15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 29 EYLÜL 2013 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İnsanlık Anıtı Klonlaması Bir Dostla Konuşurcasına... Yarım yüzyılı geride bırakmış bir daktilo makinesinde yazıyorum. Harfler çarpılmış, düzen bozuk, yine de konuşuyor. Elli yıldan çok daha fazla oldu bu daktiloya kavuşalı. Size seslenirken hep önce o konuşuyor. Yetmez mi artık, ben çok yoruldum der gibi... Başka daktilolarım da var. Yenisi de var eskisi de var. Ama ben kendimle yaşdaş bulduğum bu Olimpia’yı seçiyorum. Zamana mekâna meydan okuyan bir araç. İlk tanışıklığım babamın avukat yazıhanesinde oldu. Bir ara geçtim masa başına, daktiloyla babama bir mektup yazmıştım. O günlerde o uzaklardaydı. Bilmem hangi davanın peşinde koşturuyordu. Derken olan oldu, bir akşamüstü kalp durdu, oyun da bitti. Daktilo babamın eski yazıhanesinde kapalı kaldı. Kapatılmıştı babamla ilgili yerler, ama daktilo kalmıştı yalnızlığımda. Ben aldım eve götürdüm. Bir anı olarak sakladım, babamın bir eski dostu gibiydi. Yazması zordu. O günkü makineler biraz tuhaftı. Yazıyorsun ama yazdığını görmüyorsun. İlle de makineyi kaldırıp arkasına bakmak istiyorsun. Yıllarca öyle yaptık. Yazdıklarımı göremedim, kapağı kaldırınca gördüm. Garip bir işti... Benim emrimde mi? Ben ne istiyorsam onu mu yazar? Hiç de öyle olmuyor bazen. Direniyor, yazmıyor. Uğraş, çabala, sonuç yok. Kapalı kalmış, direnmekte. Böyle yazı olmaz diyor sanki. Bu yüzden birçok yazım yarıda kaldı. İstemedi o türlü konularda bir şeyler karalamamı. İstediği güzel, yararlı, sevinçli şeylerdi. Oysa yaşam değişmişti. İyi, güzel, yararlı diye bildiğimiz durumlar yok olmaya başlamıştı. İktidarlarla yazarlar karşıt cephedeydiler. Kimi yazarlar diyecektim, hepsi değil, yazarların bir bölümü. Hesabını, çıkarını bilenler ile bizim gibi saf saf doğruları yaşatmak isteyenler karşı karşıyaydı. Bu makineyi bir gün uzaklara ittim. En yenisini aldım masama, İtalyan makinesiydi. Bir türlü yazmadı istediğim gibi. Takılı kaldı, gitmedi öteye. Uğraştım, nerdeyse tamirciye götürdüm. Olmadı olmadı, o güzel, yepyeni araç benim getirdiğim konulardan sıkıldı. Baktım olmayacak, şiirden, şairden, şarkılardan, sevgilerden, aşktan söz ettiğimde şakır şakır çalıştı. Demek makinelerin de bir yüreği, bir ruhu var. Şu günlerde hep böyle garip duyarlıklar içindeyim. Hayatımda görmediğim, bilmediğim bir garip çelişkiler. Yazmaya direniyor eski makine. Kendisi gibi eskimiş şeyler yazmamı istemiyor. İlle yenisi, ille çağdaşı, ille doğrusu, ille de yararlısı... Sus dedim, geçen gün makineye? Sustu, kapandı. Sonra aç da kullan kolaysa. Vazgeç diyor, ben de vazgeçtim... Heykel; her şeyi gören ve hafızasında saklayan, iç içe derinleşerek giden insanlığı ve ilahi vicdanı sembolize eden kanayan bir gözden ve bu gözün üstünden yükselen ve ortadan ikiye bölünmüş bir insandan oluşmaktadır. Bu aslında bir yüzleşmeyi, kendi kendinle karşılaşmayı ifade etmektedir. MEHMET AKSOY ünümüz güncel sanat yapımcıları, diyemeyeceğim, çünkü yapılan, edilen bir şey yok. Olan şey şu ki; söylenenler ya da hazır eşyalar ya da yapılan bir şey üstünden yapılan “tefecilik işlemi”. Plastik sanatlar reddediliyor, heykel reddediliyor. Sanatın içi boşaltıldı. Öznesi ile nesnesi yer değiştirdi. Sanat, modern dünya iletişim mekanizmasının şaşırtıcı, sansasyonel, esprili sanat anlayışının objesi oldu. Gerçek veya hakikat sansasyonel, şaşırtıcı, reyting alıcı bir değer taşımıyorsa gerçek değildir. Bu anlayışla alternatif “İnsanlık Anıtı” performansı gerçekleştirildi. Yıkılan İNSANLIK ANITI’nın takılamayan el benim yaptığım kalıba dökülüyor. Bir seyyar satıcı arabasına konularak sokaklarda bir sirk maymunu gibi dolaştırılıyor. Ve soru soruyorlar: Yıkılan İnsanlık Anıtı için düşündüklerinizi bir el hareketiyle gösterebilir misiniz? İnsanlar da bir el hareketi yapıyor. Sanatçı arkadaş o elin kalıbını alıyor, sonra bir diğerine soruyor, bir diğerine soruyor, herkes bir el hareketi yapıyor, kalıpları alınıyor. Sanatçı bu kalıplara ellerin dökümünü yapıyor. Oh her şey hazır… Ortaya birtakım işaretler yapan eller çıkıyor. Bu eller benim Kars’taki yıkılan heykelimin önüne, yere serpiştiriliyor. Kars manzaralı fotoğraflar çekiliyor. Alın size alternatif İnsanlık Anıtı. Oldu mu? Oldu. İnsanlık Anıtı’nın içeriği neydi, ben hangi duygularla bu heykele başladım? İnsanlığa karşı işlenen tüm cürümler, suçlar, yapılan katliamlar, çekilen tüm acılar; insanlık vicdanında, ilahi vicdanda kanayan bir yaradır. Orada hafızada saklı durmaktadır. Ve bugün hâlâ hafızalarda vicdanın gözyaşları G Peki nasıl yaptılar? akmaktadır. Savaş insanlık suçudur. Heykel; her şeyi gören ve hafızasında saklayan, iç içe derinleşerek giden insanlığı ve ilahi vicdanı sembolize eden kanayan bir gözden ve bu gözün üstünden yükselen ve ortadan ikiye bölünmüş bir insandan oluşmaktadır. Bu aslında bir yüzleşmeyi, kendi kendinle karşılaşmayı ifade etmektedir. Aralarındaki boşluk kin, nefret ve düşmanlıktan oluşan duvar gibi onları ayırmaktadır. İki figür birleştiğinde tek, bütün bir insana dönüşür. Figürlerin arasındaki boşlukta duran el, insanlığa uzanan, tutulmayı bekleyen bir el gibidir. Heykelin yapımı için gerekli tüm prosedürler uygulandı. Üç sene boyu ekip olarak orada yaşadık, kahvelerine gittik, lokantalarında yemek yedik, alışveriş yaptık, maçlarına, düğünlerine gittik, ne yaptığımızı insanlara anlattık, tartıştık. Kabul edenler, sevinenler oldu, karşı duranlar da oldu (özellikle MHP kesimi) ama zamanla insanlar gün batarken o tepeye çıkıp, kenti seyretmeye, orada vakit geçirmeye başladılar. Orada o yarım heykelin durması bile bir cazibe alanı yaratıp insanları kendine çekti. İnsanlar orada fotoğraf çekmeye, nişanlanmaya, birbirlerine sevgilerini ilan etmeye başladılar. Karslı çocuklar gelenlere heykeli anlatmaya, onlara mihmandarlık etmeye başladılar. Bugün halen Kars’ta İnsanlık Anıtı hediyelik eşyalar üzerinde baskı yapılarak, Kars’ın bir sembolü olarak satılmaktadır. Heykel Kars şehriyle bütünleşti, şehre gelen UNESCO temsilcisi “Kars için ne yapabiliriz” sorusunu; “Ani’yi ve İnsanlık Anıtı’nı koruyun ve tanıtın yeter” diye cevapladı. Ama alternatif İnsanlık Anıtı proje sahipleri ne yaptılar? İçerik boşaltıldı, insanı insanlıktan çıkaran savaş, insanların barış isteği, barış iradesi, bu gerçek böylece yok sayıldı. Eğlenceli bir oyuna dönüştü rülerek, görsel ve yazılı medyada haber oldu. Gerçek “çok sanatsal” bir şalla örtüldü. Üstelik benim ve heykelin kamuoyunda uyandırdığı geniş pozitif etki kullanıldı. İnsanlık Anıtı’nın insanlığa uzanan eli, adeta bir sirk maymunu gibi sokaklarda dolaştırıldı. İnsanlık Anıtı’nın geniş kitlelerce ve dünyaca tanınmasından, kabul görmesinden sanatsal bir rant, bir çıkarım sağlamak sanatçılara değil, ancak tefecilere yakışır. Küratör Fulya Hanım, kamusal alanda sanat katılımcılarını bianele getiremedi. Tartışmaya, farklı fikirlere açık değil. Kendi anlayışını, zevkini dikte ettiremedi. Direnişle karşılaştı. Benim heykelim üstünden reyting alma acizliğine düştü. Sanatı; eklektik, yapıştırma, montaj sanayii gibi gördüğün zaman; güncel, sansasyonel, şaşırtıcı bir haber gibi yaklaşırsan; içeriği, kavramı boşaltırsan, küratör simulakrumuna dönüşürsün. Aman dikkat… Sanatçıları belli bir algıda klonlayıp sütlerini sağmayın. Biliyorsunuz Dolly adlı koyunun klonlanması ile ilgili atom fizikçisi ve Nobel Barış Ödülü sahibi Prof. Joseph Rotblat ne demişti: “Klonlama evrimin ilkesi olan çeşitliliğe karşıdır. Değişimin sonunda insan olduk, hepimiz aynı olursak yeni bir şey üretemeyiz.” Onun için küresel sanat, güncel sanat diye bir sanatsal safsata olamaz. Ülkeler farklı, coğrafya farklı, güneş farklı, yaşam standartları farklı, gelenekler, görenekler farklı, algılama, kavramsal değer yargıları farklı, yaşama ritmimiz, kızgınlıklarımız, sevgilerimiz farklı, üzüntü derinliklerimiz farklı, tabii ki bunun biçimi ve sanatsal ifadesi de farklı olacaktır. Güncel sanatın, performans sanatının normlarıyla, bu içerik sanatsal ifade kazanamaz, yüzeyseldir, kavramsal komikliktir, dünyanın her yerinde anlayışları aynıdır, klonlanmış Dolly’ler gibi. Emperyal kültür icapları bunu gerektiriyor. Ben kendimi bu safta görmüyorum. Dolar küresel olabilir ama sanat olamaz. Ben bu ülkenin, bu coğrafyanın çocuğuyum. Bu ülkenin ninnileriyle büyüdüm. (Dandini dandini dastana Danalar girmiş bostana Sür bostancı danayı Yemesin lahanayı) Birİki Gün İzin İstiyorum Sevgili okurlarım, bu sütunu yazmaya başlayalı neredeyse 20 yıl oldu… 1996’da başlamıştım. Önce sadece pazartesi günleri “Aydınlanma” adıyla haftada bir gün yazıyordum. Köşenin adını Sevgili İlhan Selçuk koymuştu. Bu yazılarımın altına her hafta, medyada gözümü ve kulağımı tırmalayan hataları da ekliyordum. Bu eleştiriler büyük ilgi gördü… Yazıişleri, haftada bir gün de, perşembe günleri “Medya Notu” adı altında bir köşe yazmamı istedi. Daha sonra İlhan Bey “Aydınlanma” yazılarımın haftada dörtbeş güne çıkmasını istedi. Salı, perşembe, cumartesi ve pazar günleri, haftada dört gün yazmaya başladım. Birkaç ay önce, Cumhuriyet’e yeni katılan değerli yazarımız Bekir Coşkun, benimle yer değiştirmek istedi. Böylece o üçüncü sayfaya geçti, ben de onun yerine ikinci sayfaya geçtim. İlhan Bey’in eski yeriydi ikinci sayfa… Üstelik Bekir Coşkun haftada altı gün yazıyordu… Bu nedenle ben de yazılarımı beş güne çıkardım… Artık salı, perşembe, cuma, cumartesi ve pazar günleri yazıyorum. Bütün bu süre içinde hiç yıllık izin yapmadım… Yazılarıma hiç ara vermedim… Bütün tatil ve seyahatlerimde yazmaya devam ettim… Ama şimdi çok kısa bir süre için teknolojik olanaklardan yoksun kalacağım bir seyahate çıkıyorum… Bu nedenle biriki gün için, içerideki ve dışarıdaki okurlarımın iznini rica ediyorum. Kısa bir süre sonra yeniden buluşmak umuduyla… İçtenliğin Sıcaklığı NUSRET ERTÜRK Y aşar Kemal, Demirciler Çarşısı adlı yapıtında, “O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler” der. Ben o kadar karamsar değilim. Kalanların büyük bölümünün iyi insan olduğuna inanıyorum. Yazarımızın gözünden kaçmış diyelim alçakgönüllüce. Burada kalan ya diğerleri? Kişiliklerini yitirme pahasına sessiz kalanlar, araziye uyanlar. En değerli varlıkları onurlarından ödün verenler. Yaşar Kemal’in sayısına girmeyenler bunlar olmalı. İçtenlik, yaşamın sağlam dalıdır, güler yüzüdür. Yaşamın özsuyudur. Onsuz yaşam sakattır. Yokluğu görülen, eksikliği çekilen aranırmış. İçtenlik, öyle katlarda, yatlarda değildir. Parayla, pulla alınıp satılmaz. Doğrulukta, güvenlikte, bir tatlı gülümsemede, sadelikte saklıdır. İçtenliğin yakınında hile, yalan dolan barınamaz. Yaşamdan içtenliği çıkarsanız, geriye elle tutulacak bir şey kalmaz. Acılarımız ondandır. Ünlü karikatürist Semih Balcıoğlu bir arkadaşını şöyle anlatır: “Çizgi adamı olduğu için, kendine de bir çizgi çekmişti. Bu çizginin dışına hiç çıkmazdı.” Yaşamda iyiden, güzelden, içtenlikten yana çizgiler olmalı. Biraz da, insanı insan yapan o çizgiler değil mi? Şöyle bir bakınca ortalığa, her konuda çizginin dışına çıkanları çok görüyoruz. Padişahın biri rakıyı yasaklamış. Yakalanan içeri atılıyormuş. Birisini yakalamış getirmişler. Görevli: “Neden içtin?” diye sormuş. Adam, “Ama ben beyaz peynirle, kavunla içtim” diye yanıtlamış. Görevli, “Öyleyse beraat!” kararını verir. Padişahın adamı da olsa bir incelik, bir içtenlik kendini gösteriyor. Bugün bu çizginin, bu içtenliğin neresindeyiz? Bir yerde içtenlik yoksa, oradan uzak durmalı. Yaşam, yaşanarak anlaşılıyor. O da içtenlikle tamamlanır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle