22 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Salı 26 Ocak 2016 EDİTÖR: SERKAN OZAN TASARIM: ZARİFE SELÇUK dizi 7 Suriyelilere dünyada benzeri olmayan ‘statü’ 11’den beri savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin resmi sayısı iki buçuk milyona yaklaştı. Gerçekçi tahminlerse bu rakamın üç milyonu aştığını söylüyor. Suriyeliler aslen iki kategoride kayıt altına alınıyor. İlki “düzenli” diye tarif edilen, pasaportuyla gümrük kapısından geçiş yapanlar. Yasalardaki “yabancı” statüsünün sağladığı oturma, çalışma izni gibi haklardan faydalanan bu grubun sayısı sadece 80 bin! Yüzde 5’i bile oluşturmuyor yani. Geriye kalanlar ise “geçici koruma statüsü” verilen Suriyeliler. Şimdiye dek Geçici Koruma Belgesi sahibi olan Suriyelilerin “kayıtlı” olarak çalışması mümkün değildi. Geçen 20 1 hafta Resmi Gazete’de yayımlanan Geçici Koruma Sağlanan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelik ise yeni bir dönem açıyor. Üstelik dünyada pek muadili olmayan bir statü yaratarak... Muadili yok, çünkü çalışma izni hakkı kapısı aralanan Suriyeliler ne “yabancı” sayılıyor, ne “göçmen işçi”, ne de mülteci. Bu konumların verdiği haklardan da faydalanamıyorlar. İkâmet ettikleri illerde çalışma mecburiyetleri var, ayrıca çalıştıkları işyerlerinde Suriyeli sayısının yüzde 10’u aşmaması gerekiyor. Sadece tarımda böyle bir sınırlama yok, bu da mevsimlik tarım işçiliğinin tamamen Suriyelileşmesi şeklinde okunabilir. Kayıtlı, sigortalı çalışmak, asgari ücretin alt sınır olarak garantilenmesi Suriyeli işçiler için bir kazanım gibi görünüyor. Fakat bu ara statü, ilgili uluslararası hukuk mevzuatının neresinde var? Uygulama dört buçuk yıldır birçok sektörde kayıt dışı çalıştırılan Suriyelilerin hayatına ne kadar değecek? Sermaye tarafından ucuz işgücü kaynağı olarak görülen Suriyelileri sigortalamaya hangi patron yanaşacak? Yeni sömürü mekanizmaları mı kuruluyor? Çocuk işçiliğe deva olabilecek mi? Türkiyeli işçilerin bu yeni düzenlemeye yaklaşımı ne olacak? Bu yeni evre nasıl toplumsal ve ekonomik sonuçlara yol açabilir? İşçiler, patronlar, akademisyenler, sendikacılar anlatacak. Üç gün sürecek yazı dizisiyle bu gibi soruların yanıtlarını arayacağız. Kıskanın, Dink Oratoryosu’nu izledim... Türkiye’deki Suriyeliler sömürü düzeninin dişlileri arasında yaşama tutunmaya çalışıyor ağlayan’ın arka sokaklarında apartmanların bodrum katlarından sızan ışıklar da, kar düşen sokaklara vuruyor. İstanbul’un birçok yoksul semtinde olduğu gibi, bodrum katları, eski depolar dahi savaştan kaçan Suriyelilere ev diye kiralanabiliyor. Bir giriş katın kapısını 33 yaşındaki Muhammed açıyor. Az önce geldi işten. Yeni harlanmış sobanın etrafında biri üç, biri beş yaşında iki erkek çocuğu koşturuyor; Taim ve Yazen. Muhammed’den üç yaş küçük eşi Zeynep konuşurken kara gözleri ışıldayarak karnını gösteriyor; “Ben hamile”. Gülüyor, “Ama lazım yok” diyor üçüncü çocuk için. Oradan buradan buldukları eşyalarla döşeyip kanlı canlı bir yuvaya dönüştürdükleri evlerinde, bir Suriye kanalı açık televizyonda. Zeynep’in de, Muhammed’in de içlerinin güzelliği yüzlerine yakın durmuş sanki. Anlattıklarını dinlerken, yüzlerindeki bu iyilik, onları bu hayata mecbur bırakan her şeye öfke yükseltiyor içinizde. Ve her şeye rağmen “şükürsüz” cümle kurmayışları... 7 kişilik aile haftalık 250 lirayla geçiniyor Ç Can erok Önce mobilya sonra tekstil İki yıl önce Halep’te oturdukları ev bombalanmış. Emin değiller, ya Özgür Suriye Ordusu bombalamış ya da Özgür Suriye Ordusu’nun karargâhı olduğunu düşünen rejim. Üzerlerindeki kıyafetlerle çıktıkları yolda önce başka bir mahalledeki tanıdıklarına sığınmışlar, sonra sınırdan geçerek Türkiye ve derken İstanbul. Muhammed’in abisi ailesiyle onlardan önce gelmiş; Bursa’da mobilya işinde çalışıyor. Halep’te bir demir doğrama atölyesinde çalışan Muhammed de mobilya işiyle başlamış. Şimdi ise bir tekstil atölyesinde. Zeynep, Halep’teyken kuaförlük yapıyormuş. Sekiz ay kadar o da tekstilde çalıştıktan sonra yılmış, şimdi arada eve gelen Suriyeli kadınların saçlarını keserek küçük harçlıklar çıkarıyor. Hayatları benzer hangi kadından ne kadar para kazanabilir zaten? Sıra büyük sermayede uriyeliler deyince galiba akla önce kamplar geliyor. Oysa bugün kamplarda kalanlar toplam rakamın sadece yüzde 10’u. İkinci yaklaşım, ‘dilencilik’ üzerinden tavır geliştiriyor, ki bu tavrı tahmin etmek zor değil. Üçüncüsü ise Avrupa’ya gitmek adına Ege’de canlarını bırakmaya razı olanlar; Zeynep’in “Çok mefta var” dedikleri. Bu üç temel yaklaşımın temsil ettiği azınlıkları çıkardığınızda Türkiye’deki Suriyelilerin büyük çoğunluğu ise işgücü olarak tartışılmayı hak eden mühim bir başlık. Suriyeliler emeklerini nasıl satarak hayatta kalıyor? İşçi olmanın yanında, Suriyeli işçi olarak nasıl sömürülüyor? Bu tartışmayı, hele de emekten yana bir perspektifle bulmak çok güç. Evrensel gazete Muhammed ve Zeynep’in Halep’teki evleri bombalanınca sadece üzerindeki kıyafetlerle çıktıkları yolculuk İstanbul’da sonlanmış. İki çocuk, Zeynep’in anne ve babası ve kızkardeşi, toplam yedi kişi Muhammed’in 250 Liralık haftalığıyla geçiniyor. S Kral gibi hayatımız vardı Sohbetin bir noktasında Suriyelilere çalışma izninin yolunu açan yönetmelikten haberleri olup olmadığını öğrenmek istiyorum. Ya da iki yıllık Türkiye hayatları boyunca hiç sigortalı bir Suriyeli tanıyıp tanımadıklarını... Ya da bir gün kendilerinin de sigortalı çalışacaklarına dair bir umutlarının olup olmadığını... Tercümede bize destek olan, kendisi de tekstil işçisi Hataylı Ali, “Sorayım da cevabını biliyorum, sen bilirsin” der gibi kinayeyle gülerek çeviriyor. İki çocuk, Zeynep’in anne ve babası ve kızkardeşi, yedi kişi Muhammed’in 250 liralık haftalığıyla geçiniyor. Ev kirası 600 TL. Çalıştığı bölgede bırakın sigortalı Suriyeli, sigortalı Türkiyeli işçi bulmak zaten zor. Sektördeki krizden dolayı iş bulmak ayrıca meşakkatli. “Halep’te inşaat ustasıydım, kral gibi hayatımız vardı. 40 yaşını geçene burada iş vermiyorlar” diyen Zeynep’in babası da eklenmiş, Arapça bir tartışma dönüyor. Sigorta mı? Suriyelilere mi? Sanki öyle bir şey duyduk... Yani bize de mi? Nasıl başvuracağız? sinde yazan ve şu an Hayat TV’de çalışan Ercüment Akdeniz bunu erken yapanlardan. Kasım 2014’te Evrensel Kültür Kitaplığı’ndan çıkan “Suriye Savaşı’nın Gölgesinde Mülteci İşçiler” adlı kitabı, bu yeni düzenlemeyi konuştuğumuz günlerde ayrıca anlamlı. Akdeniz, kolektif bir çalışmayla İstanbul Bağcılar’dan, Çağlayan’dan, Adana’dan, Hatay’dan, Gaziantep’ten, Kayseri’den, İzmir’den onlarca Suriyeli işçinin hikâyesini aktarıyor. Tamamı kayıt dışı, büyük sömürüyle çalıştırılıyor. Sadece Suriyeli olmaktan dolayı nasıl aşağılandıklarını, haklarının yendiğini, yevmiyeleri düşürmekle suçlandıklarını ve tüm bunlara savaş trav Parça parça olmuş ruhlar masının parça parça ettiği ruhlarıyla nasıl göğüs germeye çalıştıklarını anlatıyorlar. Kimi bugün Avrupa’ya varmış, kimi hâlâ yaşamaya direniyor. Biri El Nusra’da savaşmış, biri YPG’li, biri rejimin askeri... Akdeniz, birbirine kurşun atmışların bugün aynı atölyelerde mecburen birlikte çalıştığını anlatıyor. Evleri uzak tutsalar da, sömürüldükleri yerler ironik biçimde aynı. Bu yeni uygulamanın kayıt dışı işçi çalıştırmanın normalleştiği sektörlerdeki Suriyeliler için hiçbir şey değiştirmeyeceğini düşünüyor Akdeniz. Suriyelileri “risk ve fırsat” olarak okuyan kapitalizmin dilinden, ucuz işgücü pastasından faydalanan kayıt dışına, büyük sermayenin artık “Sıra bende” dediğinden söz ediyor. Suriyelilerin çektikleri bitmiyor. e güzel ve ne acı bir gündü bir bilseniz... Önce Bakırköy’de Leyla Gencer Kültür Merkezi’nin büyük, görkemli (ve pek soğuk salonunda) Uğur Mumcu’nun aramızdan çekilip alındığı günün 23. yıldönümünde Uğur’un kişiliğinde bütün öldürülen gazetecileri andık. Alışılmışın ötesinde bir “panel” oldu. Yanlış saymadıysam genç ve yaşlı, kadın ve erkek 10 gazeteci öldürülen arkadaşları üstüne, gazetecilik mesleğinin ölümlere, hapislere komşu yüzü üstüne konuştu. Hasan Tahsin’den başladık, öldürülen bütün meslektaşlarımıza birer selam yolladık. Kendimi tutamadım, Uğur Mumcu arkadaşımla Hrant Dink kardeşime iki selam yolladım. Birinci selam arkadaşlık bağındandı. Ikincisi haberci olarak mesleğin ak adını daha da yücelttikleri için. Uğur Mumcu’nun 12 Mart karanlığında Yeni Ortam dergisinde belgesiyle, bilgisiyle, fotoğrafıyla, yalanlamak, inkâr etmek isteyenleri yutkunmak zorunda bırakan “Mahir Kaynak bir MIT ajanıdır” başlıklı haberini ve 80’li yıllarda siyasal İslamcı bir iktidara giden yolun taşları döşenirken Evren Cuntası, CIA ve Suudi Krallığı’nın el ele, omuz omuza, yurtdışındaki imamların maaşlarını ödemeye kadar varan kirli, karanlık ilişkilerini gün ışığına çıkaran Cumhuriyet’teki haberini andım... Ve “haberci” Hrant Dink’in “Sabiha Gökçen bir Ermeni yetimidir” başlıklı, bulup çıkarmanın da yazıp yayımlamanın da alkışlanacak bir meslek hüneri ve mangal gibi bir yürek gerektiren haberini... Uğur’un ve Hrant’ın kişiliğinde habercileri, bu mesleğin gerçek emekçilerini andık. Iyi ettik. Güzel gündü, acı gündü... HHH Sonra akşam oldu. Ucu ucuna da olsa Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nin görkemli salonuna yetiştim. Tıklım tıklım salonda kendime iyi bir yer buldum. Notlar almak için kalemi defteri hazır ettim ve gece boyunca tek satır not bile almadım. Alamadım. “Hrant Dink Çağdaş Oratoryosu”nun Türkiye’deki ilkgösterimi başlıyordu. Sahneye mıhlandım ve konserin sonuna kadar soluk almaktan bile çekinerek kendimi müziğin büyüsüne bıraktım. Iyi ettim. Içim yıkandı. HHH Pangaltı Lisesi’nden Yetişenler Derneği’nin 70. yıl etkinliği kapsamında Majak Toşikyan’ın Hrant Dink Oratoryosu beni ve koca salonu sardı, sarmaladı, tutsak etti. Önce senfoni orkestrası eşliğinde Hagop Mamigonyan şefliğinde Lusaroviç Korosu üç kısa dinleti sundu. Ardından tenor Boğos Yeğyazar, bas Sercan Gazeroğlu ve soprano Karin Çubukciyan Bozkurt’tan oluşan solistler de sahneye geldi ve yine Mamigonyan yönetiminde bestesi Majak Toşikyan’ın, sözleri Bercuhi Berberyan’ın ürünü... Yok, “ürün”ü sözcüğü yetersiz kaldı: Yaratısı Hrant Dink Oratoryosu başladı. Anlatmamı istemiyorsunuz umarım? Müzik, hele kardeşim Hrant için yaratılmış bu harikulade müzik anlatılır mı? Size düşen olsa olsa o gece orada almadığınız için kıskanmaktır. Haklısınız kıskanın... Benimse içim yıkandı... En iyisi yazıyı Majak Toşikyan bitirsin: “... Hrant Dink gibi yeri asla doldurulamayacak biri için oratoryo yazılmayacaktı da kimin için yazılacaktı?.. Sanki ona karşı insanlık borcumu ödüyorum...” N Elçi’nin ölmeden bir gün önceki sözü: Yeter ki Avrupa’ya gelmesinler rcüment Akdeniz, yüzde 10 sınırıyla yumuşak bir geçiş planlansa da Türkiyeli işçilerin bu yeni E Kim sigorta yapacak? Halep’te de işçiydiler. “Orada hayat bu kadar pahalı değil, bir maaşla aile geçinir. Neydik ne olduk” diyor Muhammed. Eski ev sahipleri kullanmadıkları elektriği ödetmek istemiş, ev kiralarının Suriyelilere özel daha yüksek olmasından yakınıyorlar, Muhammed’in parasını sebepsiz ödemeyen eski işyerleri var. Büyük oğlan Halep’teki bomba seslerinden ürküp bir dönem bütün saçlarını dökmüş; artık dönmek istemiyor. “Bunlara medrese olacak mı” diye soruyor Zeynep. Muhammed’in Türkçesi yok gibi, Zeynep günlük hayat pratiğiyle hızlı gidip dert anlatır hale gelmiş, “Dil lazım” diyor, “Dil, medrese, bunlar en önemli.” Tüm bu dertlerinin ortasında, “vasıfsız” işçi olarak çalışmak zorunda kalacakları tüm işyerleri için, “çalışma izni” bilmedikleri bir dilde tamlama gibi onlar için. Muhammed’i, Zeynep’i kim sigortalı çalıştıracak? Ercüment Akdeniz düzenlemeye tepkisi anlamında sürecin daha sert işleyebileceğini düşünüyor. “En alttakilerin” çalıştığı kayıt dışı sektörlerde Suriyeli ve Türkiyeli işçilerin bir biçimde kaynaştığı görüşünde. Rakamın arttığı Antep, Kilis gibi bölgeler ise çoktan panik ve güvensizlik hissini yaşıyor. “Eğilim yoklamaları Suriyeli işçilerin varlığına büyük oranda karşı olunduğunu gösteriyor. Bu şu anda orta ve büyük ölçekli fabrikalarda ‘Suriyeli dövelim’e varmamış ama ne olacağını kimse bilmiyor. ‘Din kardeşim ama pisler.’ ‘Çok vicdanlıyız ama Suriyeliler mahallemizi mahvetti.’ Zaten genel olarak sorunlu bir yaklaşım söz konusu. Örneğin Bursa’daki Renault fabrikasına Suriyeli sokacaklar mı? Renault’daki işi bir Suriyeli yüzünden alamadığını bilmenin sonuçları farklı olacak.” Akdeniz, Suriyelilerin mesela eskiden tarla, hayvan sahibi olduğu, kendilerine yeten “onurlu” bir hayat sürdürdüklerinin düşünülmediğini söylüyor. Bu düzenleme bir adım olabilir ama nasıl bir statüyle? “Göçmen işçi çalıştırmanın şartları bellidir. Şu anda uluslararası toplulukların da kılı kıpırdamıyor. Yeter ki Avrupa’ya gelmesinler diye AB de göz yumuyor. ‘Transit ülke’den ‘filtre ülke’ye geçti Türkiye. Mülteci emeği yerküre üzerindeki bütün patronların iştahını kabartıyor. AB’yle yapılan da sadece bir para anlaşması değil; üç milyar bir para değil zaten. Yeni strateji aranıyor ve Türkiye önemli bir deney. II. Dünya Savaşı sonrası da kalkınmada göçmen emeği önemliydi ama o zaman bile daha insaflıydı.” Hazin bir karşılaştırma oluyor bu. İştahları kabarıyor iyarbakır Barosu tarafından yayımlanan “Baro Bülteni” dergisinin son sayısı 28 Kasım’da öldürülen Tahir Elçi için özel olarak hazırlandı. Bültende bir yazı kaleme alan Avukat Nahit Eren, ölümünden bir gün önce Elçi ile aralarında geçen konuşmayı anlattı. Eren, “Elçi, cep telefonundaki minare fotoğraflarını göstererek, ‘Adeta gözdağı verircesine minarenin topuklarına sıkmışlar. Bugün topuklarına kurşun sıkanlar, yarın tamamına ne yapmaz ki?’ dedi. Kendisine yer ve zaman itibarıyla açıklamanın sıkıntılı olabileceğini söylemiştim. Ani bir tepkiyle bana dönerek, ‘Neden öyle düşünüyorsun? Tarihi eserler için gidiyoruz. Ne olabilir ki’ diye sordu. Ben de ‘Çatışma anında istenmedik sonuçlar, ölümler gelişebilir’ dedim. Gülümseyerek, ‘Daha ne olsun ki; zaten her gün ölüyoruz. Öleceksem Dört Ayaklı Minare’nin altında öleyim’ deyivermişti. Elçi bunun sonuçlarını göze alarak o gün oradaydı” ifadelerini kullandı. Öleceksem Dört Ayaklı Minare’nin altında öleyim D C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle