09 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 20 OCAK 2014 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Güzel Şeyler HSYK krizinden siyaset tarihimize geçecek olan kolay unutulmaz bir söz, Cumhurbaşkanı Sayın Gül’ün kısa bir süre için de olsa çevreye iyimserlik yaymak amacıyla tekrarladığı “Güzel şeyler olacak” sözüdür herhalde. Ne yazık ki, HSYK krizinde uzunca süre beklendiği halde “şeyler”in güzel mi, çirkin mi olacağının belirlemesi fazla uzun sürdü ve çok vakit kaybedilmiş oldu. Sayın Gül, MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli’nin “Ahlak tutarlığı göstermek için metni aynen geri çevirin” tavsiyesine de uymamıştı. Oysa anayasa, “Cumhurbaşkanı devletin başıdır; bu sıfatıyla anayasanın uygulanmasını ve devlet organlarınıın düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir” demekteydi. Dolayısıyla, Gül, yetkisini kullanıp duraksamayı sona erdirebilirdi. Nitekim ondan önceki Cumhurbaşkanı Sezer pekâlâ öyle yapmıştı ama o yapmadı. Böylece, hızlı sistemin yavaş işlemesine, “hukukun değil, devlet adamı” sıfatını taşıyanlardaki kararsızlığının sebep olabileceğini öğrenmiş olduk. riz sırasında Cumhurbaşkanı’nın, “Ben rahatsızlık duyuyorum, metin bu şekliyle önüme gelmesin, bu konuda bir değişiklik yapılacaksa yasa değişikliği yerine anayasa değişikliği tercih edilsin, AB standartlarında bir değişiklik üzerinde uzlaşılsın” demesi ve kendi hukukçularından rapor isteyip sonucunu günlerce beklemesi, Meclis’ten geçirilerek önüne getirilmesini istememesi, iktidar ve muhalefet politikacılarından çoğunun bir ara bu öneriyi “iâ nihaye” Meclis’te tutmayı bile göze almış olması sayesinde, politikacı kadromuzun sebat anlayışı konusunda da fikir sahibi olduk. ısacası, bu tür kritik geçiş dönemlerinde Sayın Erdoğan tip olarak beceriklidir diye değil de, temkinliliğiyle dirayeti ağır basan ve uzun süre yüksek mahkeme reisliği ya da büyük baro başkanlığı yapmış olmak gibi derin hukuk deneyimine sahip bir adayı devletin başına seçerek güvenli mesafe almanın daha doğru olacağını artık öğrenmiş olmamız gerekmez mi?.. Partilerin Dış Politikası Kendini bitiren laik, liberal, merkez sağdan sonra tüm Müslüman komşuların gözlerinin umutla CHP’ye tekrar dönebileceği bir sürece giriliyor. Bu bağlamda CHP, 2015 seçimleri sonrası olası iktidarıyla bu ülkelere Türkiye’ye güvenlerini tekrar kazandıracak bir dış politika hazırlığını şimdiden başlatmalı. tin Kurtuluş Örgütü’nü tanıyıp 1979’da Ankara’da büro açmasına izin verirken, öte yandan ANAP hükümetinin liberal kanadı bile 1987’de İsrail’in Doğu Kudüs’ü işgalini kınamış, Filistin ayaklanmasına sempati beslemişti. Bu arada İsrail ile de ekonomik alanda ve istihbarat paylaşımında ilişkilerini sürdürmüş, kısacası Ortadoğu’da başarılı bir denge politikası izlemişti. Soğuk Savaş sonrası Ecevit, kurulan İslam cumhuriyeti ile koalisyon hükümetinin başbakanı olarak İran’la ilişkileri germedi. Hatta ABD’nin İran karşıtı bir politika isteğine karşı durduğu için DSPANAPMHP koalisyon hükümetinin düşürüldüğü savları yaygınlık kazandı. Soğuk Savaş sonrası Libya ile kurulan karşılıklı güvene dayalı ilişkiyle son 30 yılda 25.000 Türk, Libya’da petrol, inşaat vb. alanlarda iş olanağı buldu. AKP ile birlikte, Libya’yla tüm ilişkiler kesildi ve 25.000 yurttaş Türkiye’ye dönmek zorunda kaldı. Laik ve İslamcı Batı Kamuoyu Artık Aldatılamaz! Prof. Dr. HAKKI KESKİN /Siyasal Bilimci B Prof. Dr. NURŞEN MAZICI Siyaset Bilimci rail Cumhurbaşkanı Perez’e ‘one minute’ ‘uyarısıyla’ başlayan, Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisine karşı İsrail askerlerinin ateş açmasıyla tırmanan ve Arap ‘Baharı’na destek vermesiyle zirve yapan dış politika yönelimidir. Özellikle bu baharın Libya’ya sıçraması, AKP hükümetinin Libyalı muhaliflere açıkça 300 milyon dolarlık yardım yapması, hatta bu ülkeye NATO’nun müdahale etmesi konusundaki ısrarlı tutumu, son olarak da Suriye’de ‘bahar’ estiren yüzde 80’i yabancı ülke yurttaşı olan muhaliflerin özellikle El Kaide bağlantılı El Nusra Cephesi’ne destek vermesi, son altı aydır TIR’lar dolusu askeri mühimmat göndermesi, sonuçta 21 milyonluk Suriye halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan dokuz milyonunun başka ülkelere mülteci olarak gitmesi ve Müslüman 27 bin Suriyeli kadının El Kaide militanlarınca tecavüze uğraması, henüz dünya kamuoyunun hafızalarında tazeliğini korumaktadır. Malatya Kürecik’e kurulan radar üssüyle hedefe oturtulduğunu anlayan İran ise AKP’nin Müslüman ülkelere karşı izlediği bu ilkesiz dış politikanın nereye varacağını bilemediğinden olsa gerek, radikal İslamcı Ahmedinejad zamanında bile Türkiye’yle mesafeli ve dikkatli bir biçimde, ama soğuk bir ilişki kurmayı yeğlemişti. Oysa CHP, Soğuk Savaş dönemi boyunca dış politikada Müslüman Arap devletleriyle İsrail arasında bir denge politikası uygulayarak Ortadoğu’da barışçıl bir dış politika sürdürmeyi başardı. Örneğin, bir yandan 1948’de kurulan İsrail’i tanıyan ilk devletlerden birisi olurken, öte yandan Demirel hükümeti,1967 Arapİsrail savaşlarında İsrail’in işgal ettiği Arap topraklarından çekilmesine yönelik 242 sayılı BM kararını desteklemişti. Ancak 1969’da ekonomik bir topluluk olmasına karşın İslam Ülkeleri Konferansı Sözleşmesi’ni laik Türk kamuoyunun olası tepkisi nedeniyle onaylamamıştı. 1973 savaşında ABD hava kuvvetlerinin İncirlik Üssü’nü rutin NATO görevleri dışında İsrail’e yardım amaçlı kullanmasına izin verilmemiş, 1979’da İran’daki antiemperyalist direnişe Ecevit hükümeti destek verirken, 1980’de Başbakan Demirel, hem Amerikan rehinelerin kurtarılmasında, hem Ortadoğu’da Hızlı İntikal Kuvvetleri’ne üs temin etmekte ABD ile işbirliği yapmayı, hem de ABD’nin İran’a ambargo kararını reddetmişti. Bir yandan 1976’da Filis K u yazıda, Türk siyasal yaşamında çelişik gibi görünen bir dış politika yönelimine dikkat çekmek istiyorum. İslamcı partiler, iktidara geldiklerinde Müslüman ülkelerle Türkiye ilişkilerini çok kötü yönetirken, başta CHP olmak üzere laikliği bir parti politikası olarak benimseyen partiler, anılan ülkelerle daha iyi ilişkiler kuruyor. İşte örnekler! Bu yönelimin ilk örneğini, muhafazakârdindar eğilimli DP döneminde, Bağdat Paktı’na katılmadıkları gerekçesiyle ve o dönemde Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucu liderlerinden Cemal Abdul Nasır’ın girişimiyle kurulan ancak SSCB’ye yakın dış politika izleyen Suriye ve Mısır’a karşı Başbakan Menderes’in fütursuzca saldırıları oluşturmuş, Menderes’i ancak ABD frenleyebilmiş, Arap ülkeleri de Kıbrıs sorununda Makarios’a destek vermişlerdi. ‘Yurtta barış, dünyada barış’ Sormamız gereken soru şu olmalı: Neden Türkiye’deki İslamcı partiler değil de laik partiler Müslüman ülkelerce daha güvenilir bulunuyor ve ilişkiler bu partiler döneminde barışçıl bir yön izliyor? Çünkü işgalci emperyalistlere karşı başardığı Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nın önderi M. Kemal, yalnızca Türkiye’de değil, çoğu İslam ve azgelişmiş, onun deyimiyle mazlum ülkelerinde de heyecan, coşku ve umut yaratmıştı. 20. yüzyıl dünya önderinin kurduğu çağdaş devlet ve Cumhuriyet Halk Fırkası da hiç kuşkusuz bu umut ve heyecanı anılan ülkelerde sürekli kıldı. Öyle ki Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” düsturu ve komşularının toprak bütünlüğüne saygı anlayışı, cumhuriyet boyunca, İslam ülkelerince Türkiye’yi laik hükümetler döneminde kendilerine karşı tehdit olarak algılamalarını engelledi. Oysa İslamcı partilerin sürekli “fetih”, “misaki milli sınırlarına dönme”, “Müslüman ülkelere lider olma” söylemleri, 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalan, ancak 2. Dünya Savaşı sonrası kendi devletlerini kurabilen bu ülkeler için, bu yarı bağımsızlıklarını tekrar yitirme kaygısıyla Türkiye’ye karşı hep irkiltti. Bunda da haksız sayılmazlardı. Çünkü Irak’ın emperyalist işgale uğrayıp bir milyon insanını yitirip üçe bölünmesinde, Türkiye’nin bir İslamcı partisi olan AKP’nin payını gördü. Benzeri akıbete Suriye de yaklaşırken, 1639 Kasrı Şirin Antlaşması’ndan beri ilk kez İran’la da ‘savaşma’ tartışmaları gündeme geldi. Kısacası, kendini bitiren laik, liberal, merkez sağdan sonra tüm Müslüman komşuların gözlerinin umutla CHP’ye tekrar dönebileceği bir sürece giriliyor. Bu bağlamda CHP, 2015 seçimleri sonrası olası iktidarıyla bu ülkelere Türkiye’ye güvenlerini tekrar kazandıracak bir dış politika hazırlığını şimdiden başlatmalı. Başbakan dünyanın dört bir yanındaki Türkiye’nin büyükelçilerini Ankara’ya toplayarak görev yaptıkları ülkelerde “17 Aralık operasyonunun” ülkeye karşı bir darbe hareketi olduğunu anlatın diyor. Bu görüşünü AB ile yapacağı görüşmelerde dillendirirse, ne denli gülünç duruma düşeceğini kendisine söyleyenler olsun dilerim. Başbakan bu tavrını, kamuoyunu ve insanları aldatmada bir süre öncesine değin son derece başarılı olduğuna güvenerek sürdürüyor. Ne var ki yalancının mumunun yatsıya kadar yandığı unutuluyor. AKP köklü reformlarla Türkiye’nin önünü açarak ülkede daha fazla özgürlük, şeffaflık, demokrasi getireceğine, yolsuzlukların ve rüşvetin üstüne kararlılıkla gidileceğine ve ordunun siyasi etkinliğinin sınırlandırılacağına Türkiye ve Batı kamuoyunu inandırmayı başardı. Buna ben Almanya Parlamentosu ve Avrupa Parlamenterler Meclisi üyesi olarak da şahsen tanık oldum. Kuşkusuz, AKP’nin izlediği ultra liberal ekonomi politikaları, kamu iktisadi kuruluşlarının ve kamu mallarının özelleştirilmesi ve yabancı tekellere de sınırsız olarak satılır olması, olaya kendi ülke çıkarları açısından bakan yabancı egemen güçlerin ve siyasilerin desteğini sağlamakta etkin oluyordu. Aynı güçler, ulusal çıkarlara ve ulusal bağımsızlığa büyük önem veren Kemalist ve yurtsever aydınların, bilim adamlarının, gazetecilerin, gençlerin ve yüksek rütbeli subayların uydurma iddialarla tutuklanmasına, yargılanmasına ve susturulmaya çalışılmasına, Türkiye’deki “İkinci Cumhuriyetçiler” gibi, sessiz kalıyor, hatta destek bile veriyordu. K İkinci örnek, 1974 CHPMSP koalisyonu sırasında, Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası İslam ülkelerine bir gezi düzenleyen Başbakan Yardımcısı Erbakan’ın, yaptığı gezi boyunca Kıbrıs adasının tümünün yakında fethedileceğini söylemesidir. Bu söylem, hem İslam ülkelerinde soğuk karşılanmış ve böylece Türkiye’nin Garantörlük Antlaşması çerçevesinde hukuksal müdahalesini zayıflatmış, hem de koalisyon hükümetinin bozulması sonucunu doğurmuştu. Üçüncü örnek, REFAHYOL hükümeti döneminde İslam ülkeleri NATO’su kurulması önerisini dillendiren ve bazı İslam ülkeleriyle birlikte Libya’yı ziyaret eden Başbakan Erbakan’a, bu kez de Kaddafi’den ağır eleştiriler yönelmişti. Kendisini  “İslam Orduları Başkumandanı”,  konuğu Erbakan’ı da “Yardımcısı”  olarak tanıtan Muammer Kaddafi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni tarihinde ilk kez bu denli aşağılamıştı. Dördüncü örnek, Nakşibendi tarikatı üyesi olduğu bilinen Özal’ın, temsil ettiği dört eğilimden birisi olan İslamcılık anlayışıyla ANAP döneminde, Körfez Savaşı sırasında “Musul’u geri almak” iddiaları, yine Arap dünyasında gerginlik yaratmıştı. Beşinci örnek ise yakın geçmişte ABD’nin Irak’ı işgal sürecine AKP’nin tam destek vermesi ve bu savaşta bir milyon Müslüman Iraklının ölmesi ve Irak’ın üçe bölünmesiyle sonuçlanması, ardından Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda Başbakan Erdoğan’ın İs CHPMSP koalisyonu vrupa kamuoyu tek gözlü ve tek vicdanlı değildir! Ancak unutulmamalıdır ki demokratik ülkelerde ve Batı kamuoyunda, olayları gerçek demokrasiye, hukuk devletine, kuvvetler ayrılığına, basın ve fikir özgürlüğüne ve tabii ki insan haklarına ne denli uyulduğu kriterleriyle bakan etkin bir kesim de vardır. Bu kesimin en büyük yanılgısı, halkının tamamına yakın bir kısmının Müslüman olduğu ülkelerde, laikliğin ne denli büyük önem taşıdığının yeterince anlaşılamamış olmasıdır. Batılı ülkelerde kilise veya dini cemaatler, devleti dini kurallara göre yeniden biçimlendirme gibi bir amaçla ortaya çıkmıyorlar. Batı Avrupa ve ABD için bu dönem 200 yıl geride kaldı. Oysa Müslüman ülkelerde devleti dini ürkiye Cumhuriyeti kurallara göre yeniden biçimlendirmek istetarihinin en büyük yen, dini siyasi ve tiyolsuzluk ve rüşvet cari amaçları için kulskandalını bazı lanan ve dini inançlakanıtlarıyla birçok rı için birbiriyle savaşan etkin kesimlerin ülke televizyonlarında olduğunu anlamakta zorlanıyorlar. Bu ne görülmesi, Başbakan’ın yargıya ve polise denle de laiklik ilkesinin gerektirdiği kuraldoğrudan müdahale ların önemini, kişisel ederek bu olayı örtbas özgürlükleri sınırlanetmeye kalkması dırıyor gerekçesiyle, bazıları yeterince alErdoğan hükümetine gılayamıyor. Halkının olan güveni tamamen büyük kesimi Müssarstı, hatta yok etti. lüman olan ülkelerde, demokratik hukuk devleti ve barışın korunmasında laikliğin vazgeçilemez öneminin ısrarla Batı kamuoyuna anlatılması gerekmektedir. A Soğuk Savaş dönemi T Sonuç: F Tipi mi E Tipi mi? İ Prof. Dr.Coşkun Özdemir F tipi mi E tipi mi? Kuddusi Okkır’ın ölümüne yol açan; başarılı ve onurlu bir üniversite rektörü Fatih Hilmioğlu’nu ölüme terk eden Türkiye Bilimler Akademisi’ni (TÜBA) darmadağın eden üniversitelerimizi cumhuriyet, laiklik karşıtlarına teslim eden futbol dünyasını şike iddiaları ile bir kargaşaya sokan Uludere faciasına takipsizlik kararı veren bütün komşularımızla bizi kavgalı hale getiren güzelim ülkemizde bir soygun, vurgun, hile, desise, yolsuzluk, entrika ortamı yaratan eğitimi dinselleştiren, medyayı tutsak eden, yandaşlığı kabul etmeyen işadamlarını çeşitli yollarla tehdit eden, türlü çeşitli ihale yolsuzluklarına yol açan sanata, tiyatroya sınırlamalar getiren günahsız insanlar için sayısız fişleme yapan F tipi mi E tipi mi? Dayanışma, yardımlaşma, paylaşma, hoşgörü gibi güzelim geleneklere sahip olan bu toplumu kutuplaşmalara, cepheleşmeye sürükleyenler kimlerdir? Yoksa ktidarın tüm Türkiye halkına karşı bir sorumluluğu var. Bütün dünyanın ibretle izlediği şu utanç verici, itibar kırıcı olayların yaratıcıları kimlerdir? Bunlar mutlaka açıklanmalıdır. Yıllardır bunca zulmü, bunca baskıyı, zorbalığı yapanlar, Gezi çocukları üzerine saldırı emrini verenler, göz çıkaran, kör eden sopalarla kıyasıya döverek ve biber gazı ile gencecik çocukları öldürenler kimlerdir; F tipi mi E tipi mi? Yaşam savaşı vermekte olan Türkan Saylan’ın evine yapılan, uzun saatler süren polis baskının sorumlusu hangisidir? Onun başkanlığını yaptığı ÇYDD’yi bugün çökertmeye çalışanlar hangisi? Silivri’ye Hasdal’a Türkiye’nin seçkin aydınlarını, generallerini, gazetecilerini, öğrencilerini sahte, düzmece deliller, gizli tanıklar yaratarak dolduran, bir Genelkurmay başkanını terör örgütünün başı diye hapseden, adil yargılamayı önleyen son kapışmaya kadar tüm bu cumhuriyet yıkıcılığı eylemlerinde bir uyum bir dayanışma mı söz konusu? Bugün ortaya çıkan yolsuzluklar bahanesi ile ustaca gözden kaçırılmaya çalışılan ve yıllardır göz ardı edilen Silivri davalarındaki hilekârlıkları, kumpası çok geç kalarak hatırlayan iktidar, bütün bu saydığım, sayamadığım olaylardaki sorumluluğunu ve kendi yarattığı paralel devletle ortaklığını toplumdan saklayamayacaktır. Burada çok partili düzene girişimizden beri hemen tüm iktidarların halkın bilinçlenmesi ve gerçekleri görebilmesini perdelemek gayreti içinde olduğu gerçeğini yinelemek isterim. Ama hiçbirisi bu alanda AKP iktidarının eline su dökemez. Türkiye’nin bir yolsuzluklar, entrikalar, hilekârlıklar, rüşvet, desise, çıkar ilişkileri ülkesi haline gelmesinde, halkın denetim yeteneğinden yoksun oluşu (bırakılışı) önemli rol oynamaktadır. Benim yaşımdaki yurtseverlerin bu gerçeklere tanıklık edeceği inancındayım. olsuzluk ve rüşvet olayı, Erdoğan’ın inanılmazlığının kanıtı oldu! Gezi Parkı ve Taksim olayları Erdoğan’ın ve AKP’nin demokrasi maskesini düşürdü. Polisin, demokrasiyle bağdaşmayan ölçüsüz güç kullanmasını dünya kamuoyu günbegün izledi. Başbakan’ın “Polisimiz destan yazdı” diyerek dikta yönetimlerini andıran tavırları, destekleyenlerini sokağa dökerek karşı gösterileri organize etmesi, Batı dünyasında, Erdoğan hükümetinin demokrasi ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmadığının görülmesini büyük ölçüde sağladı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet skandalını bazı kanıtlarıyla birçok ülke televizyonlarında görülmesi, Başbakan’ın yargıya ve polise doğrudan müdahale ederek bu olayı örtbas etmeye kalkması Erdoğan hükümetine olan güveni tamamen sarstı, hatta yok etti. Başbakan’ın alelacele Ankara’ya çağırarak komplo teorilerini anlattığı Türkiye büyükelçilerine, bunu görevli olduğunuz ülkelerde anlatın demesi, Sayın Erdoğan’ın Avrupa ve ABD kamuoyunu hiç tanımadığını açıkça göstermektedir. Yolsuzluk ve rüşvet konularında son derece duyarlı olan Batı kamuoyuna ve siyasilerine, “Yolsuzluk ve rüşvet operasyonu Amerika, Almanya, İngiltere, Fransa, İsrail gibi ülkelerin komplosudur. Çünkü bu ülkeler, Başbakan’ın iddia ettiği gibi, üçüncü köprü ve dünyanın en büyük havaalanı olarak lanse edilen büyük projeleri Türkiye’nin gerçekleştirmesini, hızlı kalkınmasını ve istikrarını istemiyorlar” mı diyecekler. Bu gülünç iddiaları aklı başında herhangi bir büyükelçinin savunması, bu kişileri ve Türkiye’yi ne denli gülünç duruma düşürebileceğini, anlaşılan Başbakan değerlendirebilme yeteneğinden yoksun gözükmektedir. Y
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle