14 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
5 AĞUSTOS 2012 PAZAR CUMHURİYET SAYFA kultur@cumhuriyet.com.tr KÜLTÜR RESSAM MEHMET PESEN 89 YAŞINDA YAŞAMA VEDA ETTİ 17 Kalamış sahili artık Pesen’siz ? Anadolu kentlerinin doğal ve yaşamsal kesitleri Pesen’in sanatsal yorumuyla resimlere dönüşmüştü. Ama İstanbul’un ve yaşamını sürdürdüğü Kalamış’ın sokakları ve sahillerinin yeri başkaydı Pesen’in resimlerinde. KIYMET GİRAY Vera ‘Vera’ (Babajim) İlk kez geçen yıl gerçekleşen Be The Band Müzik Yarışması’nda karşılaştım Vera ile. Temiz yüzlü, parlak bakışlı gençlerden oluşan, konuştukları zaman insana güven veren bir halleri vardı. O yarışmada yüzlerce isim arasında ikinci oldular, ardından Battle Of The Bands’de bir kez daha rastlaştık. Sahne aldıklarında, jüride yanımda oturan Erol (Büyükburç) Abi, “Dünyanın her yerinde bizi temsil edebilirler” demişti. Kısa bir süre daha geçti ve Vera kendi adını taşıyan bir albümle yeniden kendini gösterdi. Aslında elimizdeki eser tam bir albüm değil; beş özgün besteden oluşan 18 dakikalık çalışma. Ona kısacalar demek format açısından daha doğru. Zamanlarının çoğunu birlikte geçiren çocukluk arkadaşlarından oluşuyor Vera. Bu özellikleri onlara çok şey katıyor. Tohumları sekiz yıl önce Denizli’de atılmış. İsimleri Nâzım Hikmet’in eşi Vera Tulyakova’dan geliyor. Bugüne değin üç demo, iki kısacalar ve bir miktar single çıkarmışlar. 2007 yılında çıkan ilk kısaçalarları “Sadece” ile İstanbul’un yolunu tutan Vera, “Kürk Mantolu Madonna” kısacalarının ardından ciddi ve ümit veren bir topluluk olarak dikkatleri üzerine çekmeye başlıyor. Brit etkili bir poprock topluluğu Vera. İstanbul’dan fazlaca etkilenmiş bir ekip. Romantikler, nahifler... Şarkılarının içinden mutlaka bu şehre ilişkin bir satır geçiyor. Yanı sıra öğrenci yaşamının tipik bunalımları, mutlulukları var içinde. Toplamında iyi ve kaliteli müzik yapıyorlar. “Mor ve Ötesi” benzerliği dışında kurtulmaları gereken bir illetleri yok. muratbeser@muratbeser.com Bir Gün Hepimiz Fazıl Say’a Muhtaç Olabiliriz! Cannes kentinin orta yerinde yükselen bir tepe: Suquet Tepesi. Cote d’Azur yani o masmavi kıyılara yüksekten bakıyor. Tepenin üstünde, e 16. yüzyıldan kalma Notre Dame de L’Esperance kilisesi. Gotik, taş bir yapı. Kale duvarını andıran bir cephesi, etkileyici bir saat kulesi/çan kulesi var. O görkemli cephenin önüne sahne kurulmuş. Sahnenin önünde kat kat yükselen tribünler… Havanın kararmasıyla, tribünler doldu. Tek boş yer yok. Işıklar söndü. Sahne ışıkları yandı. Ayaklarını sürüye sürüye, üzerine bol gelen ceketi, tribünlere değil yere bakan gözleri, içe dönük tavrıyla, “utangaç bir çocuk” sahneye çıktı. (Sevgili Okurlar, Aixen Provence Festivali dönüş yolunda, bir rastlantı, Cannes’daki müzik festivalinin Fazıl Say resitaliyle sona ereceğini öğrendiğimizde, biletler çoktan tükenmişti. Neyse ki Fazıl’ın yoldaşı Kadir Dursun imdada yetişti.) Ve işte sahnede Fazıl Say. Başıyla yarım yamalak bir selam verdi ve geçti piyanosunun başına. İlk parça Janacek’in “1 Ekim 1905” Sonatı. Daha ilk notalarla birlikte o “utangaç çocuk” değişmeye başladı: Piyanosuyla, konuşa konuşa, anlaşa anlaşa, kavga ede ede, sevişe sevişe, coşa coşa bir transa girdi ve hepimizi o transa soktu. İkinci parça Prokofiev’in 7. Piyano Sonatı’ydı. (Dikkat: Her iki eser de, savaşa haksızlığa, öldürmeye karşı!) Sonatın son bölümünde, artık “şeytanlaşmaya” başladı. Adeta oyun oynuyordu, yok yok meydan okuyordu ve biz ölümlü dinleyicileri de bu oyuna katıyordu; bizleri de mıknatıs gibi arenaya çekiyor, bizi de o meydan okumanın bir parçası kılıyordu. Son parça, Mussorgsky’den “Bir Sergiden Tablolar”. Ah işte tam Fazıl Say’lık bir eser. Ezbere bildiğimi sandığım eseri, ondan dinleyince sanki ilk kez dinliyormuşum gibi oluyor. Piyanosuyla bambaşka renkler çıkarıyor ortaya. Tabloları yeni baştan çiziyor, boyuyor. Sınır tanımıyor, kendisiyle yarışıyor. O görkemli gotik taşlara yansıyan ve değişen renkler, ışıklar, piyanodan gelen renkler ve ışık yanında inanın sönük kalıyor. Son tabloyu da dinledikten sonra, bütün tribün ayağa kalkıyor. Alkış dinmiyor. Dinleyici bırakmıyor, kimse yerinden kıpırdamıyor: Ya beş ya altı kez Fazıl Say “bis” yapıyor. Mozart “Türk Marşı”nın kendi versiyonu; “Summertime” ve “Rhapsody in Blue”nun cazdan çok “Fazıl”casını çalıyor… Dinleyici bırakmıyor, tekrar tekrar istiyor: “Nâzım Oratoryosu”ndan bir bölüm, kendi bestesi bir başka eser… Dinleyici hâlâ bırakmıyor… Resitalin sonunda tüm dinleyicilere öyle bir enerji yüklemiş ki Fazıl Say, kimse mekânı boşaltmak istemiyor, herkes gülüyor, herkes konuşuyor. (Herkes konseri konuşuyor!) Türkçe duyanlar, “Türk müsünüz?” deyip bizi de (!) kutluyor! Fazıl’a ilişkin müthiş şeyler söylüyorlar! Bizi yüceltiyorlar! Nerdeyse sarılıp öpecekler! Sevgili okurlar, başlıktaki “Bir gün hepimiz Fazıl Say’a muhtaç olabiliriz!” sözünü, sevilme, okşanma, yüceltilme, onurlandırılma ihtiyacı için söylemedim. Hepimizin buna gereksimi olsa da, salt o nedenle söylemedim… O konserin sonunda Fazıl Say’ın bize verdiği o müthiş enerji, o güç, o güven, o yaşama sevinci için söyledim. Bunalmış, depresyona girmiş, daralmış toplumlarda, bir değil birçok Fazıl Say’a muhtacız! Söylemeden geçemeyeceğim: Resitalin sonrasında dinleyicilerden birçoğu Fazıl Say’a “18 Ekim için iyi şanslar” diyordu. 18 Ekim ne mi? Fazıl Say’ın, bir buçuk yıl hapis istemiyle açılan davadan hâkim karşısına çıkacağı gün! Kalamış sahilinin sularında durmaksızın kıpırdanan sıra sıra dizilmiş kayıklar huzursuz şimdi. Kendilerini renk renk, ışık ışık tuvallerine aktaran Mehmet Pesen’in fırçasından yoksun kalmanın sıkıntısını yaşamaktalar. Tıpkı Kalamış sokakları ve İstanbul gibi. Yeni Cami, Çiçek Pazarı, Sahaflar Çarşısı, Kadıköy İskele Alanı, Kabataş, Üsküdar ve özellikle de Galata Köprüsü Mehmet Pesen’in yaşama veda edişinin derin sessizliğine gömülmüş durumda. 1940’lı yıllardan bugüne Pesen ve tuvallerine konu olmaya çok alışmışlardı oysa. Pesen, 1940’lı yılların sonlarında, Türk resim sanatının kimlik arayışlarına yeni boyutlar katmayı amaçlayan sanatçılarımız arasında önemli bir yere sahiptir. Öncelikle de, İstanbul’da, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim öğrenimi gördüğü yılların amaçlarını yaşamı boyunca koruyarak yüceltmeyi hedefleyen bir idealin ressamı olarak yaşamını sanata adar. Amacı, Avrupa resim sanatının evrensel gelişimini benimsemek, ancak özgün bir çizgi yaratmaktır. Bu özgün çizginin hattı milli değerlere yönelmek, geleneksel sanatlara göndermeler yapmaktan geçer. Benimsediği yöntemse, Avrupa sanatının teknik özelliklerini geleneksel el sanatlarımızın kaynaklarıyla birleştirmektir. Bu yöntem sonucunda Türk resim sanatının özgün kimliğine kavuşacağına inanır. Batı’nın pentür tekniğine geleneksel Türk motiflerini katarak bir senteze ulaşmaya yönelir. Pesen 1950’li yıllarda halk oyunlarını konu alan seriler oluşturan yapıtlarıyla katılır resim sanatına. Bunlar büyük boyutlu tuval yüzeylerini tümden kaplayan ve motifsel bir yorumla ele alınan soyut figürsel anlatımlardır. 1955’te motifsel yorumlarla başladığı “Horozlar” serilerini 1965 yılının sonlarında yeni yorumlara ulaştıracak, yeni bir anlatıma dönüştürecek; 1970’li yılların başlarında üretmeye başladığı “Kağnılar” serisinde öznelleşecektir. 1975 yılında Mehmet Pesen’in sa nat anlayışında önemli bir değişim yaşanır. Bu değişim, minyatürlerimizin modern yorumlarına doğru ilerleyen araştırmaları sanat anlayışına kazandırmaktır. Anadolu insanının, köyünün güncel yaşamı, kentlerin, özellikle de İstanbul’un görünümlerini, minyatürlerin şematik ve iki boyutlu tasarımlarla tuvallere taşır. Minyatür esinli resimlerinin başlangıcında da iki temel konu üzerinde çeşitlemelere gidecektir: “Gelin Alayları” ve özellikle de “Toprak Altı Evleri”. Ürgüp Göreme yöresinin keşfedilmesiyle başlayan gelin alayları Anadolu’nun kentlerini özenle dolaşan Pesen tuvallerine yansır. Konya, Bursa, Kaş, Bodrum, Diyarbakır ve Karadeniz kentlerinin doğal ve yaşamsal kesitleri Pesen’in sanatsal yorumlarıyla resimlere dönüşür. Ancak, İstanbul’un, özellikle de yaşamını sürdürdüğü Kalamış’ın sokakları ve sahillerinin yeri başkadır Pesen resimlerinde. Her biri ayrı ayrı İstanbul yaşamının kesitlerini geleneksel yorumlarla resimleyen belgesel değerler taşıyan ve döneminin sanatsal düşüncesini vurgulayan sanat eserleridir. Mehmet Pesen ve İstanbul birbirinden ayrılamaz, Haydarpaşa Lisesi sınıflarında, öğrencilerinin kulaklarında çınlayan sanat tarihi ve resim öğretilerinin anılarını gizli tutan Pesen resimleri, gelecek kuşaklara 1950’li yıllarda Türk resim sanatının yönelimlerini ve serüvenini yansıtır. Kalamış’ın sahillerinde kıpırdanan kayıklar, suların derinliklerine Pesen’den yoksun kalmanın lirik türküsünü yankılarlar. Dadaloğlu’nun, Köroğlu’nun ve Âşık Veysel’in sazının tellerine karışan Pesen’in renkleri ve ışıklarıyla örülen nağmeler yankılanır sahillerde. Ultravox Brilliant (Eden Recordings / EMI) Ölüp ölüp dirilen grupların macerasını izlemek ilginç oluyor. Ultravox’un da 70’lerin ortalarından bugüne uzanan çalkantılı bir öyküsü var. Değişen vokalistler, ayrılan üyeler, yeni katılanlar, müziğe ara vermelerle geçen uzun bir öykü bu. Yeni yayımlanan “Brilliant”, grubun 1994’teki “Ingenuity”den bu yana kaydettiği ilk albüm olmanın yanında, aynı zamanda 1984 tarihli “Lament”ten sonra Midge Ure’lü klasik grupla kaydettikleri ilk albüm. “Brilliant”ı ilk dinlediğimde orta tempolu vasat şarkılar ve stadyum dolusu bir kalabalığı coşturabilecek olanlarla dolu bir albümle karşılaştım. Synth, davul, piyano ve gitara “Oh, oh, oh...” diye büyük bir dinamizmle eşlik eden vokalle başlayan “Live”, albümün daha açılışında enerji pompalıyor dinleyiciye. “Yeniden yaşamayı öğreneceğini bilmiyor musun?” diyerek belki de grubun yeniden dirilişine atıf yapıyor, ama sözler tüm albümde olduğu gibi sıradan ve basit. Arkasından gelen “Flow”, kontrolü kaybetmenin güzelliğinden dem vuruyor ve yine dinlerken hareketsiz kalamayacağınız bir melodiye kapılıyorsunuz. Hem Pet Shop Boys var şarkıların içinde hem Kraftwerk. Temponun düştüğü anlarda, örneğin “Change”, “Remembering”, “One”, “Fall” ve “Contact” gibi şarkılarda Midge Ure’ün sesini daha net duyabildiğim için onları da sevdim. Ultravox, 1980’lerde yarattığı heyecanı bugün yaratamaz elbette; “Brilliant” da adı gibi çok parlak bir albüm değil, ama grubun daha önce yaptıklarından kötü de değil. Bunca yıl sonra yeniden dirilmelerine sevindim. www.zulalkalkandelen.com Bir çocuk daha okusun diye 21.YÜZYIL EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI (YEKÜV) Tel: 0212 274 15 02 0212 213 74 02 Fax: 0212 275 52 44 yekuv@yekuv.org Vakıflar Bankası Osmanbey Şubesi 00158007287986476 C MY B C MY B www.yekuv.org
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle