23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Pazar 26 Şubat 2017 TASARIM: MÜGE KAYGUSUZ Çok değil iki yıl önce Nusaybin’de Güney sınırımızda, narlarıyla ünlü Nusaybin’in köylerinde sokağa çıkma yasağı var. Ve neler olup bittiğinden haberimiz yok. Sadece sosyal medyada “Katliam yapılıyor!” ifadeleri dolaşıyor. Birden iki yıl önce 8 Mart’ta Nusaybin’de olduğum aklıma geliyor. Sadece iki yıl önce bakın oralarda neler olmuş, ben nasıl keyifliyim, kendime ve size anımsatmak istedim. Neler yok ediliyor, bir düşünün! HHH Günlerden cuma ve ben Nusaybin’deyim. Dünya Emekçi Kadınlar Günü. 18 Avrupa ülkesinden 60 kadın Nusaybin’de. Evet, 4. uluslararası yürüyüş eylemi bu yıl Nusaybin’den başlıyor. Nusaybinli kadınlar böyle bir fırsatı kaçırmak istememişler, düşünmüşler, taşınmışlar madem dünyanın her yerinden kadınlar gelecek öyleyse biz de bölgenin yararına olacağı kesin birkaç panelle başlayıp yürüyüşümüze Mardin ve Diyarbakır’da devam ederiz. Yürüyüş orada da bitmeyecek, Hatay, Antalya, Yunanistan ve ekim ayında Portekiz’de son bulacak! Nusaybin, Mardin’e bağlı seksen beş bin nüfuslu bir ilçe, dünyanın en verimli ovası Mezopotamya’nın hemen dibinde ama özellikle savaş nedeniyle kapılar kapatılıp sınır ticareti yapılamaz olunca bölgede zaten düşük olan gelir daha da düşmüş. Ve en acısı, bu verimli topraklar kullanılmıyor, ölü. Çünkü Türkiye bir yığın anlaşmaya imza atsa da, bir türlü sınırdaki mayınlı toprak temizlenmiyor ve bir zamanların en güzel narın, pamuğun yetiştiği ova şimdi kısır bir toprağa dönüşmüş. Bu nedenle yapılan panellerden biri bölgenin ekolojik geleceği üstüneydi. Dehşet şeyler öğrendim. Suyumuzun 45 yıl için cümleten satıldığını, bu verimli toprağı ve insanları cümleten öldürecek kayagazı macerasını... Bir diğer önemli panel konusu “Jineoloji”. Siz de benim gibi şaşırmayın, jinekoloji değil, Jineoloji. Jin, Kürtçe kadın demek yani kısaca bu sözcük, kadın bilimi gibi bir şey. Feminizmi baz alarak onun eksik bıraktıklarını tamamlamak üstüne yola çıkılmış. Kısaca benim anladığım her disipline kadın gözüyle bakmak. Kadın gözüyle yeniden tarih yazmak, yeniden hukuk yazmak, yeniden sanat tarihini oluşturmak. Paneller tıklım tıklım, çevreden gelen kadınların bir kısmı mahalli kıyafetler içinde. Bir renk cümbüşü. Benim gibi karaları ve grileri sevmeyen biri için cennet! Sonra biz kadınlar, biri sosyolog, biri veteriner, biri sanat tarihçisi bir masaya oturduk ve ben ilk sorumu sordum. “Yaklaşık iki bin kadın var burada, herkes harıl harıl çalışıyor ve kendilerine inanılmaz güvenliler, bu güvenin nedeni ne?” Sosyoloğumuz Sadiye hemen sözü alıyor: “Biz hep mücadele içinde büyüdük, hiçbir şey bize kolaylıkla verilmedi. Bu zaman içinde şöyle bir duygu yarattı, biz kadınlar her şeyi başarabiliriz!” Masamızda güzelim mavi renkli mahalli kıyafetiyle oturan, sanat tarihi okumuş Berrin söz alıyor, “IŞİD Suriye’deki o güzelim heykelleri kırıyor, hiç acımadan kırıyor” diyor, neredeyse ağlayacak. “Berrin” diyorum, “şimdi buradan Karadenizli Remziye Hanım’a seslensen ne derdin?” Biraz düşünüyor. “Remziye kardeşim derdim. Bizden korkma, senin gibi, HES’ler bizim de başımıza bela, termik santrallar da... Biz de ekmeğimizi taştan çıkarıyoruz. Beni sana, seni bana kötüleyenler, Soma’yı Ermenek’i, iş cinayetlerini sürdürmek için hepimizin üstüne milliyetçilik tülünü örtmek istiyorlar. Sen benim bacımsın, ben senin!” Remziye Hanım’a hep birlikte bir selam gönderiyoruz. Sessiz sakin oturan Kezban’a dönüyorum, o bir veteriner. İstanbul’da okumuş, okul bitince Nusaybin’e dönmeye karar vermiş, arkadaşları sormuşlar, “Orası neresi?” Kezban bakmış anlatamayacak, “Sınırda bir yer” demiş. O, Nusaybin’de olmaktan, geceyi gündüze katıp çalışmaktan çok memnun ve köpeklerin, kedilerin olmadığı bir sokak düşünemiyor. Sohbetimizi burada kesip Mardin’e doğru yürüyüşe geçiyoruz. Mardin’de bizi mahalli kıyafetleri ve tefleriyle 250 kişilik bir kadın orkestrası karşılıyor. Tefin büyülü sesi beni hiç terk etmiyor, şimdi bile kulağımda! Yeniden tef çalınan günler özlemiyle. 26 ŞUBAT 2017 SAYI: 33380 İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına Orhan Erİnç İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay Genel Yayın Yönetmeni MURAT SABUNCU Yazıişleri Müdürü Bülent Özdoğan Haber Koordinatörü Aykut Küçükkaya Yayın Danışmanı Kadri Gürsel Reklam ve Pazarlama Danışmanı Ayşe Cemal Sorumlu Müdür Abbas Yalçın Reklam Grup Koordinatörü Deniz Tufan Rezervasyon ve Planlama Koordinatörü Bülent Gürel l Görsel Yönetmen: Hakan Akarsu l Ekonomi: Olcay Büyüktaş l Dış Haberler: Mine Esen l Spor: Arif Kızılyalın l Gece: Ayça Bilgin Demir l Yurt Haberler: Selin Görgüner l Fotoğraf: Uğur Demir l Düzeltme: Mustafa Çolak Web Koordinatörü: Oğuz Güven editor@cumhuriyet.com.tr Ankara Temsilcisi: Erdem Gül Güvenevler Mah. Güneş Cad. No: 8/1 Çankaya 06690 Ankara Tel: (0312) 442 30 50 İzmir Reklam Tel: (0232) 441 12 20 0530 430 74 17 Okur Temsilcisi: Güray Öz guray@cumhuriyet.com.tr Yayın Kurulu: Orhan Erinç (Başkan), Güray Öz (Bşk. Yrd.), Ali Sirmen, Hikmet Çetinkaya, Emre Kongar, Şükran Soner, Hakan Kara. l Muhasebe Müdürü: Günseli Özaltay l Satış Dağıtım: Tunca Çinkaya Yayımlayan ve Yönetim Yeri: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 343 72 64 eposta: posta@cumhuriyet.com.tr Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: reklam@cumhuriyet.com.tr Yaygın süreli yayın Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul Dağıtım: Doğan Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık ve Tahsilat Sistemleri AŞ Esenyurt/İstanbul Cumhuriyet’te yer alan haber, yazı ve fotoğrafların yeniden yayım hakkı saklı tutulmuştur. İzin alınmadan ve kaynak göstermeksizin yayımlamak Basın Kanunu gereğince hukuki ve cezai yaptırıma tabidir. İstanbul Ankara İzmir İmsak 06.11 05.55 06.18 NAMAZ VAKİTLERİ Güneş Öğle İkindi Akşam 07.37 13.24 16.26 18.59 07.20 13.09 16.12 18.45 07.41 13.31 16.36 19.09 Yatsı 20.19 20.03 20.25 yorum 13 Paris’te bir “bal” dükkânı. 1921’den beri arıcılıkla uğraşan bir aile, doğanın belki de en yarar lı ve çalışkan canlısı bu minik kanatlıların dünyaya tatlı armağanı balı değerlendiriyor. Değerlendiriyor diyorum, çünkü yap tıkları iş balı kovandan alıp satmak değil. Türkiye’de hayal bile edilemeyecek incelik te bir zanaat; çiçeğinden kovanına tüm altyapısı organik bir ortamda 40’tan fazla bal Hayaller satılık,çeşidinin yanı sıra ballı iksirler, ev ilaçları, kozmetik üretiliyor. Dünyanın en kaliteli arı sütü, propolis ve poleni elde ediliyor. Sanayileşmeyi kesinlikle reddeden orta gerçekler bedava! ölçekli işletmenin merkezi, ortaçağ şatola rıyla ünlü Loire vadisinde 18. yüzyıldan beri var olan bir değirmen. Arıların bal topladığı vadi, zaten kimyasına dokunanın yandığı sit alanı. İşletmenin AB’nin çevreci “bio” patentine sahip laboratuvarı, doğaya dönük yeni teknolojilerin bir tapınağı. Bizler, Türkiye’de en fazla altı, bilemedin yedi çeşit bal tanırız: Çiçek, çam, kestane, kekik, Karakovan. Bir de devletlilerin ulaşıp halkın avucunu yaladığı Anzar ile kâh bulunup kâh bulunamayan Deli Bal. HHH Yurtdışı muhabiri olduğum yıllarda karpuzun hasını, portakalın özünü, şeftalinin kadifesini yiyebilmek için dört gözle sılaya dönmeyi beklerdim. Şimdi tüm meyvelerin, sebzelerin en kötüsü Türkiye’de yetişiyor. “En iyisi” bizde diyebileceğim ne eti kaldı, ne sütü, ne unu, ne de herhangi bir ürünü... Tereyağ tereyağ kokmuyor artık, kuşkusuz siz de farkındasınız. HHH Ülkemizde ucuza satılan bal, bol katkılıdır. Katkı maddesi keşke şeker olsa daha az zarar verirdi; ama hayır, glikoz denilen çok zararlı mısır şurubu vardır içinde. Pahalı ve katıksız olduğu varsayılan bal da zaten ev bütçesini yakar... Oysa başka Avrupa ülkelerine göre aslında pahalı bir yer olan Fransa’da, ortalama bal fiyatı Türkiye’dekinin yarısı. Hem de katkısız! Paris’teki özel dükkânda ise en iyi balı, bizim ülkemizdeki vasat bal fiyatına alabiliyorsunuz. Biricik zorluk; akasya, lavanta, portakal, mandalina, limon, badem, kestane, Jura çamı, süpürge otu falan derken her kavanozu açtığınızda buram buram çiçek özü kokan ballar arasında bir seçim yapmak... İnsan üzülüyor. Fransa’nın bir buçuk katı yüzölçüme sahip Türkiye; doğanın harikalar diyarı, yeryüzü cennetiydi bir zamanlar. Topraklarında yetişen her şeyin kalitesi bırakın Fransa’yı, tüm Akdeniz ülkelerindekinden üstündü. Bugün ise tam tersi. Nasıl bu hale geldik? Kim tarumar etti bu ülkenin milli servetlerini, kim sattı tarımını, hayvancılığını çokuluslu sözde gıda, özde kimya ve ilaç şirketlerine; çocuklarımızın kanserli doğmasına bile yol açan zehir lobilerine, kim yasakladı yerel tohumların satışını, kim, kim? Bu cinnet ülkede, gerçekler bedava, hayaller satılık. Satılık hayallerle avutuluyoruz, uyutuluyoruz; boşuna çobanlık yarıştırmıyor devleti yönetenler, koyun gibi güdülüyoruz. Satılık hayallerde, şarkılarla türkülerle tarlalardan (tarım ilaçlı) çaylar topluyoruz. Sonra marketten poşet çay alıp folklor takımı tarladan eliyle topladı diye içiyoruz. Satılık hayallerde, sanayi bisküvi ve pastalarının (kimyasal aromalı) kokusundan anne eli değmişmiş de, çocukluğunun tadıymışmış da gibi abuk sabuk anılar üretiyoruz. HHH Satılık hayallerdeki abur cubur reklamlarını, asla bir arapsabunu gibi temizlemeyen, ama suları kirleten deterjan yarıştırmalarını, evleri zehirleyen kimyasal kokuları göre göre, reklam sektöründen nefret eder oldum. Biz ne zaman mutluluğun doğal ve vücudumuzun yaşayan bir doğa harikası olduğunu unuttuk? Ne zaman birbirinin aynısı bir daire, bir araba, bir de AVM’ye ayarladık sevinç dozumuzu? Bedava gerçeklere gelince... Bir millet silahlanıyor. İstanbul’un en daireli, en arabalı, en AVM’li semtlerinde geceleri takır takır silah sesleri duyuluyor. Kaşının altında gözün var diyen dövülüyor, gözünün üstünde kaşın var diyen vuruluyor. İşsizlik, dağlar gibi. Ülkede işlenen tecavüz, cinayet, yaralama, hırsızlık, dolandırıcılık suç tutanaklarını üst üste koysanız, kutupları kaplar. Nasıl kaplamasın? En doğru sözdür: İmam geğirirse, cemaat kusar. Elbet suç kusuyor bu ülke, suç! HHH Ya biz suçsuzlar, silahlanmayanlar, mutluluk arayanlar ne yapıyoruz? Hayallerimizi süsleyen beton yığınının içindeki beton kutularda oturuyor, üstüne titrediğimiz arabanın içinde trafiğin açılmasını ve AVM’ye gitme gününün gelmesini bekliyoruz. Ama hepimizin içinde, bedava gerçeklerin en gerçeği olarak, müthiş bir endişe var. Bu endişenin eskisine “ne olacak bu memleketin hali” denirdi, yenisine “yarın ne olacağız” deniyor. Çünkü vakit geldi, yumurta kapıya dayandı... Kuzey Kore mi olacağız, Suudi Arabistan mı, Mısır mı, Pakistan mı? Ülke nereye kadar batarsa batsın birilerinin çıkıp kurtarmasına alışık bir halk, yine birilerinin çıkıp dairesini, arabasını, AVM’sini, kısacası mutluluğunu kurtarmasını bekliyor. Ama kimse çıkmıyor. İş başa düştü bu kez, ama nasıl? Ne değiştirecek bilmiyorum, ama tam da bu yüzden, HAYIR! Mutluluğu betona, arabaya, AVM’ye indirgediği; tarımı sattığı, hayvancılığı tarumar ettiği, doğayı yağmaladığı, sağlığı rant kapısı yaptığı, konuşmayı, gülmeyi, yazmayı engellediği, tehditle susturduğu ve susmayanı ya işinden edip ya da hapse attığı için HAYIR! Beis yoksa Reise de var! Allah’ın sopası yok, çok şükür ki adaleti var. İktidarın ise hukuku yok. Ama tebliğleri, yönetmelikleri ve KHK’leri var... Aylardır “Türkiye açıkhava hapisanesine döndü!” diye yırtındık yırtınıyoruz. Bizim gazetenin kaptanı ve bazı as oyuncuları hapishanede, 4. ayları da doluyor. Onlarla birlikte hapishane nüfusumuzun 197 bini aştığı açıklandı. Böylece ve nihayet feryadımızın haklılığı bizzat iktidar eliyle doğrulandı. Çünkü... 11 tanesi Avrupa’da olmak üzere, dünyada nüfusu 197 binin altında olan tam 55 ülke var (wikipedia.org sitesi). Milletçe artık kabul etmeliyiz ki, Ak Parti iktidarı, çok kara ve karanlık işler yapsa da çok pratik... Hayır, Tayyip Bey’in önceki gün müjdelediği, “Gerekirse idam için de referandumu” veya “Sigara referandumu”nu falan kastetmiyorum. Sessiz sedasız, KHK’ye bile tenüzzül etmeden ve bir “tebliğcik” ile anında meseleyi çözmesinden söz ediyorum. “Cezası 10 yılın altında olan tüm hükümlüler, sıkı infaz koşullarında 1 ay hapis yattıktan sonra ‘açıkhava cezaevleri’ne gönderilecek.” Tebliğcik, Resmi Gazete’de yayımlandı. Feryadımız resmen tescil edilmiş oldu. Türkiye artık dünyanın en büyük açıkhava hapisanesidir. Dedik ya, Allah’ın sopası yok. Ama “tebliğcik”leri var. (Bir de rastlantıya bakın ki, bu haber tam da “gemiciklerin satılıp aileye milyonlarca dolar nakit sağlandığı” sırada gerçekleşti!) HHH Öteden beri çok yakın çevre onu “Reis” diye anıyor. O da, bundan çok hoşlanıyor. Biraz Karadenizlilikten, daha çok “İstanbul’un reisi” günlerinden miras bir doygu. Çünkü reis, tek adamdır. En tepedeki adamdır. Son sözün sahibidir ki ayrıca denizde, karada, havada ve en önemlisi de ailede geleneklerimize en uygun en yaygın payedir. Törelerimiz ve yasalarımızde erkek hep “ailenin reisi”. Onun kararı vtaenaizhmnieto@lmgmaadil.acnomeşinin bir işte çalışmasına, pasaport almaswınwaw.aizhimnevttaenr.icleommez. İdi! Ancak Ecevit’li koalisyonun son döneminde (2002), yani AKP’nin iktidara gelmesine aylar kala 1920’lerden kalan Türk Medeni Kanunu değiştirildi. “Aile reisi kocadır” maddesi değiştirildi. “Evlilik birliğini eşler beraber yönetirler” hükmü getirildi. Gerekçesi çok açıktı: “Bugüne kadar yaşanan toplumsal ve uluslararası gelişmeler, değişim ve ihtiyaçlar ile ülkemizin de taraf olduğu anlaşmaların dikkate alınması...” Milyonlarca koca gibi, Tayyip Bey de “aile reisi” unvanını ne yazık ki kaybetti. (Ama yine de ve çok şükür, kadına yönelen her türlü şiddete rağmen, cennet vatanımız “aile reisliği”ni kaybetme sebebiyle bir tek cinayete sahne olmadı!) Şimdi ise, Sayın Cumhurbaşkanımız siyasi, içtimai, ruhi, fiili veya ailevi nedenlerledir mi bilinmez, 16 Nisan’daki referandumla bu kaybı telafi etmek ve bu kez “Devletin Reisi” olmak arzusundadır... (“Hayırcı” cephe bu arzunun hunhar bir demokrasi cinayeti anlamına geldiği görüşündedir.) Ki onlara göre, bu arzunun ne yazık ki, akılla, fikirle, mantıkla izah edilir bir yanı yoktur. Dört çocuğunu da evlendirdiğinden, muhterem eşleri Emine Hanım’la Külliye’de külliyen tek başına kaldı. Arada seyahatlere falan gitmekle olmuyor. Çünkü Tayyip Bey, artık kendi çekirdek ailesini bile, kanunen tek başına “aile reisi” sıfatıyla temsile yetkili değil. Belki de bu yüzden tek başına milletin “reis”i olmak istiyor. İlk nabız yoklamaları, kendisi için pek hayırlı bir izlenim vermiyor. Nice darbelere maruz kalmış 80 milyonluk “Cumhuriyet Ailesi”nin kendisini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bypass edilmesine rıza göstermeyeceği anlaşılıyor. Tayyip Bey bunu kendisi de gördüğü için olmalı, “Kendim için değişiklik isteyecek kadar karaktersiz değilim!” falan diyor. Tövbe tövbe! Bu baştan sona akla ziyan bir hadisedir. Halkımız, en son 15 Temmuz’dakine benzer, hayırlara vesile bir karşı bir darbeyle Tayyip Bey’in de aklını başına getirecektir. HHH Azeri kardeşlerimiz Türkiye için “Biz iki devlet, bir millet ve bir aileyiz!” der durur. Bu yüzden olacak, Cumhurbaşkanı Aliyev, eşi Mihriban Hanım’ı cumhurbaşkanı yardımcısı yaptı. Çok da medeni bir iş yaptı. Ama akıllara karpuz kabuğu düşürdü. Düşsün. Türk Medeni Kanunu ne diyor: “Aile birliğini eşler ortaklaşa temsil ederler!” Madem Azerbaycan gibi Türkiye de köklü ve büyük bir aile... Yok beis Tayyip Reis! KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK behicak@yahoo.com.tr ÇİZGİLİK KAMİL MASARACI kamilmasaraci@gmail.com.tr Cumhuriyet’in internetçisi H akan Kara ile Türkiye’de internetin bebeklik günlerinde tanışmıştım. Ankara’da Bilkent’te çalışıyordum ama interneti tanıtma ve yayma çabaları nedeniyle İstanbul’a gidip gelmeye başlamıştım. Bir gün bir arkadaşımla, elimize bir modem alıp, emrivaki yapıp, “Artık Cumhuriyet’e internet bağlama vakti geldi” diye, Orhan Bursalı’ya gittik. O ise bizi üst kattaki Hakan Kara’ya teslim etti. O zamanlarda Haber Müdürü olan Hakan, işin teknik ve idari boyutunu halletti ve bu şekilde Cumhuriyet’in haber kaynakları arasına internete bağlı bir bilgisayar da katılmış oldu. O sırada basın ve Türkiye interneti henüz tanımaya çalışıyordu. Ben İnternet Konferansı, İnternet Haftası ve İnternet Teknolojileri Derneği etkinlikleri nedeniyle ayda 23 kere İstanbul’a geliyordum. Vakit buldukça Hakan’a uğrar, onun küçük odasında sohbet eder, internet ve teknolojik gelişmeleri paylaşırdık. Hikmet Çetinkaya’nın o küçük odalarda köşe yazılarını üretmesine de şahit olmuşumdur. İnternet Konferansı İstanbul merkezli bir etkinlik olmuştu. İnternet Haftası, tüm Türkiye’ye yayılan bir etkinlik olmakla birlikte tanıtım için İstanbul’da basın, radyo ve TV’ler önem kazanmıştı. O zamanki ana medya başta Sabah, Vatan, Milliyet ve Hürriyet olmak üzere, Cumhuriyet gazetesinin yanında bizi destekliyorlardı. Köşe yazarları, bu etkinliklerde panelist, forum yöneticisi, konuşmacı olarak katkı veriyordu. Cumhuriyet’ten de Orhan Bursalı, Aydın Engin, Oral Çalışlar ve Hakan Kara bu çalışmalara katkı verdiler. Hakan, bu çalışmalara elinden gelen tüm katkıyı verirdi. Basın duyuruları konusunda beni eğitmeye çalışırdı. O dönem, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde lisans ve yüksek lisans öğrencilerine “İnternet Gazeteciliği” dersleri vermeye başladı. Genç gazetecilerin interneti etkin kullanması, web teknolojileri ile tanışması, onu anlaması ve etkin kullanması için dersler verip notlarını internette yayımlamaya başladı. Daha sonra, gazeteci örgütleriyle, bu çabayı tüm ülkeye yaymaya katkıda bulundu. Pek çok şehirde, küçük bir ekip, “İnternet ve Gazetecilik” temalı eğitim toplantıları gerçekleştirdiler. İşin hukuki boyutunun da tartışıldığı bu toplantılarda Fikret İlkiz ve Hakan Kara hep vardı. Hakan, iyi bir gazeteci ve köşe yazarı olmasının yanı sıra, iyi bir programcıdır. Kendi işlerini daha iyi yapmak, Cumhuriyet’ttin iç işleyişini hızlandırmak ve kolaylaştırmak için çeşitli programlar yazdı. Her görüşmemizde, yeni bir uygulama gösterirdi. Ben, onun yanında amatör kalırım. Örneğin, kendi kullanımı için bir arşiv oluşturdu ve hızlı çalışan bir arama servisi kurdu. Cumhuriyet içinde bilişim uygulamalarının yaygınlaşmasında, gazetenin internete taşınmasında ve Cumhuriyet Portalı’nın kurulmasında kilit rol oynadı. Portalın tasarımı, kodlanması ve mobil uygulamasını tek başına yaptı. Hakan’la, internet ile gazetecilik dışında çevre ve klasik müzik hakkında konuşur, müzik dinlerdik. Hakan, arada bir gitar resitalleri verirdi. İnternet ve demokrasi en fazla konuştuğumuz, kafa yorduğumuz konulardı. Ben, devletin saydamlaşması, katılımcı olması, toplumsal denetim ve dayanışması için zaman zaman küçük notlarımı Bilim Teknik ve Cumhuriyet’te yayımlardım. İnternet, sanayi devrimi boyutlarında bir gelişmeyi temsil etmektedir. İnsanlığın yeni toplum biçimi olarak tanımlamaya çalıştığı “Bilgi Toplumu”nu işaret ediyor. Bireyi, şimdiye kadar olmadığı kadar özgürleştiriyor, kitlelere işbirliği ortamları sunuyor. Bir yandan insanlığın ortak mülkiyetinde, başta Linux olmak üzere milyonlarca özgür yazılım üretiliyor, milyonlar avaaz. org üzerinden çevre ve temel insan hakları için örgütleniyor. Farklı düşünebilen, aykırı sorular sorabilen, girişimci bireyler yeni ekonominin motoru olmaktadır. Ülkemiz, Steve Jobs, Bill Gates, Zukerman’ı rol model alan girişimci bireyleri yetiştirmek için çırpınıyor ama bunun ifade özgürlüğü, bilim, teknoloji ve hukuk devleti ile olacağını kavrayamıyor. Genç kuşaklar, internet çağında büyüdükleri için, bu özgürlüklerin önemini daha iyi anlama şansına sahipler. Sevgili dostlar, sizleri özledik. Umarım adalet Silivri’ye çabuk uğrar ve gelişmiş, demokratik Türkiye için hep birlikte çalışırız. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle