23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Pazar 10 Temmuz 2016 TASARIM: SERPİL ÜNAY yorum 9 Ütopyalar hâlâ bizimdir! (1) Ayağına çiçekli şalvarını çekmiş, başında yemenisi Karaburun dağlarının kırk çeşit kekiğini ezbere bilen Karaburunlu otların ve peynirlerin annesi yaşı belli olmayan bir kadın şöyle sesleniyor: “Bırakın bu tarım ilaçlarını, ben size bir sır vereyim, şu tespih ağaçları var ya onun yaprak ları her derde devadır. Toplarsın yapraklarını, sıkı bir kaynatırsın, soğuduğunda her türlü zararlı haşereyi anında yok eder. Kalıntısı filan da kalmaz!” Tespih ağaçlarının Hindistan’ın en kutsal ağa cı olduğunu bilirdim ama şimdi anladım ki, kutsallı ğın nedeni bulmuş. Ben neredeyim? Karaburun’da 22. Ütopyalar Toplantısı’nda. Neyse ki, hâlâ ütopya lar bizim ve hâlâ hepimizin kendi ütopyasını gerçek leştirmek için sonsuz olana ğı var. Dünyanın haline ba kınca kötümser olmamak mümkün değil ama durun o kadar da değil. Bu yıl Ütop yalar Toplantısı’nın konusu: Sürdürülemezlik. Evet, vahşi Ayıdan al haberi. kapitalizm öyle bir vahşileşti ki, dünyanın sonunu getir meye kararlı gibiler. İşte bu nedenle sürdürülemez ler. Onların da derdi bu, bu vahşi düzen sonunda onları da yok edecek! Daha kötümser bir söylem le dünyanın sonu gelecek! Şimdi gelelim toplantı da neler konuşulduğuna, önce Kâmil Masaracı’nın Karikatürlü Ev’de sergilediği çevre ve ütopya ile ilgi li iğneleyici, şenlikli karikatürlerini ve Hale Dere’nin dünyanın az bilinen ülkesi eski Burma (yeni adı Myanmar) fotoğraflarını izleyip Karaburun’un merke zindeki Nergis kafede soluklanıyoruz. Nergis kafe de, esnaf, balıkçılar, çobanlar, burada yaşayan ay dınlar ve konuşmacılar toplanmış. İnce bir meltem esiyor ve insanın kanını donduran bilgiler akıp du ruyor. Karaburun Belediye Başkanı Ahmet Çakır’ın bir sitemi var, “Neden daha kalabalık değiliz?” Hak lı da, hiçbir planlama yapmadan bölgeye yerleştiri len rüzgâr panelleri arıcılığı öldürmüş, kuşların yo lunu değiştirmiş, balık çiftlikleri deniz yaşamını al tüst etmiş bölge bunlarla mücadele ediyor ve ede cek! Ama neden daha çok insan yok! Benim de so rum bu! Şimdi hepimizi ilgilendiren bir konuya geçe lim, tarım ilaçlarının ve yok edilen yerli tohuma. Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı öyle bilgiler verdi ki, en azından ben acaba hangi sebzeyi yiyebilirim, hangi meyvede daha az tarım ilacı kalıntısı var, anında dü şünmeye başladım. Durum vahim, yediğimiz doma tes ilaçlı, çilekler ilaçlı, portakalın kabuğunu soysak da ilaç içeri işliyor. Kokladığımız çiçekler bile ilaçlı! Peki, bu tarım ilaçlarını kimler yapıyor, tabii dünya yı önce hastalandıran sonra da o hastalığa karşı ilaç üreten, ilaç firmaları. Sadece Bayer’in adını versem yeter. Önce tarım ilacıyla bizi zehirliyor sonra beşeri ilaçlarla bizi iyileştiriyor yani bir cenaze levazımatçı lığı yapmadıkları kalmış. Topraklar böyle de denizler nasıl, Doç. Dr. Güzel Yücel Gier, körfezdeki kirliliği öyle bir anlattı ki, balık yiyesim kalmadı. Çünkü bu tarım ilaçları akarsular aracılığıyla denizlere taşınıyor ve özellikle dip balıkları bu öldürücü toksinlerle do lu. Sizin de moraliniz bozulmaya başladı, biliyorum ama ne yazık ki, durum bu şimdi Küresel İklim Deği şikliği ve Türkiye’ye etkisine geçelim. Yrd. Doç. Dr. Ortaç Onmuş bu konunun tüm de taylarını anlatmak istediğinden, dinleyicilerden za man istiyor, çünkü bu öyle yarım saatte ya da bir sa atte anlatılacak bir konu değil. Yahu dünya elden gi diyor, öyle bir göktaşının dünyaya balıklama dalma sıyla filan değil, bizzat insanoğlunun yaşam tarzıy la, kâr hırsıyla çok hızlı yok ediliyor. Hoca, bir harita gösteriyor, 2050 yılında dünyanın ve Türkiye’nin ne halde olacağına dair bir bilimsel veri. Ah canım ül kem artık öyle dört mevsimi yaşayamayacaksın! Su ların kurumuş, toprakların iyice kelleşmiş ve yiyecek sıkıntısı içindesin! Çünkü vahşi kapitalizm her şeyi yok etmiş. Bu yazıda moralinizi bozdum. Meraklan mayın işler o kadar da kötü değil, bir sonraki yazıda ütopyalarımız nasıl gerçekleşir onu anlatacağım. 10 Temmuz 2016 SAYI: 33149 İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına Orhan Erİnç İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar Yayın Koordinatörü Murat Sabuncu Yazıişleri Müdürü Bülent Özdoğan Reklam ve Pazarlama Direktörü Ayşe Cemal Reklam Grup Koordinatörü Deniz Tufan Sorumlu Müdür Abbas Yalçın Görsel Yönetmen Hakan Akarsu Rezervasyon ve Planlama Koordinatörü Bülent Gürel l Haber Merkezi Müdürü: Aykut Küçükkaya l Ekonomi: Olcay Büyüktaş l Kültür Sanat: Evrim Altuğ l Spor: Arif Kızılyalın l Gece: Ayça Bilgin Demir l Yurt Haberler: Selin Görgüner l Fotoğraf: Uğur Demir l Düzeltme: Mustafa Çolak Web Koordinatörü: Oğuz Güven editor@cumhuriyet.com.tr Ankara Temsilcisi: Erdem Gül Güvenevler Mah. Güneş Cad. No: 8/1 Çankaya 06690 Ankara Tel: (0312) 442 30 50 İzmir Reklam Tel: (0232) 441 12 20 0530 430 74 17 Okur Temsilcisi: Güray Öz guray@cumhuriyet.com.tr Yayın Kurulu: Orhan Erinç (Başkan), Güray Öz (Bşk. Yrd.), Can Dündar, Ali Sirmen, Hikmet Çetinkaya, Emre Kongar, Şükran Soner, Hakan Kara. l Muhasebe Müdürü: Günseli Özaltay l Satış Dağıtım: Tunca Çinkaya Yayımlayan ve Yönetim Yeri: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 343 72 64 eposta: posta@cumhuriyet.com.tr Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: reklam@cumhuriyet.com.tr Yaygın süreli yayın Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul Dağıtım: Doğan Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık ve Tahsilat Sistemleri AŞ Esenyurt/İstanbul Cumhuriyet’te yer alan haber, yazı ve fotoğrafların yeniden yayım hakkı saklı tutulmuştur. İzin alınmadan ve kaynak göstermeksizin yayımlamak Basın Kanunu gereğince hukuki ve cezai yaptırıma tabidir. İstanbul Ankara İzmir İmsak 03.37 03.29 04.00 NAMAZ VAKİTLERİ Güneş Öğle İkindi 05.34 13.17 17.13 05.22 13.01 16.56 05.49 13.24 17.15 Akşam 20.46 20.27 20.46 Yatsı 22.33 22.11 22.25 Adı konulamayan kimi duygular ve algılar, sözcüklere dökülmedikleri için seslerle ifade edilirler. Örneğin “vıj” diye kaydı, deriz. Vıj sözcük değil, kayış eylemini taklit ederek güçlendiren bir sestir. Fazlasıyla iğrendiğimizi, öğürme sahnesini canlandıran “ööö” sesiyle vurgularız. Kapılarımız “çat” diye açılır, “pat” diye kapanırlar. Gerçekler “dank” edince kafamıza, “küt” diye düşeriz yerlere. Sevinirken “pır pır”, heyecanlanınca “tıp tıp” eden yüreğimiz, “çıt” diye kırılıverir. “Hişt” der sustururuz, “hey” der ünleriz. Bebekleri severken çıkardığımız mucu mucu,  bıdı bıdı gibi özgün ve yaratıcı seslerimiz; şapır şupur’larımız, lüp lüp’lerimiz, lop lop’larımız, hop hop’larımız; “ce!” demelerimiz, “ee?”lerimiz, “ah!”larımız ve “of!”larımızın her biri belli bir duyguyu ifade eden seslerdir. Bu seslere toplu bir ad koyan kök dil Yunanca olup sözcük yaratımı anlamında “onomatopia” başlığını uygun görmüştür. Her dilin özgün onomatopia’ları vardır ve dilin ses yapısına uygun biçimde tını değiştirirler. HHH Örneğin onomatopia’yı “onomatope” diye benimseyen Fransızlar, yavrularını gıdıklarken “gli gli” sesini çıkarırlar, oysa biz “gıdı gıdı” deriz. Kimi onomatopia’lar, evrensel bir anlam taşır. Kimileri seste aynı, anlamda ayrıdırlar. Biz Türkler “ah, evet!”in ahından ne anlıyorsak, Fransızlar da “ah, oui!” sözünden aynı anlamı çıkarırlar. Zevk aldığımız zaman bütün dillerde “oh” çekeriz, canımız acıdığı zaman “ay” demekle yetinmeyip “ay, ay, ay!” diye bağırırız her dilde. Ancak bizim “uf”umuz, acı kaynağıdır. Düşen kalkan çocukları “uf olmuş benim küçüğüme” diye teselli ederiz. Oysa Fransızlar bir belayı ucuz atlattıklarında terlerini siler ve rahatlama belirtisi olarak “uf!” derler. Şrak! Anlam sesleri diyebileceğim onomatopia’lara ilişkin bu bilgiler, size incir çekirdiğini doldurmayan bir lafazanlık gösterisi, önemsiz ayrıntılar gibi gelebilir. Çabuk karar vermeyin! Her gün, her alanda uğradığımız şaşkınlığı, acıyı ya da isyanı anlatan sözler hızla tükeniyor. HHH Bizi şaşkınlığa, acıya, isyana sürükleyen kötülüklere her an bir yenisi ekleniyor. Dil, kötülük kadar doğurgan değil. Her yeni olumsuzluğu yeni sözlerle betimlemekte zorlanıyoruz. Duygularımızın ifadesini yüklenen sözlerin bazıları tekrarlana tekrarlana eskidi, yıprandı, söyleyeni de dinleyeni de bıktırdı, kanıksattı. Aslında hepimizin dağarcığında kullanılmamış, gıcır gıcır sözcüklerden oluşan pek çok söz var ve hepsi, bugüne değin kullandıklarımızdan çok daha çarpıcı, etkili, hatta eylemci… Ama onlar da yasaklı. Dilini tutmayıp ağzından çıkaranı, içeri alıyorlar! Bir yanda ifade özgürlüğünün giderek daralan sınırları, öte yanda artık yaşadığımız her şoku yeni sözcüklerle ifade edememenin çaresizliğiyle çevrili bu ülke, “sözün bittiği yer” olmaya aday. Daha şimdiden duygularımızın, düşüncelerimizin “Göz yummakHk,EaöNpyalRetImyJaaEkdAtaırN.b”SöOylNe perdeleri sustuğumuz anlar var ve ço ğalıyorlar. Çünkü söz tüken mese bile yararsızlaştı, duru mu tarife yetmiyor. Yakında mahkemelere düşmemek, hapislerde sü ründürülmemek, sansüre ta kılmamak, iktidarın ya da onun bunun gazabına uğramamak, işten atılmamak, kı Boris Pilniak / Çin Günlüğü sacası hayatta kalmak için onomatopia’lara muhtaç olabiliriz. HHH Ülkenin ya da ailenizin geleceğini mi düşünüyor sunuz? Boşuna yormayın çenenizi. “Ah, aaaah!” di ye iç çekin, anlatmaya yeter de artar, ruh halinizi. Geçim sıkıntısı mı çekiyorsunuz? Uzun açıklama lara hiç gerek yok: “Of, ooof!” sesinden daha iyisi ni bulamazsınız. Politika diyeceğinize bir “öf!” çeker; yolsuzluk, hırsızlık, talan, soygun, vb’nin bitmek bilmeyen sa yımını “Ohho!” diye özetlerseniz, zaten Türkiye’nin anatomisi olmasa bile onomatopia’sı ortaya çıkar! Hatta onomatopia’larınızı “çüş”, “höst”, “hoşt” gi bi seslerle zenginleştirirseniz; başınız derde girme den en sıkı muhalif bile olabilirsiniz. Sorunlu, so rumlu ve suçlu adı vermenize gerek kalmadan her kes kimden söz ettiğinizi anlar, çünkü. Böylelikle hem söyleyeceğiniz içinizde kalıp yüre ğinizi şişirmez, hem de uzun süre yiğitliğe kaka sür dürmeden durumu idare edebilirsiniz. Ta ki son perde, iniltilerin şakşaklarla boğulduğu bu ülkenin üzerine herkesin duyacağı bir gümbür tüyle “Şrak!” diye inene kadar. KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK behicak@yahoo.com.tr ÇİZGİLİK KAMİL MASARACI kamilmasaraci@gmail.com.tr Önce zürriyet sonra hürriyet Zürriyetsizlik kötü. Hürriyet de 2. plana atılamaz. Ama yarın daha kötü olacaktır. Bu “felaket tellallığı” falan değildir. “Bugünün kıymetini iyi bilin!” anonsudur! 67 yıldan geçtik. Saraylı olmadan önceki hallerini bile arar durumda değil miyiz? “Yarın daha kötü olacak!” yargı değil en gerçekçi yaklaşımdır... Ve artık böyle yaşamalıyız. Buna sadece “özel” değil, “politik” hayat da dahildir... Ertelemeden, uyuşukluktan vazcayılmalıdır! MHP’deki başkaldırı son derece yerindedir. Darısı CHP HDP’yedir. HHH De Gaulle, rivayete göre, “200 (yoksa 300 mü?) küsur peynir çeşidi olan bir ülkeyi yönetmek kolay değildir!” der dururmuş! Benzer bir anlayışı Tayyip Bey de sezdirmeden sergileyip duruyor: “Elbette, ABD’nin, Irakİran gibi ‘Şer Ekseni’nde saydığı Suriye ile 900 küsur km sınırı olan bir ülkeyi yönetmek de kolay değildir!” Orayı ya bize dahil edecektik ya da oraya biz dahil olacaktık. Bir hamleyle gidip cuma namazı kılmayı bile düşündük. Olmadı. Sonunda ortasını bulduk. Ülkenin değilse bile vatandaşlarının bir bölümünü ele geçirdik. (Tam 7’de 1’ini. Allah bereket versin!) 3 milyon Suriyeli artık bizimdir! HHH Buna “Tarih tekerrür ediyor!” da diyebiliriz, “Men dakka dukka!” da! Yani “Eden bulur!” Almanlar dünya kibarı değillerdir! Ekonomik çaresizlikten oraya giden bizimkilere “misafir (gast)” demişlerdi. Yan gelip yatmasınlar diye de eklemişlerdi: “Misafirişçi (Gastarbeiter)!” HHH Onlarca yıl geçti. Ne misafirlik bitti ne de işçilik. Emekli olmaya başladılar. On binlercesi önce emekli, sonra da torun torba sahibi... Onlar da büyüyüp evlenmeye başladılar. Hastalanan, sakat kalan, suç işleyip hapse girenler... O günlerde durumu en iyi özetleyen klişe: “İşçi bekledik. İnsan çıktılar!” Almanya’da ise 3 milyon Türk’ün yaşadığı söy leniyor. Ne kadarı çift uyruklu belli değil. Federal İstatistik Dairesi’ne göre (2015) gerçek rakam bunun yarısından biraz fazla. HHH Milletin temsilcisi Kasımpaşalı. Yani “Hepimiz Kasımpaşalıyız!”. (Ama, çok şükür eli maşalı değiliz!) Suriyelilere önce “Misafir” dedi. “İşçi” demek de ayıp olacağı için şimdi de “Vatandaş” demeye karar verdik. Gücümüz, 3 milyon birden artıyordu. Böylece “Üç... Üç...” talimatına kulak asmayan, (belki de çoğunluğu laik olan) üremeyen ve üretmeyen çiftlere de ders verilmiş oluyordu! HHH “Önce zürriyet, sonra hürriyet!” temalı derslere Bilal oğlunun vakfında devam etti: “Zürriyetimizi artıracağız, neslimizi çoğaltacağız. Nüfus planlamasıymış, doğum kontrolüymüş, hiçbir Müslüman böyle bir anlayışta olamaz!” (30 Mayıs 2016) HHH Hemen ardından Başbakan Binali Yıldırım, gereği için harekete geçti: “Evlendirme yetkisi müftülere ve muhtarlara veriliyor.” Aylardır, muhtarlarla Saray’da neden halvet olduğu da böylece ortaya çıktı! Ülkemiz, muhtarları ve müftüleriyle “önce zürriyet sonra hürriyet!” seferberliğinin birer askeri haline getiriliyordu. (“Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” nidalarını önlemenin bir yolu da buydu!) Başbakan, bir müjde daha verdi: “İsteyen istediği, isim soyadını nüfus müdürlüklerine başvurup değiştirebilecek. Mahkemeye başvuru kalkıyor!” HHH “Önce zürriyet!” ile entegre ve modüler bir uygulama. Zürriyet için, nikâh, nikâhın da “şipşak” yani kayıt kuyuttan uzak olması şart. Muhtar “iyi hal kâğıdı” verir gibi, nikâh kıyacak. Müftüler de “İki Elham Bir Nikâh” ilkesine göre çalışacak. Böylece “evli çift” ve “zürriyet” patlaması olacak. Bu nüfus bize de yeter, tüm Suriye’ye de. Frankenstein Avrupa’da 1816 yılı, “Yaz mevsiminin yaşanmadığı yıl” olarak anılır. Endonezya’da patlayan Tambora volkanı Avrupa’nın iklimini öyle bir değiştirir ki, haziran ortasında hava buz gibidir. İsviçre’nin Cenevre Gölü’ndeki Diodati Villası’nda bir araya gelen tatilciler, geceleri ısınmak için şöminenin çevresinde toplanırlar. Frankenstein’ın yazarı Mary Shelley (Godwin), üvey kardeşi Clair Calirmont, sonradan Mary ile evlenecek olan yazar Percy B. Shelley, şair Lord Byron, Dr. John William Polidori… Hepsi bir arada. Mary Shelley henüz 18 yaşında. O yıllar bilimsel gelişmelerin hızlandığı yıllar. Şimdiki gibi. Özellikle elektrik teknolojisinde yeni gelişmeler yaşanıyor. Kadavralara elektrik verilerek çeşitli deneyler de yapılıyor. Frankenstein’in elektrik verilerek canlandırılması boşuna değil yani. Geceleri şömine başında yapılan sohbetlerde bir yandan bilimsel gelişmeler tartışılırken diğer taraftan korku öyküleri anlatılıyor. Lord Byron o sırada “Hepimiz birer korku öyküsü yazalım” önerisini getiriyor. İşte Mary Shelley’in Frankenstein’i böyle ortaya çıkıyor. Sadece o mu? John Polidori de dünya edebiyatındaki ilk vampir öyküsünü burada yazıyor. Bir volkan patlamasının edebiyata etkisine bakar mısınız? HHH mhâaAlânraıed“tFkarinlaen2ywtk0iacwne0aiwnh.bymsahıitelrmet@gaeintengtamçlnva.ateciitol.ıy.m.cMao“mFmarraoyndSkehernenlslPeteryoi’nnm’iınnetk2hü0el0ut .sro”,Yılı” nedeniyle dünyada etkinlikler düzenlenmesi boşuna değil. Henüz bir “Frankenstein” yaratmadık. Ama bazıları “Bu da yakında gerçekleşebilir” diyor. Yuval Noah Harari’nin “Sapiens” kitabını okuduktan sonra, şu tümceleri not etmişim: “Tarih boyunca üst sınıflar hep alt sınıflardan daha akıllı, daha güçlü ve daha iyi olduklarını iddia ettiler. Ama çoğunlukla kendilerini kandırıyorlardı. Fakir bir köylü ailesinden doğan bir bebeğin, kralın oğlu kadar zeki olma ihtimali hep vardı. Fakat yeni tıbbi olanaklarla, üst sınıfların bu kibri artık gerçeğe dönüşebilir.” Biliyorsunuz, önce Bill Gates kendine ait blogunda, eşi Melinda’ya Harari’nin kitabını önermişti. Ardından Facebook’un kurucusu Zuckerberg kitabı 38 milyon takipçisine tanıtmış, kitap çok satanlar listesine girmişti. Harari, genetikte yaşanan gelişmelerin kanser gibi pek çok hastalığa çare olabileceğini vurguluyor. Fakat süper insanların da yaratılabileceğine dikkat çekiyor. Bir başka not daha almışım: “Gelecekte 4 canlı türü rekabet edecek: 1 İnsanlar, 2 Genetiği değiştirilmiş insanlar, 3 Bedenleri ‘mekanik ve dijital parçalar’ takılarak güçlendirilmiş insanlar (Siborglar) 4 Robotlar.” Peki, bu rekabetin sonucu ne olur? Geniş kitleler, genetiği değiştirilmiş insanlara nasıl davranırlar? Ya genetiği değiştirilmiş olanlar, “normal” insanlara… Sonunda robotlar mı hâkimiyeti ele geçirir? HHH Bana sorarsanız, genetiği değiştirilmişleri başlangıçta hiçbirimiz bilmeyeceğiz. Sonra, buna hazır olduğumuzda bazı magazin haberleriyle gerçeği öğreneceğiz. “Benim de genetiğim değiştirildi” diyecek ünlü bir sinema oyuncusu. Süper zeki, çok sağlıklı, sporcu görünümlü, çok güzel kadınlar ve çok yakışıklı erkekler boy boy poz verip kendi öykülerini anlatacaklar. Bu itirafları duyunca şaşıracağız. Baklava karın kaslarına sahip süper yakışıklı adamların fotoğraflarına bakan eşlerimize de şöyle diyeceğiz: “Amaaan… GDO’lu ne olacak!” Sanırım önümüzdeki yıllarda son 200 yıldakinden farklı Frankenstein öyküleriyle karşılaşacağız. Bu iş nereye varır derseniz, Harari’nin kitabının son bölümüne verdiği başlık şöyle: “Homo Sapiens’in Sonu” C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle