25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 16 HAZİRAN 2014 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AKP Hükümeti ve Türkiye’yi Kuşatan Tehlike ‘Muhteşem Yüzyıl’ın Düşündürdükleri Hakkı keSkİN N ietzsche, 19. yüzyıl başlarında Avrupa’da yaşanan “ulusal nevroz” diye adlandırdığı yoğun savaşların, ulusal ekonomik ve politik çıkarlar üzerinden bir rekabete dönüşmesi karşısında, “Buradan bir çıkış yolu bilen var mı” diye sormuştu. İçinde bulunduğumuz süreçte, Afganistan, Pakistan, Somali, Sudan ve özellikle Ortadoğu’da Suriye ve Irak’ta yaşanan iç çatışma, istikrarsızlık ve şiddet ortamı, gittikçe belirsiz ve yönetilemez bir durum alıyor. Etnik, dinsel, mezhepsel savaşlar, ekonomik ve politik çıkarlar üzerinden rekabete dönüşmüş bulunuyor. Bu koşullar karşısında, “Buradan bir çıkış yolu bilen var mı” sorusu, en yakıcı ve belirleyici şekilde yeniden gündeme geliyor. Coğrafi konumu, demografik, sosyolojik ve tarihsel yapısı, konjonktürel etkisiyle tehlikenin en yakınında yaşayan Türkiye, “bir çıkış yolunu bilmek” durumunda hatta zorunda olan ülkelerin başında yer alıyor. Ancak AKP hükümetinin, uluslararası ilişkilerde hâkim olan yeni realizmin çıkar temelli çatışmacı güvenlik anlayışını kavramaktan uzak dış politikası, özellikle Suriye konusunda izlediği taraflı tutumların yarattığı gerilimli sonuçların baskısı ve iç politikada çözüm bekleyen, sosyolojik ve tarihsel boyutlarıyla bölgesel gelişmelerden etkilenmeye açık açmazları, bu çıkış yolunu bilmeyi oldukça zor hale getiriyor. AKP hükümeti, Suriye’de gelişen sürecin başından itibaren muhaliflerin hamiliğini üstlenen bir konumda oldu. Özgür Suriye Ordusu altında toplanan milislere eğitim, mühimmat, teçhizat vb. her türlü desteği sağladı. Talimatlarıyla, çatışmalarda yaralananların sınır illerimizdeki hastanelerden bedelsiz ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından öncelikli konumlarda muayene edilmelerine ve sınırlardan kontrolsüzce geçişlerine olanak tanıdı. İstanbul’da bir araya gelmelerine ev sahipliği yaptı. Bu gruplara Türkiye tarafından silah sağlanmakta ve eğitimlerinin yapılmakta olduğuna dair ulusal ve dış basında yer alan iddiaları, sınır illerinde yaşayan halkın şikâyet ve tanıklıklarını yanıtsız bıraktı. Adana’da yakalanan içi silah dolu TIR’lar üzerinde yapılacak denetim ve soruşturmaları engelledi, görevli savcıların yerle İçinde bulunduğumuz koşullar, toplum olarak sessiz kalmamızı değil, aksine bu “ahlaki iflastan” kurtulmamızı zorunlu kılıyor. Hükümetin kendini savaşan taraflardan birinin yanında yer almakla özdeşleştirmeden, tüm siyasi parti ve kurumlarla birlikte en kısa sürede kimlik temelli çatışma karmaşıklığını algılamaktan uzak realist güvenlik tanımını aşan bir politika oluşturmasını sağlamalıyız. Dr. Neval OğaN Balkız Hukukçu/Akademisyen bir kontrol toplumunun oluşmaya zorlanması ve tekil politik rejimlerin, dünya düzenine bağlanmasıdır”. Başka deyişle, kapitalist küreselleşme sürecini ve bu süreci kendi risklerine ve krizlerine karşı korumaktır. Böylece “topyekun savaş” anlayışı daha ileriye götürülmüş bulunuyor ve artık savaş, sadece bir cephede değil, herhangi bir an, herhangi bir yer ve herhangi bir koşulda, ortada bütün dünyanın olduğu bir savaş şeklini alıyor. Ortadoğu da yaşanan gelişmelerin “yeni bir egemenlik savaşı” çağının sonucu olduğunu ve bu hale geleceğini önceden en açık şekilde gören, Samir Amin olmuştur. Amin: “‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan süreçte, orta ve uzun vadede sosyalist bir perspektif kazanabilecek, somut alternatiflere gebe olma potansiyeli taşıyan, sosyal patlamalar var. İşte bu yüzden kapitalist sistem, dünya ölçeğinde egemenlik kuran tekelci sermaye, bu türden hareketlerin gelişmesine izin vermeyecektir. İstikrarsızlık yaratmak için, ekonomik ve finansal baskılardan askeri tehditlere kadar, her türlü aracı kullanacaktır. Duruma bağlı olarak faşist ve faşist eğilimli sahte alternatifleri ya da askeri diktatörleri destekleyecektir” diyor. Zira “Arap Baharı bir Arap dünyası uyanışına yol açarsa, bu ilerici hareket, kaçınılmaz olarak dünya ölçeğindeki emperyalist kapitalizmin ötesine geçebilmek için bir hareketin parçası haline gelmek durumunda” olacaktır. O nedenle tekelci sermaye, tüm gücüyle bu hareketi başarısızlığa uğratmak, Arap dünyasını şu andaki teslimiyetçi periferi konumunda tutmak ve dünyanın şekillenmesi sürecine aktif bir şekilde katılmasının önüne geçmek amacıyla “çalışacaktır” diye uyarmış bulunuyor. Bu uyarı, hemen dibimizde yaşanan trajik gelişmeleri yeterince açıklamıyor mu? Merak ediyorum: Vahabiliğin en gerici selefi yorumundan ilham alınarak formüle edilen, ılımlı bile olmayan, tamamen dışarıya bağımlı piyasa merkezli bir ekonomik sistemi kabul eden ve her daim emperyal güçlerin müteffiki olmuş, Müslüman Kardeşler’in temsil ettiği damarın AKP’nin bu yapıya desteği ve meyli bağlamında tarihsel ve mezhepsel arka planına dair ehli olan şöyle “efradını cami ağyarını mani” bir yazı yazar mı artık dersiniz? diden yüzde 2.11’i buldu. En mağdur kitle olan işçi ve BağKur emeklilerinin kaybı, aylıklarına zam yapılacak temmuz ayına göre giderek daha da artacak. Emekçilerin aleyhine gelişen bu olumsuz tablo karşısında, hükümetle alelacele toplu iş sözleşmesi imzalayan, enflasyon farkında ısrarcı olmayan MemurSen ne düşünüyor? Vicdanı rahat mı? Bağıtladığı toplu iş sözleşmesinin enflasyon karşısında anlamını yitirdiğini nasıl karşılıyor? Yoksa hiçbir şey olmamış gibi sessizce olanı biteni mi izleyecek? Milyonlarca memurla emekli ek zam konusunda MemurSen’den açıklama ve girişimlerde bulunmasını bekliyor. Memur, memur emeklisi, işçi ve BağKur emeklilerinin enflasyona yenik düşmemesi, en azından yılbaşındaki satın alma güçlerini yakalayabilmeleri için ek zam kaçınılmaz. 5 ‘Arap Baharı’ IrakŞam İslam Devleti’nin Musul’u ele geçirmesinin ardından kentten kaçış sürüyor. IŞİD’den kaçanlar genellikle Kürt bölgelerine sığınıyor. Erbil dışındaki Hazir Mülteci Kampı’nda çok sayıda mülteci çocuk da barınıyor. AKP’nin politikası rini değiştirdi. Suriye’de “mezhepler arası iç savaşa” dönüşen çatışmalar karşısında; “mezhepiçi” bir yaklaşım ve tutum sergiledi. İç politik düzlemde, “Alevi” karşıtlığı üzerine kurguladığı bir söylem geliştirdi. Tarihsel yargıları, güncel siyasal, sosyo/kültürel anlayış ve kalıplarla birleştirerek ve bunları toplumsal alanda görünür yaparak; seçmenlerini dayanıklı bir çerçevede tutmak amacıyla, keskin duygusal ve algısal sınırlar oluşturdu. İzlemekte olduğu politikaya eleştiri yönelten kimi parti başkanlarını, demokratik kitle örgüt yöneticilerini, aydınları mezheplerine atıfta bulunarak, mezhepsel bir aidiyet refleksi ile hareket etmek ve “zalim”in yanında yer almakla itham etti. Bu söylemi ile toplumsal kesimleri, bir partinin seçmeni olmak /olmamak; belli bir milliyet ve/veya belli bir mezhepsel inanç mensubu olmak /olmamak ayırımı üzerinden ayrıştırdı. İçinde bulunduğumuz koşullar, toplum olarak sessiz kalmamızı değil, aksine bu “ahlaki iflastan” kurtulmamızı zorunlu kılıyor. Hükümetin kendini savaşan taraflardan birinin yanında yer almakla özdeşleştirme den, tüm siyasi parti ve kurumlarla birlikte en kısa sürede kimlik temelli çatışma karmaşıklığını algılamaktan uzak realist güvenlik tanımını aşan bir politika oluşturmasını sağlamalıyız. Bu da ancak savaşın mantığına, toplum olarak bize dayatılan panik rejimine, öncelikle de küresel sermayeye ve onun dünya düzenine karşı çıkmamız ile olanaklı görünüyor. Zira, içinde bulunduğumuz coğrafyada yaşanan süreç, dünyada hâkim olan “yeni bir egemenlik savaşı” çağının görünümü ve örneğini oluşturuyor. Bu çağın temel anlayışına göre, “sermaye çıkarlarının küreselleşmesinin önündeki en önemli engeller, ulus devletin toprak temelli sınırları ve ulusal sınırlar içindeki politik ve ekonomik tekellerdir”. Dolayısıyla sermaye çıkarlarının küreselleşmesi için “bunların aşılması” zorunludur. Bu amaçla “toprak temelli egemenlikleri aşan küresel bir piyasanın içinde, “özneleşmeyen” ulusal egemenliklerin (devletlerin) savaşla disiplin altına alınması” gereklidir. Bütün bu girişimlerde söz konusu olan, “küresel düzeyde 2 ülkede 200 milyon insan tarafından üç buçuk yıl boyunca ilgiyle izlenen “Muhteşem Yüzyıl” film dizisinden, kendi tarihimize ilişkin çıkarılacak en önemli ders, tek kişi hükümranlığının çok yönlü acılara ve felaketlere yol açtığı ve Osmanlı Hanedanlığı’nın giderek Türk kimliğinden tamamen kopmasıdır. Hiç kuşkusuz “Muhteşem Yüzyıl” son derece başarılı bir dizi film yapımı olmuştur. Türk film sanatının böylece birçok ülkede tanınmasına da büyük katkı sağlamıştır. Osmanlı hayranlarının bu diziyi istemediklerini ayrıca sanatı da kendi beğenisine göre dizayn etmeyi deneyen Başbakan Erdoğan’ın eleştirilerine uğradığını biliyoruz. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun bu en görkemli dönemi ve “en büyük padişahı” hakkında, seyredenleri çoğu kez hayrete, şaşkınlığa ve öfkeye düşürecek bilgiler ve durumlar göz önüne serildi. Okuduğumuz tarihle tamamen çelişen, bilmediğimiz olaylar, sahneler ve detaylar akıllarda kalabilecek biçimde bu dizi sayesinde gün ışığına çıkarıldı. Bu da Osmanlı Hanedanlığı’na hayranlık ve övgüyle bakan ve hatta ellerinden gelse günümüz için bile o dönemi geriye getirmek isteyenlerin tepkisine neden oluyordu. denlerden Osmanlı Hanedanlığı ve Devleti, bir Türk İmparatorluğu olmadığı gibi, Türk kimliğine de hiç önem vermeyen bir anlayışı sergiliyordu. Osmanlı Devleti’nde ekonomi, kendi iç dinamikleriyle beslenen ve bütünleşen ekonomi yerine, çok büyük ölçüde savaş ekonomisine dayanıyordu. Esnafın sık sık, “Uzun süredir savaş olmadığından yeniçerilerin parasız olduğu” yakınmaları, bunun en açık örneğidir. Savaşlarda yenilgilerin başlamasıyla, ekonomide de duraklama ve gerileme dönemi bu nedenle başlamıştır. Tek kişi hükümranlığı artık geriye dönüşü olmayan tarihtir Çağındaki krallar gibi Padişah da “Yeri göğü yaratan yüce Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak tanıtılıyor, böylece Allah’tan sonraki tek otorite olarak benimsetiliyordu. Ölüm de dahil tüm yetkiler ve kararlar padişahındı. Tek kişiye dayalı hükümranlığın, padişahlığa aday en yetenekli şehzadenin Mustafa örneğinde olduğu gibi ve en değerli devlet adamının Pargalı İbrahim Paşa örneğinde olduğu gibi, nasıl hunharca katledildiğini gördük. Zaman zaman fikri sorulan yalaka Şeyhülislamların, padişahın beklentileri doğrultusunda nasıl fetva verdiklerini, hatta padişahın hastalığı hakkında doğru teşhis koyan doktoruna bile “Kelleni alırım” tehditlerinin nasıl yapıldığını örnekleriyle gördük. Padişahlığı korumak isteyenlerin Mustafa Kemal’e, “Padişah sen ol” teklifini şiddetle reddederek millet iradesine dayalı, Meclis tarafından seçilen ve denetlenen bir yönetimi, Cumhuriyet Yönetimini Mustafa Kemal’in istemesi ve yaşama geçirmesinin, nedenli büyük ve çağ atlatan bir devrim olduğunu, “Muhteşem Yüzyıl”ı görenlerin çok daha iyi anlamaları gerekir. “Yeni Osmanlıcıların” bu ders verici film dizisinin “gerçekleri yansıtmadığı” iddiaları biliniyor. Sanat da tabii ki abartılı vurgular yapılır ve bu dizide de olmuştur. Ancak bu yazıda filmden özetlediğim temel öğeler, Osmanlı Devlet yapısının ve padişahlık sisteminin asla inkâr edilemeyecek en belirgin özellikleridir. Başbakan Erdoğan örneğinde olduğu gibi, günümüzde de tek kişi otoritesine, hatta diktasına hevesli kişilerin olduğu ve bu yönetim biçimine onay verebileceklerin bulunabileceği hatta günümüzde de bulunduğu ne yazık ki bir gerçektir. Ancak ne toplumsal gelişmeler ve ne de birçok ülkede yüzyılların deneyimiyle geçersizliği kanıtlanmış sistemler geriye getirilebilir. Osmanlı Devleti ve sitemi artık yüz yıla yaklaşan geride bıraktığımız tarihimizdir, geleceğimiz asla! izinin göstererek öğrettikleri ve alınabilecek dersler Selçuklu Türklerinin devamı olan Osmanlı Hanedanlığı, Osman Bey’in oğlu Orhan Bey’den başlayarak padişahların büyük çoğunluğu, Türk olmayan (Rum, Bulgar, Arnavut, Ukrayna vb.) eşlerle evlendiler. Hürrem Sultan örneğinde gördüğümüz gibi, ailesi savaş esnasında Türkler tarafından öldürülüp saraya cariye olarak getirilmiş ve Kanuni Süleyman’ın eşi olmuştu. Padişahlar üzerinde büyük etkinlikleri olan eşlerin tek amacı, kendi çocuklarının tahta çıkmasını sağlamaktı. Bunun içinse kardeş katliamı da dahil her yolu mubah görüyorlardı. Çokuluslu, çokkültürlü ve çok dinli olmasına karşın, Osmanlı Devleti’nde belirleyici olması gereken yönetici Türk kimliği söz konusu değildi. Devleti yöneten paşalar, sadrazamlar ve vezirler Türk olmayan etnik kökenli kişilerdi. Tıpkı Osmanlı ordusunu oluşturan yeniçeriler gibi. Avrupa Krallık sistemlerinin aksine, Osmanlı Devlet sistemindeki en belirgin kuralsızlık, tahta kimin çıkacağı bir düzene bağlanmadığından, tahta aday olan erkek çocuğun diğer erkek kardeşlerini öldürtmesi adeta zorunluluk olmuştu. “Muhteşem Yüzyıl”da bu acı ve korkunç evlat ve kardeş katliamını örnekleriyle gördük. Padişahların yazı dili Arap alfabesi ve edebiyatı daha çok farsça idi. Tüm bu ne D ‘Egemenlik savaşı’ S oma’daki maden faciası, çocukları dağa götürülen Güneydoğulu annelerin feryadı, vergi affı gibi konular öne çıkınca enflasyon artışından ötürü memur ve emeklinin hak yitimleri yeterince gündeme gelmedi. Milyonlarca memur ve emekliyi, dolayısıyla nüfusun üçte ikisini yakından ilgilendiren hak kayıpları görmezden gelinecek, ıskalanacak gibi değil, aksine üzerinde önemle durulması, ivedilikle gündeme taşınması gereken bir sorun. Memur ve emekli yılın ilk beş ayında enflasyon canavarına yenildi. Beş aylık enflasyonun yüzde 5.38’e ulaşması ile birlikte memur ve emekli aylıklarına bu yılın başında yapılan zam eridi. Hükümetle MemurSen arasında geçen yıl bağıtlanan toplu iş sözleşmesi uyarınca 1 Ocak 2014’ten geçerli olmak üzere memur maaşlarında 123 lira, memur emeklisinin aylıklarında da Ek Zam Beklentisi Şükrü karaMaN seyyanen 140 lira artış oldu. Başka bir ifade ile ortalama memur maaşı 2 bin 200 lira olarak kabul edilirse bu kesime yüzde 5.6, ortalama aylıkları 1500 lira olan memur emeklisine de yüzde 9 zam yapılmış oldu. Türkiye KamuSen ile KESK’in tüm uyarılarına karşın daha önceki sözleşmelerde var olan maaşları erimekten kurtaran enflasyon farkı ödenmesi hükmü, MemurSen’in bir yıllık imzaladığı toplu iş sözleşmesinde seyyanen zamdan ötürü yer almadı. İlk beş ayda yüzde 5.38 düzeyinde gerçekleşen enflasyonla memurlara yapılan yüzde 5.6’lık zammın neredeyse tamamı erirken memur emeklilerindeki yüzde 9’luk artışın yarıdan fazlası beş ayda buhar olup uçtu. Yılın ikinci altı ayında bu kitlenin satın alma gücü yılbaşına göre çok daha geride kalacak. Memur ve emeklileri bir anlamda enflasyona karşı koruyan fark ödemesi bu yıl yapılmayacak, 7 ay daha 123 ve 140 liralık zamla yetinmek zorunda kalacak. Yine bu yılın başında aylıklarına yüzde 3.27 oranında zam yapılan işçi ve BağKur emeklilerinin durumu daha da kötü. Aylıkları, memur emeklilerine göre daha düşük olan, işçi ve BağKur emeklilerinin kaybı ilk altı ay dolmadan şim
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle