15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KULTUR Salı 2 Ağustos 2016 EDİTÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK [email protected] ‘Siyah Beyaz’ sanat galerisi ve barının kurucusu Ö. Faruk Sade, önceki gün Ankara’da geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda etti. Sade, yarın Ankara Kocatepe Camii’nde kılınacak öğle namazının ardından Karşıyaka Mezarlığı’ndan sonsuzluğa uğurlanacak. UYGAR ÖNDER ŞİMŞEK 15 Hep Siyah Beyaz yaşadı Ankara Kavaklıdere’de 4 Şubat 1984’te kurulan ‘Siyah Beyaz’ sanat galerisi ve barının kurucusu Ö. Faruk Sade, önceki gün Ankara’da geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda etti. Sade, yarın Ankara Kocatepe Camii’nde kılınacak öğle namazının ardından Karşıyaka Mezarlığı’ndan sonsuzluğa uğurlanacak. Siyah Beyaz’ın doğumu, 1980’ler Fransa’sına uzanıyordu. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nde eğitim gören Faruk Sade, mimarlık eğitimine katkı için gittiği Paris’te, Mübin Orhon, Mehmet Nâzım, Sinan Bıçakçıoğlu ve Komet gibi imzalarla aynı apartmanı paylaşmış ve aynı sanat etkinliklerinde bir araya gelmişti. Herkesin sevgi, saygı ve takdirini kazanmıştı Sanat tutkusunun somutlaştığı bu süreçte Selim Turan, Hakkı Anlı, Mehmet İleri ve Utku Varlık gibi isimlerle de dostluğunu geliştirip mesleki bağlantılar kuran Sade, özellikle Ankara’da kültür ve sanatta yarattığı çekim alanıy la herkesin sevgi, saygı ve takdirini kazanmıştı. 1992’de, Siyah Beyaz’a, tasarım disiplinine sahip çıkan Siyah Beyaz Özel Şeyler’i katan Faruk Sade, “Siyah Beyaz”ın ikinci katının da hizmete girmesiyle, Türkiye’nin ilk tasarım ve takı galerisini açma sıfatını elde etmişti. 1994’te L’AFAA (L’Association Française D’Action Artistique) ile Artist Residence (ResArtis) programında, kurucu üye olan ve bu alanda Türkiye’yi tek başına Siyah Beyaz ile temsil eden Faruk Sade, bu birikimlerin sonucunda İstanbul, Sultanahmet’teki üç katlı binasını da bir ar tist residence ‘Residence Mosque Bleu, Siyah Beyaz’ haline getirdi. Eşi Fulya ve kızı Sera Sade ile, kurumsallaşma yönünde çok önemli, öncü ve renkli emekler veren Sade ailesi, genç çağdaş Türk sanatçılarını da Paris’e de yolladı. Sanatçılar, Paris’teki Cite Des Artes’da misafir edildi. Siyah Beyaz, geçen 32 yıl boyunca 500’e yakın sergi gerçekleştirdi. Kurum, Berlin, Kopenhag, New York, Cannes, Paris, Aalborg ve Stockholm’de sergiler düzenledi, fuarlara katıldı. Galeriye dahil olan ‘Siyah Beyaz’ bar içinde, başta Exit grubu gelmek üzere Sahne, dekor ve Ö. Faruk Sade’nin eşi Fulya ve kızı Sera Sade ile birlikte... nice konserler ve hatıraları buluşturan ‘simsiyah Blues gözlüklü’ Faruk Sade’nin kurduğu Siyah Beyaz, 2010’da Ahmet Boyacıoğlu’nun özgün senaryosu ile yönettiği ve başrollerini Tuncel Kurtiz, Derya Alabora, Taner Birsel, Rıza Sönmez ve Erkan Can ile Nejat İşler gibi isimlerin kamera karşısına geçtiği bir sinema filmine de konu olmuştu. Kurumun tarihi, iki yıl önce de aynı filmdeki Nejat İşler repliği “Orası Kamusal Alan’dan hareketle, bir kitap ve “Simsiyah Bembeyaz” adlı bir belgesele konu olmuştu. (galerisiyahbeyaz.com) tuvalin emekçisiydi Türkiye’de sahne dekor sanatı ve resme verdiği emekle öne çıkan Acar Başkut hayata gözlerini yumdu. Pek çok opera ve baleye imzasını atan ve aynı zamanda resimleriyle de yaşam sevincini ölümsüzleştiren sanatçının cenazesi bugün İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığı’nda defnediliyor. Türk resmi ve sahne dekor dünyasının emekçilerinden, gazetemizin ilk ‘Umum Neşriyat Müdürü’ (Genel Yayın Yönetmeni) gazete sanatçıyı yıllar boyunca gerek Almanya, gerekse Türkiye’de sempati ile madden ve manen desteklemesi sonucunda, Başkut hayatının uzun dönemini ge İLKLERİN SANATÇISINDAN TARİHE DÜŞÜLEN NOTLAR ci ve oyun yazarı Cevat Fehmi Başkut’un oğlu Acar Başkut (1935), önceki gün İstanbul’da 81 yaşında hayatını kaybetti. Türkiye’de “duvar resmi (Graffiti) sanatının babası” olarak da anılan çok yönlü sanatçının cenazesi bugün İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığı’nda, kılınacak öğle namazının ardından toprağa verilecek. Galatasaray Lisesi’nde okul duvarlarına Türkiye’deki ilk graffitiyi 1950’lerde uygulayan Acar Başkut, bu çalışmaları ile, lisenin duvarlarına hocalarının karika çirdiği ve atölye olarak da kullandığı, Çengelköy Kuleli’deki yalıyı satın alabilmişti. Sanatçı bu villadan baktığı İstanbul’u ise, 14 Ağustos 1992 tarihli Hürriyet’te Mert Ulubay’a verdiği röportajda şöyle tariflemişti: “Üstüne sinekler konan yemek gibi, yabancı istilasına uğramış durumda. Burada kabuğuma çekildim. Tecrit edilmiş haldeyiz. İyi ki bu yer var.” Başkut yaşamının son dilimini, yine öğrenciler, resimleri ve bilgisayarıyla sürdürdü. l Acar Başkut’un ‘Karadeniz’ isimli tablosu, Japon İmparatorluk Sanat Koleksiyonu’na dahil edildi. l Radikal gazetesinde Şehnaz Pak imzasıyla 23 Ağustos 1998’de yayımlanan bir röportajda, Başkut, Bertolt Brecht’e referans ile, mesleğe dair şunları aktarmıştı: “Dekoratör için oyuncular, bir bakıma dekorun en önemli parçalarıdır. Oyunculardan yoksun bir dekor, türleri, arkadaşlarının resimleri ve diğer bazı tiplemeleri yansıtmıştı. Bir yandan da tıpkı babası gibi tiyatro ile ilgilenmeye başlayan Başkut, 1959’da Acar Başkut fırçasından bir ‘Palyaço’... Başlıca tiyatro ve opera çalışmaları İstanbul Şehir Tiyatrosu: Vişne Bah bir mağaza süsünden öteye gidemez. Eskiden dekorda bir abartı vardı. Gerekli olanın yanında, bir sürü gereksiz olan tiyatro yazarı babası ve onun yakın arka Opera ve Balesi’nde (ADOB) görev aldı, çeleri, Hacı Yatmaz, Buzlar Çözülme unsur da kullanılırdı. Şimdi ise daşı Muhsin Ertuğrul’un yönlendirmesiy bir yıl sonra aynı yerde Baş Dekoratör ol den. l İstanbul Şehir Operası: Don Pas bir arınma ve sadeleşme söz le Münih Güzel Sanatlar Akademisi’ne du. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde guale (reji E.Voigt) Manon Lescaut (re konusu.” kaydoldu. Sahne tekniği ve sahne inşa (İDOB) uzun yıllar baş dekoratör olarak ji Feridun Altuna) Cavaleria Rusticana l Sanatçı, 1997’de Global Kültür atını, iki yıl süresince MAN Theaterbau çalışan Başkut, 2000 yılında ise emekli ve Palyaçolar (reji Aydın Gün) l Anka Sanat’a verdiği bir röportajda Gustavsburg’da gördü ve çizdi. Bir yan olmuştu. İstanbul Güzel Sanatlar Akade ra Devlet Opera ve Balesi: Rigoletto, Tu da şunları belirtmişti: “Sahne dan da Münih’in ünlü galerilerinde eser misi Dekor Tasarım Bölümü’nde de (Bu randot, Martha, Lucia de Lammermor, dekoratörü, büyük bir orkestranın lerini sergilemeye başladı. Öğrenimi sıra günkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üni Il Trovatore, Don Carlos, Don Pasguale, önemli elemanlarından biridir. sında akademinin düzenlediği konkurda versitesi) öğretim üyeliğinde bulundu. Porgy and Bess, Aida, Kuğu Gölü (ko Kimi zaman ‘solo’ çalar, kimi dekor tasarımları ile birinciliği kazandı. 199495 yılında UNICEF Ödülü’nü ka reografi Dame Ninettede Valois) Fın zaman bütünün içinde eriyip Bu arada Münich Rezidens Tiyatrosu’nda zanan Başkut; Picasso, Renoir, Utril dıkkıran (koreografi Dame Ninettede gider; bazen de çalmayı bırakıp, ve Bavyera Eyalet Operası’nda sırasıyla lo gibi ünlü sanatçılarla “UNICEF Sanat Valois) l İstanbul Devlet Opera ve Bale susar. Yalnız ve yalnız sahne dekor taşıyıcılığı, sahne işçiliği, butafor Takvimi”ne girmeyi başardı. Uluslarara si: 1969 Aida (reji Aydın Gün) 1969 Ya boşluğunu doldurmayı düşünen, luk, sahne ressamlığı yaptı. Prof. H. Jur sı tanınırlığı olan ve birçok dünya ken rasa (operet) (reji Aydın Gün) 1970 Ku elindeki eserle bağlantılı bir gens ve Kurt Halleger’in asistanlığında tinde kişisel sergileri bulunan sanatçı, ğu Gölü (koreografi Dame Ninette de tasarım yerine, ‘yaldızlı bir bulundu. 1964’te Tiyatro Dekoru ve Ti geçmişteki üç ayrı beyin ameliyatı yü Valois) 1970 Rigoletto (reji Aydın Gün) çerçeve’ hazırlama peşine yatro Kostüm Desinatörü Bölümü’nden ‘usta’ olarak diploma aldı. Başkut daha sonra, Türkiye’ye gelerek, 19651966 yıllarında İstanbul Şehir zünden vücudunun sağ tarafını kullanamaz hale gelmişti. Ancak Başkut buna da azimle direnerek önce sol eliyle resimler yapmaya başladı. Eserlerine il 1971 Hofmanın Masalları (reji Aydın Gün) 1971 Lucia di Lammermoor (reji Aydın Gün) 1972 Kontes Mariza (reji Aydın Gün) 1973 Saraydan Kız Kaçır düşen dekoratörün, elmanın çürüğünü saklayıp, kırmızı yanını önlüğüyle parlatarak müşteriye satan manavdan farkı kalmaz.” Operası’nda, 1967’de ise Ankara Devlet gi duyan Alman koleksiyoner Werner’in ma (reji Aydın Gün)... ‘Bergman tarikatına mensubum’ Msöityhleaşt iAsila–m2 16 yıl önce Boğaziçi Üniversitesi’nde kendi adını taşıyan Film Merkezi’ni kuran ve böylece hem kendisi gibi pek çok sinefil, hem de birçok sinemacı yetişmesine vesile olan Mithat Alam’la söyleşimiz, ikinci ve son bölümüyle devam ediyor. Kültür ve sanatla var olmak Ülkece büyük bir felaketin eşiğinden döndüğümüz şu günlerde iktidar ve muhalefet arasında bahar esintileri var. Ne kadar sürecek diye merak etmiyor değilim, ama toplumun her kesiminde insanların birbirlerine karşılıklı özen göstermeleri gerektiği gerçeğini idrak ettiklerine inanıyorum. İnanmak istiyorum. İnatlaşmalar bitsin istiyorum. Kültürel bellek Bir yanda korkunç darbe teşebbüsünün açtığı yaralar sarılmaya çalışılıyor, öte yanda doğuda her gün şehitler veriliyor, tarihi kentler yerle bir oluyor. Terör ve şiddet kentlerin belleklerini adeta siliyor... İşte bu gerçeklerle yüzleşirken her fırsatta Gezi Parkına Topçu Kışlası’nın yapılacağını duymak insanı şaşırtıyor. Şaşırtıyor ve üzüyor. Hele, 2013’te yaşanan acı olayları düşündükçe... Olaya kent ve kültürel kimlik açısından bakacak olursak dünden bugüne değişen bir şey yok zannımca. İstanbul’un bir tarihi kent olarak, bir dünya kenti olarak içinden geçmekte olduğu süreç sorunlu bir süreç... Hoyrat muamele ettiğimiz bir megapol İstanbul. Yıllardır yaşanan toplumsal patlamalar, ekonomik sorunlar, önü alınamayan göçler, tırmanan eğitimsizlik ve çarpık yapılanmalar, rant uğruna katledilen yeşil alanlar İstanbul’u yaraladı, yaralıyor. Toplumsal yaşam alanları kavramı ve toplumsal alanlarda soluklanan sanat, ait olduğu toplumun kimliği hakkında göndermeler de içerir kuşkusuz. Bu kavramın da özü giderek kayboluyor. Bu açıdan bakınca, Edward Bond’un “içgüdülerimizle değil, kültürümüzle varız” derken, kültürün ve sanatın insanın ekonomik, politik, sosyal etkinliklerinin bir bütünü olduğu düşüncesine katılmamak olanaksız. Her insan kişisel tarihinin ötesinde yaşadığı kentin değerleriyle de hesaplaşmak durumundadır çünkü kültür ve sanat zengin açılımlarıyla kentlerin belleklerini oluşturuyor geçmişi ve geleceği zarafetle buluşturan kentlerde. İstanbul, bir yanda zengin tarihiyle, (ki onu da hırpalıyoruz), öte yanda tiyatrolarıyla, operalarıyla, konser salonlarıyla, müzeleriyle, heykelleriyle her anlamda donanımlı bir kent olmak durumundadır. Topçu Kışlası’na gelene kadar bu şehrin büyük konser salonlarına, opera ve tiyatro binalarına, müzelere, sergi alanlarına, sanat galerilerine ve daha nice sanat komplekslerine ihtiyacı var. Alışveriş merkezlerine, kongre binalarına sokuluyor pek çok etkinlik... Yakışıyor mu? Hayır... Steve Austin’in dediği gibi; sanatsal gelişmelere gözler ve kulaklar açılmak zorunda. Yoksa, kentin yaşam soluğu tükenir. BERKE GÖL Arşivinizde olup da hâlâ izlenmeyi bekleyen filmler listeniz var bir de... Evet, çok fazla film aldığım için izlemeye yetişmem çok zor. Bir de zamanında izlediğim ve yeniden izleme gereği duyduğum filmler oluyor, onlar da eklenince liste iyice uzuyor. Tabii son senelerde hastalıklar işe yaradı, evde daha çok vakit geçirmeye başladığım için o sayıyı biraz erittim. 400’lerdeydi izlenecek film sayısı, geçenlerde baktım 175’e kadar inmiş. Ölmeden önce bir süreyi daha hasta geçirirsem belki bitirebilirim. (gülüyor) s‘Mineermkeazc’ıdlaern’ çıkan 16 yıllık tarihi boyu Merkez’in yetiştirdiği pek çok sinemacı da oldu. Misyo numuz sinefil yetiştirmekti. Ama bu misyonun ötesine geç tik ve çok değişik bölümlerde okuyup da Merkez’de çok zaman ge çirdikten sonra yüksek Fırat Yücel lisansını, Mithat Alam doktorasını sinema üzerine yapan sayısız öğrencimiz oldu. Orada geçirdiği vakitlerle ilgisi daha da artan, zamanla “benim yolum budur” diyen kişiler çıkmaya başladı. Sevgili Seyfi, Seyfi Teoman iki tane film çekti. Elif Refiğ bir film çekti. Kurgucularımız var; Emin Alper’in çektiği “Tepenin Ardı”nın kurgusunu yapan Özcan Vardar ile Tolga Karaçelik’in “Sarmaşık”ının kurgusunu yapan Evren Luş da “Merkez çocukları”dır. Yapımcılar, kısa filmle uğraşanlar, setlerde çalışanlar, sektörün farklı alanlarında görev yapan daha pek çok kişi var. Bunların üzerine bir de Türkiye’nin en uzun süredir çıkan sinema dergisi Altyazı’yı çıkarıyoruz, dolayısıyla dünya kadar da eleştirmenimiz var. Benim için Mithat Alam Film Merkezi’ni kurmuş olmanın en büyük mükafatı da bu; bu kadar çok insanın hayatına dokunmuş olmak. Peki bu listede “Nasıl olur da bunu izlemezsin!” diye etrafınızdakileri şaşırtan filmler hangileri? Bu, öğrencilerimle aramızdaki en güzel şakalaşma konularından biridir. Mesela ben Harry Potter serisini, Yüzüklerin Efendisi üçlemesini hiç izlemedim. Star Wars’un da sadece birinci filmini gördüm. Sizin listeleriniz de meşhur. 1990’dan beri her yıl hazırladığınız ‘Yılın En İyi Filmleri’ listelerini öğrencileriniz yakından takip ediyor. Bunun dışında çevrenizin baskılarına dayanamayarak hazırladığınız ‘Tüm Zamanların En İyi 200 Filmi’ listesi var, bir de ‘Tüm Zamanların En İyi 10 Yönetmeni’. Listeyi kendi kendine yapmanın bir keyfi yok. Ama o listeleri Boğaziçi’nde farklı dönemlerdeki öğrencilerimden oluşan 7075 kişilik mail grubumuza gönderdiğimde, onlar da kendi listelerini paylaşıyor. Belirli filmler konusunda uzlaşılıyor, belirli filmler üzerinde hararetli tartışmalar dönüyor. Bazen kaçırdığın bir filmi başkasının listesinden bulup çıkarıyorsun. Bahsettiğin o “Tüm Zamanların En İyi 200 Filmi” listesini yaptığında öğrencilerden biri çıkıp “2002 senesinde üçüncü seçtiğiniz filmi buraya almışsınız ama birinci ve ikinci seçtiğiniz Ingmar Bergman filmleri almamışsınız” diye itiraz edebiliyor. Demek ki o film zaman içinde yükselirken ötekiler etkisini kaybetmiş. Böyle hoşluklara da vesile oluyor listeler. Yönetmenler listesine gelince, bu tabii son derece kişisel bir şey. O listeyi sinema tarihçileri gibi “Sinema Tarihinin En Önemli Yönetmenleri” mantığıyla yapmadım. Godard’mış, Tarkovski’ymiş, bana bir şey ifade etmeyenleri listeme almadım. Belki bundan yirmi sene önce yapsam “aman kimse laf etmesin” endişesiyle “en önemli” yönetmenleri sıralardım ama artık oraları geçtim. Kimler var ilk 10’da? Şöyle bir laf vardır, bilirsin: Sinema bir dinse Bergman peygamberdir. Ben de Tar kovski ya da Godard tarikatına değil, Bergman tarikatına mensubum, dolayısıyla Ingmar Bergman’ı bir numaraya koyuyorum. İlk 10’daki diğer isimler ise sırasız. Amerikalılardan başlarsak Alfred Hitchcock (tabii aslen İngilizdir) var, Coen Kardeşler var, Robert Altman ve Woody Allen var. Altyazı’nın yüzüncü sayısı vesilesiyle benden bir ‘En İyi 100 Film’ listesi istediğinizde ben ilk beşi sırayla yazmış, sonrasını alfabetik yapmıştım, hatırlarsın. İlk beş The Godfather ile başlıyordu çünkü The Godfather sinemaya dair her şeyi kapsıyor. Ardından gelen Singin’ in the Rain müziği, dansı, eğlenceyi kapsıyor. Kieslowski’nin Üç Renk (Trois Couleurs) üçlemesi ruhaniyeti, Wong Kar Wai’nin In the Mood for Love’ı aşkı, Bergman da insan ilişkilerini kapsıyor. Ama şimdi sorsan, tüm zamanların en iyi filmi konusunda Visconti’nin “Leopar”ını (Il Gattopardo) söylemek geliyor içimden. Yakın zamanda büyük perdede yeniden izledim, özellikle o son bir saati gerçekten müthiş, eşi benzeri olmayan bir filmdir bana göre... (Bilgi: mafm.boun.edu.tr) C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle