25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 12 TEMMUZ 2014 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER T Tazminatlık İddianameler ve Baroların Duyurusu! ürkiye Barolar Birliği Başkanı, 57 baro başkanı ve 8 akademisyen, nisan ayının son haftasında “Hukuk Devleti İçin Kamuoyuna Duyuru”da bulunmuştur. Bu duyuru, son yıllarda yürütülen kimi soruşturmalarda ortaya çıkan hukuk ihlalleri karşısında “hukukun hukuku”nu savunan, içinden geçilen dönemin Türk hukukçularına, yargının kurucu unsurlarından biri olan avukatların meslek örgütü olan barolara yüklediği tarihsel sorumluluğun gereğini yerine getiren bir duyurudur. Bu yüzden siyasal değil, hukuksal bir içeriğe sahiptir. Duyuru, zanlısanık, şikâyetçimağdur, davacıdavalı ayırımı yapmaksızın, bu sıfatı taşıyan herkesin “hak arama özgürlüğü”nü ve “savunma hakkı”nı yasanın “soyut” kavramı olmaktan çıkarıp “somuta indirgeyen” bir hukuk abidesi olduğu kadar, her cümlesine kaynağını felsefeden almış, bu nedenle “hukuk teknisyenliği”nin dar sınırlarını aşan bir “hukuk bilinci”nin sarsılmaz sağlamlığı sinmiş bir “manifesto” niteliğindedir. Bu nedenle, bu duyuruda 50 başlık altında toplanan ve “hukuk devleti” olmanın ölçütü olan ilkeler, salt hukukun evrensel ilkeleri olmanın ötesinde, insanın “insanlaşma” serüveninin de bir ifadesidir. Çünkü insanlık ve uygarlık tarihi göstermektedir ki, insanın insanlaşması “dik yürümesi” (homo erectus) ile değil, “hak”lar, “özgürlük”ler ve “kişi güvenliği” konusunda verdiği amansız bir mücadele sonucu gerçekleşmiştir. Bunu başaramayan insan, dik yürüse de, dünyanın pek çok bölgesinde görüldüğü gibi, henüz insanlaşamamış, tutunamayan (disconnectus erectus) insandır. Hukuk devletinde hiç kimse, hakkında hüküm verilmeden bu kadar uzun süre cezaevinde tutulamaz. Ya elde yeteri kadar kanıt yoktur, o takdirde derhal salıverilir, ya da elde yeteri kdar kanıt vardır, o takdirde hızla yargılama yoluna gidilir. İBRAHİM TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci yasa ile taciz edilmiş, kafalarının çapı ve hayallerinin derinliği onun son arzularını kavramaya yetmeyen sıradan insanların elinde sözde yurttaşları “keyfi” uygulamalardan korumak için konulan bu yasa, “siyasi intikam” aracına çevrilmiştir. “Beraat” ya da “mahkumiyet”leri yargılama sonucunda belli olacak olan onlarca insan, neyle suçlandıklarını bile bilmeden, yargıç karşısına çıkarılmadan, aylardır cezaevinde tutulmaktadır. Hukuk devletinde hiç kimse, hakkında hüküm verilmeden bu kadar uzun süre cezaevinde tutulamaz. Ya elde yeteri kadar kanıt yoktur, o takdirde derhal salıverilir, ya da elde yeteri kdar kanıt vardır, o takdirde hızla yargılama yoluna gidilir. Hem elde “kanıt var” deyip hem insanları 1, 52 yıl yargıç karşısına çıkarmıyor, içerde tutuyorsanız, hukuk devleti olduğunuzu iddia edemezsiniz. Çünkü yargılama (muhakeme)faaliyeti ancak “duruşma” safhasına ilişkin olduğuna göre, bu durum, hükümsüz çektirilen bir mahkumiyete bedeldir. Yürütülen bir soruşturma nedeniyle gözaltına alma ve aramalarda çiğnenen usul kuralları, hükümsüz mahkumiyete dönüşen tutukluluk süreleri, yalnız hukuk devletine değil, yargıya olan güveni de sarsmakta, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi, yargı hizmetlerinden yararlanan ulusumuza verilmiş bir “teminat” olmaktan çıkıp, yargıç ve savcıya tanınan bir imtiyaz olarak algılanmaktadır. “Yargıya güvenelim” sözü, avukat, hâkim ve savcı odalarını süsleyen bir “aforizma” (özlü söz) değil, yargıdaki uygulamaların iç adalet sarayımızda depreme yol açmaması ile “haklı” kılınabilecek bir buyruktur(imperatif). Yargıya güven, yargıca güvenle başlar. Yargıca/savcıya “Kanun devleti olma Bu duyuru, ülkemizde “hukuk”la “kanun”un, “hukuk devleti olma” ile “kanun devleti olma”nın bir ve denk tutulmasına mal olan bir zihniyetin yol açtığı tehlikelere işaret etmesi bakımından ayrı bir önem taşımaktadır. Somut örneğinin Avrupa Birliği müktesebatına uygun hale getirildiği savlanan yeni Ceza Yargılama Kanunu’na göre yürütülen soruşturmalar sırasında yaşandığı dikkate alındığında, ülkemizde hukukun kanunla iltibas edilmesine mal olan zihniyetin hukuka “muhteva gerçekliği”ni kaybettirip onu nasıl bir “formül” ve “formalite” düzenbazlığına indirgediği ibretle görülecektir. AB’nin de dayatması ile hazırlanan 335 maddelik yeni “Ceza Muhakemesi Kanunu” ile hedeflenen hukuk, “adil yargılanma hakkı”, “kişi özgürlüğü ve güvenliği”, “suçsuzluk karinesi” “kişilik haklarının korunması”, “özel hayatın gizliliği” gibi, Batı’nın Engizisyon hukukuna karşı daha 1600’lü yıllarda başlattığı ve bir dizi bildirilerle bugüne taşıdığı temel değerleri koruyan, onları kanunun şekilciliğine feda etmeyen hukuktur. Oysa durum tam tersi olmuştur. Hukuku teknisyenliğin ötesine taşıyamamış uygulayıcıların elinde bu kanun, bırakınız bu değerleri korumayı, bu değerleri ayaklar altına alan bir haksızlığa, hukuksuzluğa alet edilmiştir. Ölüme yatmış bir “güneş” insan Türkan Saylan, ülkesine ve ulusuna daha neler verebileceğinin hesabını yaptığı ölüm döşeğinde bu duyulan güven, yargıya duyulan güvenin “duyum eşiği”dir. Bu eşik bir kez aşılmış, bir kez aşınmışsa, yargıya kanunilik (objektiflik) değil, sübjektiflik damgasını vuracaktır. Üzülerek belirtmek gerekir ki, yargı dünyamız son yıllarda güven sarsıcı uygulamalara sahne olmuştur. Bunun somut örneği, son yıllarda giderek artan “tazminatlık iddianame”lerdir. Kimi savcıların iddianameleri örneği görülmemiş şekilde tazminat davalarına konu olmaktadır. Şemdinli’de bir kitabevine bomba atılmasına yönelik soruşturmayı yürüten dönemin savcısı, hazırladığı iddianamede kişilik haklarına saldırıda bulunduğu gerekçesi ile eski bir DGM başsavcısına tazminat ödemek zorunda kalmıştır. Soruşturma ve iddianamelerde hiç alışılmadık şekilde yalnız haklarında dava açılmış kişilerin değil, haklarında dava açılmamış, ancak bir telefon dinlemesine takılmış kişilerin de kişilik haklarına saldırılmakta, özel hayatın gizliliği, haberleşme özgürlüğü gibi temel haklar ihlal edilmektedir. Tazminatlık iddianamelerin giderek artması karşısında Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarihi bir yorumda bulunmuş, “hazırladıkları iddianamelerde kişisel kusuru bulunan savcılar hakkında doğrudan kendilerine yönelik (şahsi) tazminat davası açılabileceği”ne karar vermiştir. “Yüksel” içtihadı olarak anılan bu karar doğrultusunda eski DGM Başsavcısı Mete Yüksel, iddianamesinde “casus”lukla suçladığı eski İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman’a tazminat ödemekle sorumlu tutulmuştur. Bu karar, hukuk ihlalleri ile dolu, içinde yalnız haklarında dava açılan kişilerin değil, haklarında dava açılmamış kişilerin de kişilik haklarına yönelik iddialar ortaya atılan Ergenekon iddianamesi için de emsal teşkil edebilecektir. Bütün bu olumsuz koşullarda hukukun hukukunu savunan “Baro”ların bu duyurusuna kulak vermesi gerekenler, bilir bilmez her telden çalmayı marifet sayan Ahmet Mithat Efendi gazeteciliğini kendilerine ilke edinmiş yandaş basının arpalık kumruları, televizyon televizyon gezip fetva veren hukuktan başka her şeyle ilgilenmiş “rüsum ulemaları” ve bir de çocukluğundan, gençliğinden, öğrenciliğinden gelen kin, husumet, kıskançlık duyguları ile hemhal olarak yargıçlık ve savcılık mesleğine atanmış yargı mensuplarıdır. Cumhurbaşkanlığı Koşusuna Motorla Katılmak RTÜK, TRT’nin yayın ilkelerini ihlal ettiğine ilişkin raporun “Gereği yapılmak üzere” Yüksek Seçim Kurulu’na gönderilmesine karar verdi. RTÜK’ün “İzleme ve Değerlendirme Raporu”na göre TRT, 22 Şubat2 Mart arasında toplam yayın süresinin 13 saat 32 dakikasını Ak Parti’ye ayırırken, muhalefete 2 ile 48 dakika arasında zaman verdi. TRT’nin seçim yayınlarının yüzde 89.52’si (13 saat 32 dakika) AK Parti’ye, yüzde 5.29’u (48 dakika) MHP’ye, yüzde 4.96’sı (45 dakika) CHP’ye, yüzde 0.22’si (2 dakika) BDP’ye ayrıldı. HHH Hipodromda nefesler tutulmuş... At yarışlarının en önemlilerinden biri olan Cumhurbaşkanlığı kupası koşulacak: Bütün jokeyler heyecanlı... Bütün atlar gergin... Başlama işaretiyle önlerindeki kapıların açılmasını bekliyorlar. HHH Kapılardan birinin arkasında kocaman bir motosiklet var! Yarış öncesinde, atlar seyisleri tarafından padokta gezdirilirken motosiklet de tur atmış: Egzozundaki susturucular da çıkarıldığı için, sesi etrafa dehşet saçmış... O ses bile yetiyor egemenliğini vurgulamaya ve zaferini ilan etmeye! HHH Ufak tefek, ince, zarif jokeyler, klasik şapkaları ve renkli giysileri içinde tiril tiril... Motosikletin iri yarı sürücüsü ise tam teçhizat: Siyah deri ceket, deri pantolon, botlar, deri eldivenler, dirseklikler, dizlikler, kafasında, yüzünü de siyah siperlikle örten kara bir kask... Altındaki siyah renkli araçla bütünleşmiş, tek parça olmuş, adeta garip bir yaratığa dönüşmüş! HHH Motosikletin atlara karşı katıldığı yarışın sonucu belli... Ama sürücü onunla da yetinmiyor... Daha başlama noktasında beklerken, “Bu da benim avantajım olsun” diyor ve motorunu çalıştırıyor: Gökgürültüsü gibi bir ses bütün hipodromu dolduruyor... Jokeylerin dikkati dağılıyor... Atlar ürküyor... Şaşkın hakem işareti veriyor... Son derece adil ve eşit koşullarda(!) yapılan Cumhurbaşkanlığı yarışı başlıyor! HHH At yarışına motorla katılmanın, mantığı ve hukuku zorlayan eşitsizliği bir yana, herkesi ürküten motorun sesi bile, yarışın iptal edilmesi için yeterli bir neden değil mi! Oportünizm Batağında Türkiye Cumhurbaşkanlığı Seçimi P SÖNMEZ TARGAN lehanov, Çarlık Rusyası’nın ilk Marksist düşünürlerindendir. Lenin dahil kendinden sonra gelen çok sayıda Marksistin de hocası olarak bilinir. Daha sonra, Plehanov’un öğrencisi Lenin, 1898 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni kurar ve bu partinin ikinci kongresinde parti tüzüğünde üyelik tanımında görüş ayrılıkları çıkması üzerine Lenin ile Martov arasında BolşevikMenşevik ayrışması yaşanır. Parti bölünme noktasına gelmiştir. İşte tam bu süreçte Plehanov devreye girerek Lenin’e uzlaşma önerisinde bulunur. Lenin’in bu öneriye verdiği yanıt son derece ilginç ve önemlidir: “Hocam, sizin bu tutumunuz oportünizmdir. Oportünizm bir bataklığa benzer ve çırpındıkça daha da batarsınız.” Lenin bu saptamasında haklı çıkacaktır ve başını çektiği Bolşevikler 1917 Ekimi’nde Rusya’da devrimi gerçekleştireceklerdir. solda görüş ayrılıklarından kaynaklanan tartışmalarda karşısındakini susturmak ya da küçük düşürmek için kullanılan iki sözcükten biri ‘revizyonizm’ ise ikincisi ‘oportünizm’di Sözlük anlamı, zor durumlarda davranışlarını etik ilkelere, gerçekçi ve bilimsel verilere göre değil, kişisel çıkarlarına göre biçimlendirmek olan oportünizmi ben, günümüzde sıkça kullanılan yalakalık sözcüğü ile özetlemek istiyorum. AKP’nin varlık nedeni Konuyu günümüz koşullarında Türkiye gündemine indirgersek, kimse oportünizm bakımından AKP ve siyasal erkiyle yarışamaz. Ayrıca AKP’nin varlık nedeni böylesi bir tutum üzerine daha kuruluş aşamasında kurgulanmışa benziyor. Oportünizme yakın geçmişimizde yaşanmış bir örnek daha vermek istersek, “anayasa reformu” seçimlerinde “Yetmez ama evet”çilerin tutumunu gösterebiliriz. Bu konuya bir çarpıcı örnek de İmralı’dan: Kuruluşunun başlangıcında bayrağındaki yıldızın içine orakçekiç koyarak yola çıkan bir siyasal hareketin önderi, bugün umudu İslam birliğinde görecek denli bilimsellikten uzaklaşıp sonra da topu Mahir Çayan’a atıyorsa, demek ki Mahir’i bile tam okuyamanış. Hakaret mi? Bu tarihsel olguyla ‘oportünizm’ sözcüğü salt solun değil tüm siyaset dünyasının terminolojisinde sıkça kullanılır durumuna gelir. Öyle ki, özellikle sol siyaset çevrelerinde bu sözcük, içerdiği anlam nedeniyle hakaret olarak da kullanılır. 60’lı yıllardan anımsarım, Türkiye siyasetinde parti bayraklarıyla oynamak ve biçim değiştirmek öylesine olağan duruma gelmiş ki, kendini solda tanımlayan bir başka parti de bayrağındaki yıldızın rengini değiştirmiş. Son bir örnek de ana muhalefet partisinden vereyim. Geçenlerde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, benim de içinde bulunduğum sivil toplum örgütleri temsilcileri, aydın ve sanatçılardan oluşan geniş bir toplulukla cumhurbaşkanı aday belirlemesine ilişkin bir toplantı yaptı. Beş yıldızlı bir otelin geniş bir salonunda yapılan toplantının oturma düzenine göre CHP kurmaylarının arkasındaki sinema perdesini andıran beyaz panoya gözüm takıldı. Panonun sol alt köşesinde küçücük bir CHP ve altında da altı ok yerine, ne olduğu tam belli olmayan bir ağaç figürü vardı. CHP’nin cumhurbaşkanı adayı belirleme yöntemi de daha başından tipik bir oportünizm örneğiydi ve tıpkı panodan altı okun uçurulduğu gibi toplantı yaptığı her kesimden gizlendi. Türkiye’de oportünizm siyaset dünyamızda öylesine boyutlara ulaşmış ki, çırpındıkça daha da batıyoruz. Bu bataklıktan nasıl kurtuluruz bilemiyorum ama cumhurbaşkanı seçiminden sonra daha derin bir başka bataklığa sürükleneceğimiz kaçınılmaz gözüküyor. C A. FUAT ÖZKAN Denizli Merkezefendi Belediyesi Meclis Üyesi umhurbaşkanlığı seçim sürecinde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ‘Çatı Aday’ formülü içinde birlikte hareket ediyorlar. İki farklı gelenekten/siyasi çizgiden gelmelerine karşın birlikte hareket etmelerini CHP’li yerel partililer olarak önemsiyoruz. Çatı adayda birleşilmesini soğuk savaş döneminin kodlarını geride bırakmak; Cumhuriyetin temel ilkelerinde, laik, demokratik, hukuk devletinin varlığında ve bu toprağın ulusal değerlerinin korunmasında birleşmek olarak algılıyoruz. Siyasal iktidarın dayattığı tek adam yönetimi anlayışının yıkılması, ülkemizin iç ve dış sorunlarının çözümünde, demokrasi ve hukuk mücadelesindeki tıkanıklığı aşmak için de önemli buluyoruz. CHP yerel üyeleri olarak aday belirleme yöntemini eleştirebilir ve adayın siyasi kimliğinde doku uyuşmazlığı bulabiliriz. Ülkenin içinde bulunduğu süreç adayın siyasal kimliği üzerinde tartışmaya izin vermiyor. Yapılacak her tartışma ülke yönetim sisteminin değişmesi, siyasal İslamın etkinliğini artırması ile sonuçlanacaktır. Bu nedenle parti içi tartışmalar ötelenerek Cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanılmalıdır. CHP’liler olarak Cumhurbaşkanlığı seçiminin kazanılmasını ülkenin önünün açılması kadar, parti örgütleri/yandaşların moral değerleri açısından da önemli buluyoruz. Cumhurbaşkanı seçimlerini önemli kılan ve endişelendiren siyasal iktidarın devletin yapısını dönüştürmesi istencidir. AKP iktidara geldiğinden bu yana kamu kurumları yandaş/kayırmacı anlayışla yönetilmektedir. Demokratik, çağdaş yönetim anlayışından uzaklaşılmış; yönetim dincileştirmiştir. Yerel yönetimlerin desteğiyle kentlerimiz dincilik akımının ağır baskısı altındadır. Her sokakta Kuran kursu açılarak çocuklarımız kuşatılmaktadır. Kadınlarımız sığınmaevlerinde dinsel eğitimden geçiriliyor. Dağıtılan sosyal yardımlarla yurttaşlarımız “sürdürülebilir yoksulluğa” bağımlı kılındı. Vatandaşlar arasında dünya ve ülke sorunlarına inanç ekseninden bakış güçlendi. Kısacası siyasal İslamcı anlayış yaşamın tüm alanlarında egemen kılınmaya çalışılıyor. CHP’nin sosyal demokrat kimliği ve programı toplumuzun geniş kesiminde yeterli desteği bulamıyor. Özgücüyle dayatılan siyasal İslamcı anlayışın bertaraf edilmesi mümkün görülmediği gibi toplumsal muhalefetin tabanının genişletilmesi açısından çatı aday formülü gereklidir. Bu nedenle parti üst yönetimin çatı adayda birleşmesi reel politik açısından önemlidir ve doğrudur. CHP’nin tarihsel sorumluluğu bunu gerektirir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin kazanılması kentlerimizin, yurttaşlarımızın özgürleşmesi için gereklidir. Başarı sağlanamazsa Cumhuriyetin kazanımları, kurucuları siyasal İslamcılar tarafından örselenecektir. Cumhuriyetimizin geleceği açısından Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu desteklenmelidir. Bunu hem yurttaşlık hem de partili davranışımızın gereği olarak düşünmeliyiz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle