğin ve su tutma kapasi tesinin artırılması hedeflenir. Yüzey suyu açık alanlarda toplanır. Su tutma kapasitesini artırmak için yeşil çatılar, teras bahçeleri, su yutucu havuz ve kuyular, çukur bahçeler, geçirimli kaldırım, yol ve otoparklar düzenlenir. Üst bölgede su bekletme havuzu ve kuyuları, suyu alt bölgeye taşıyacak kanallara başvurulur. Pis suyun yüzeye taşması ile oluşan “zehirli çorba”, fiziki ve biyolojik kirlilik ile bulaşıcı hastalıkların yayılmasına yol açabileceği gibi, kirli atık artacak, temizlik çalışmaları zorlaşacaktır. Kirlilik ve mikrobik tehlikeler yaygınlaşmakla kalmaz, fare, sivrisinek, yılan, akrep gibi zararlılara yol açılır. Deri, bağırsak, solunum hastalıkları yaygınlaşır. Suyun elektrik donanımına erişmesi ile ayrı tehlikeler doğar, yangınlar çıkar, içmede ve kullanmada temiz su kıtlığı çekilir. Suyun çekilme süresi uzadıkça kayıplar da artacaktır. Suyun hızlı defedilmesi için hazırlık gerekir. Suyun çekilmesi ile, taşıyıp getirdiklerinin ve pisliğin temizlenmesi uzmanlık işidir. Pis su bulaşığı ve kimi kimyasalların yayılması olasılıkları önceden tanımlanmalıdır. Sakınım planları Çevre Düzeni Planı sınırları havza bütünlüğünü kapsamalıdır. Bu planlarda “baskın alanları”, “akış kapasiteleri”, “su tutma alanları”, “yüzey ve yatak erozyonu ve heyelan bölgeleri” tanımlanır. Yerleşmelerde baskın alanı, yüz yıllık beklenti üstü gözetilerek çizilir. Kimi ülkelerde bu güvenlik payı, yüz yıllık baskın kotunun yarım metre üstünde tanımlanır. Yerel planlarda ‘mutlak yapılaşma yasağı’, ‘kullanım sınırlaması’ getirilen alanlar gösterilir. Bodrum katlarda pis su ve elektrik şebeke çıktılarına izin verilmez. Yüksek kapasitede drenajlı ana yollar düzenlenir. Baskın alanlarında elektrik ve iletişim kablo ve santralları üst kotlara taşınır. İtalya’da olduğu gibi, havza bütününde yeni yönetim biçimlerine başvurulur. Havza otoriteleri yerel yönetimler üzerinde yaptırım sahibi kılınmakta, yönetimler arası işbirliği sağlanmakta, erken uyarı işletme biçimleri belirlenmektedir. Güncel teknoloji, atmosferi izlemek ve erken uyarılarda bulunmak fırsatları sunar. Bilginin zamanında, doğru birimlere iletilmesi kamu sorumluluğudur. İslamın baş belası: Din sülükleri Gani Aşık / Eski Kayseri CHP Milletvekili Müftü Genel tarih, özellikle de dinler tarihi, insanoğlunun çok çeşitli evrelerden geçen serüvenini incelemiş, inanma ihtiyacının başlangıcına ve nedenlerine ulaşmaya çalışmıştır. Yerkürenin üzerine düşecekmiş gibi gökyüzünü kaplayan siyah bulutların verdiği ürperti, şelaleler gibi aylarca yağan yağmurlar, ürkütücü ışığı ve korkunç gürültüsü ile şimşekler yanında, el değmemiş bakir doğanın etkileyici görkemi, ilk insanları hem korkutmuş hem de sığınılacak bir üstün kudret arayışına yöneltmiştir. Özetle, din ihtiyacı ve inanma duygusu insanla birlikte doğar (Fıtridir), delil ve ispat istemeyen açıklıktadır (bedihidir). Peygamberler dönemi ile birlikte sistemleşen ve kurumlaşan din; nisan yağmurunun balığın karnında inciye, yılanın karnında ise zehire dönüşmesi gibi, devletlerin, toplumların ve bireylerin algılama ve yaşama biçimine göre onurlu ve bağımsız devlet, uygar bir toplum ve özgür bireyler yaratabilir veya bir ulusun toptan felaketine sebep olabilir. Dini dünya için kullanmak Batı toplumları uzun yıllar mücadele ederek ve ağır bedeller ödeyerek, kilisenin cenneti satma dönemini 200 küsur yıl önce kapatmıştır. Sanayi devriminin çağdaş hukuk ve laik eğitim ile bugünkü uygarlık düzeyine ulaşması böyle mümkün olmuştur. Mucize insan Atatürk, hem yurdumuzu işgalden kurtarmış, hem de kurduğu yeni devlette (Cumhuriyet) dinden geçinme dönemini kapatmıştır. Şu gerçeği çok iyi biliyordu ki Müslüman Türk milletinin temiz imani yapısı, aynı zamanda azgın siyasetçilerin istismarına oldukça elve rişli, tükenmez bir oy deposudur. (Aşil’in topuğu) Atatürk bir şeyi daha çok iyi biliyordu; temiz ve saf insanları köklü İslami duygular üzerinden dolandırmak, Sülün Osman’ın Anadolu’dan İstanbul’a gelen garibanlara Galata Köprüsü’nü ve Kız Kulesi’ni satmasından daha da aşağılık bir vicdan avcılığı idi. İslama yazık oluyor Siyaset kurumunun görevi, halkın her alanda gönencini sağlamaktır. Hem sosyal hem de sosyolojik bir gerçek olan dinin, hikmet, ulviyet ve kutsiyetinin esirgenmesi bakımından, siyaset üstü tutulması da bir zorunluluktur. Cumhuriyetin kurulması ve devrim yasaları ile birlikte, yeraltına inen din sülükleri, çok partili yaşama geçilmesi ile birlikte, popülizm ve verilen ödünler sonucu, adım adım, aşama aşama gelişip büyüyerek Atatürk Cumhuriyetinin bütün kılcal damarlarına öldürücü bir virüs olarak yerleşmişlerdir. Artık devlet hem ellerinde hem de kucaklarındadır. Başta kimi siyasiler, nihai hedefleri “davaları” Cumhuriyet’i yıkmak olan cemaat, tarikat, dernek ve vakıflar, hatta bürokrasi, toplumun ortak değeri olan İslama sığınarak ve maalesef onu kullanarak kazandıkları mevzileri kaybetmemek için, muhalefete çullanıyorlar. Mimarı ve komutanı Atatürk olan Çanakkale ve 30 Ağustos zaferlerini işleyen cuma hutbelerinde Atatürk’e yer vermeyen Ali Erbaş’ın Diyanet’i, milli ve dini birliğimizin özenle korunması gereken bu süreçte, bir soru işareti olarak karşımızdadır. Zenginleşmek ve koltuk sahibi olmak veya koltuğu korumak için yüce İslam’ın bir enstrüman olarak kullanılmasını, dinin ve mülkün gerçek sahibi Allah görüyor ve izliyor. Düzenbaz ve madrabazların bir hesabı var da, Allah’ın yok mu? Göreceğiz!... Zor Oyunu, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen Soğuk Savaş sürecinde, Türkiye’nin NATO’ya katılmasıyla başlayan uzun bir dönemin öyküsüdür. Çok partili yaşama geçen ülkede, iktidar ve muhalefet düşman kardeşlere dönüşür; subaylar her taşın altında NATO adına düşman aramaya başlar... Erol Toy, romanında Kurtuluş ve Kuruluş döneminin idealist ordusunun, 12 Eylül’ün darbeci çizgisine kayışını usta bir dille anlatıyor. 12 Eylül 1980 darbesinden hemen önce kaleme alınan ama darbe dönemi koşullarında okurla buluşamayan kitap, yeniden gün ışığına çıkıyor... C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle