18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
3 AĞUSTOS 2012 CUMA CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 15 AixEnPtovence Müzik ve Opera Festivali Ayırımcılığa karşı opera “Figaor’nun Düğünü” 945’te kıtaları kana boyayan İkinci Dünya Savaşı sona erdi. Fransa hiç ama hiç zaman kaybetmedi. 1946’da Cannes Film Festivali’ni; 1947’de Avignon Tiyatro Festivali’ni, 1948’de AixenProvence Lirik Müzik Festivali’ni başlattı. Şu dört tarihi art arda sıralamak bile bana heyecan verici geliyor! Düşünün, adamlar işgalden, ölümden, yıkımdan geçiyor ve başka iş güç yokmuş gibi kafayı sinemaya, tiyatroya, opera ve müziğe takıyor! Bu üç festival, bir avuç çılgın insanın sanat tutkununun gayretiyle ilk kez düzenlendiklerinde, böylesine kök salacakları acaba biliniyor muydu? Sadece birikim de yetmezdi bu sürekliliğe. Geleceğe kalmaları, evrensel değerleri ve yaratıcılığı yüceltmeyle, emeğe saygıyla, devlet mekanizmasının nitelikli sanata sahip çıkması, desteklemesiyle sağlandı… 1 Gelmiş geçmiş en iyi film anketinde ‘Yurttaş Kane’in saltanatı son buldu ‘Bir Kalemden Kalanlar’ Geçenlerde asistanım Can Şişman söyledi: “Hocam saydım, telif ve çeviri olarak altmış dört kitabınız var…” Tam saymadım, ama yaz başında ben de benzer bir rakama ulaşmıştım. Zaten “Bir Kalemden Kalanlar” fikri de kafamda bu saptamanın ardından iyice somutlaştı. “Bir Kalemden Kalanlar”, hemen her gün hızlanan bir tempo ile yazmakta olduğum anılarıma koyduğum başlık. Aklıma ansızın gelmişti. İş Bankası Yayınları’ndaki sevgili editörüm Ruken Kızıler de beğenince, ad kesinleşti. Anılarımı yazmaya, altmışın üzerinde kitabım olduğu için karar vermedim. Bu kitaplardan çoğunun yaşamımda kendi öykülerinin izlerini de bırakmış olduğunu iyice anladığımda karar verdim. Yaşanan pek çok öykü gibi telif ya da çeviri olsun, bir kitabın da bir yazma eyleminin ürünü olmanın yanı sıra aynı zamanda bütünüyle kendine özgü bir öykünün yaratıcısı ve kahramanı niteliğini taşıdığını insan ancak sonradan anlayabiliyor. Ben bunu anladığımda, günün birinde anılarımı yazacağım da kesinleşmişti. Yaşamöykümü, ağırlıklı olarak yazdığım ve çevirdiğim kitapların öyküleriyle inşa edecektim. Böylece de bütün hayatım boyunca hep onlara sığınmışlığımdan kaynaklanan bir tür şükran borcumu da kısmen olsun onlara yani kitaplara ödeyebilecektim. Zaten kitabın adı da sanırım kaynağını asıl bu olguda buldu. “Bir Kalemden Kalanlar” olmalıydı, çünkü gerçekte hep kalemimle var olmuştum. Kalemime sığınmıştım. Hatta edebiyata önce çevirilerle girişim de öyleydi. Ama çevirilere çok düşkün oluşumun aslında “psikolojik” bir nedeni de vardı. Bunu da ancak çok sonra anlayabildim. Sevgisizliğin buzdağları üstünde kıyılmış olması gereken bir nikâhtan doğmaydım. Bu yüzden çocukluk ve ilkgençlik yıllarım, buz gibi geçmiş ve hayat bağlamında da benim için hep korkutucu olmuştu. Evliliklerinin cehenneminde birbirlerini bitirmek peşinde olan annem ve babam, çocukluğumda ve ilkgençliğimde benim nelerle yaşadığım ile hatta neler yaşamam gerektiği ile hiç ilgilenmemişlerdi. Ve bu yüzden, önce onların öğretmiş olmaları gereken bir hayatta, hakkında başlangıçta hiçbir şey bilmediğim bir hayatta ayakta kalabilmek, beni hep korkutmuştu. Bu korku nedeniyle, bol hayal kuran biri olup çıkmıştım. İçinde bulunduğum koşullar nedeniyle en olmaması gereken şeyleri yaşarken, hep onları olması gerektiği gibi yaşadığımı hayal etmiştim. Yani asıl hayatımın kendime uygun bir tür çevirisini yaparak ve o çeviriye göre yaşamıştım. Her şeyin “aslından” veya “özgün metninden” müthiş korkarak. Kurgu yaparak. Önce babamın, ondan yıllar sonra da annemin cenazelerinde de kurgu yapmıştım. Cenazelerde nasıl “olmam gerektiği kadar üzgün görünebileceğim” konusunda hep bir gün öncesinden notlar almıştım. Musalla taşlarında önce babam, ardından da annem yatmışlardı. Kimlik bilgilerime göre annem ve babam olan –olmaları gereken– kişiler. Ama gerçekte “anne” ve “baba” kavramını bana merak ettirmiş olan iki kişi. İki yabancı. Bu yüzden hayatım belki de “hayatlarım” demeliyim, çünkü kimi zaman ben de dönüp geriye baktığımda, Stefan Zweig’ın “Dünün Dünyası”nda sorduğu soruyu kendime sormadan edemiyorum: Ben, kaç hayat yaşadım acaba? evet, bu yüzden hayatım, hep kalemimden çıkan kurgularda yaşandı. O yüzden de benden kalanlar, ancak “Bir Kalemden Kalanlar” olabilir. Onları toparlıyorum… ‘Vertigo’nun baş döndürücü yükselişi Kültür Servisi Sinema dünyasının en saygın kurumlarından Britanya Film Enstitüsü’nce yayımlanan ünlü sinema dergisi “Sight and Sound”un 846 sinema eleştirmeni ve yazarı arasında düzenlediği ankette, Alfred Hitchcock’un 1958’de çevirdiği “Vertigo” gelmiş geçmiş en iyi film seçildi. Gerilim sinemasının en büyük ustası sayılan Hitchcock’un “Vertigo”su (Türkiye’de “Ölüm Korkusu” adıyla gösterilmişti), böylece; 1952’den beri düzenlenmekte olan ankette 1962’den bu yana birinci sıradaki yerini koruyan Orson Welles’in “Yurttaş Kane”inin “saltanatına” son vermiş oldu. “Sight and Sound” dergisinin yayın yönetmeni Nick James, “Yurttaş Kane”in ikinci sıraya düşmesine biraz şaşırdığını belirtmekle birlikte, “Vertigo”nun zaferinin film eleştirmenlerinin sinemaya yaklaşımında meydana gelen değişimin bir yansıması olduğunu vurguladı. Alfred Hitchcock’un Nick James, başrollerini “Vertigo”sunda başrolleri Kim Novak ile James Stewart Kim Novak ile James Stepaylaşmışlardı. wart’ın paylaştıkları “Vertigo”nun “Yurttaş Kane”e oranla daha çağdaş bir film ? Ünlü sinema dergisi “Sight olduğunu belirterek “Yurttaş Kane’ daha teatral ve hanand Sound”un 846 sinema tal kalıyor. ‘Vertigo” ise eleştirmeni arasında düzenlediği ‘iç yaşam”ımızla ilgili bir soruşturmada, gerilim ustası film, her seyredişimizde Hitchcock’un “Vertigo”su birinci daha fazla etkileniyoruz” dedi. 1952’de düzenlenen sıraya yükseldi. 358 sinema ilk ankette ise Yeni Geryönetmeni arasında yapılan çekçilik akımının ustalarınankette ise Japon yönetmen dan İtalyan yönetmen Vittorio de Sica’nın “Bisiklet Ozu’nun “Tokyo Öyküsü” adlı Hırsızları” adlı yapıtı gelmiş yapıtı listenin başına oturdu. geçmiş en iyi film seçilmişti. Daha önceki anketlere oranla hem daha çok sayıda eleştirmenin katıldığı hem de Britanya dışından sinema eleştirmenlerinin sayısının arttığı 2012 anketinde, Japon yönetmen Yasuciro Ozu’nun 1953 tarihli “Tokyo Öyküsü” adlı filmi üçüncü sırayı aldı. Aralarında Martin Scorsese, Quentin Tarantano, Woody Allen ve Mike Leigh gibi yönetmenlerin de bulunduğu 358 film yönetmeni arasında düzenlenen ankette ise olay örgüsünü hemen hiç önemsemeyen, atmosfer ve ayrıntılı karakter incelemelerine ağırlık veren Ozu’nun “Tokyo Öyküsü” birinci seçildi. Eleştirmenlerin listesinde baş sıraya oturan “Vertigo” ise yönetmenlerin listesinde yedinci sırada kaldı. pera, dünyanın aynası Bu yaz Avignon aşkıma ihanet edip kendimi Aix–enProvence Müzik Festivali’ne attım. 20 konser, altı opera prodüksiyonu, sayısız panel ve sanatçılarla buluşma etkinliği, meydanlara kurulan dev ekranlardan sürdürülen canlı yayınlardan oluşan festivalin bu yılki ana teması: “Opera, Dünyanın Aynası” başlığını taşıyordu. Birkaç günde dört opera izledim. Dikkatimi çeken, en popüler ya da en az bilinen eserde olsun, bunlardan üçünde de yönetmenlerin ayırımcılığa karşı bir tutum sergilemesi, cinsiyet ve sınıfsal farklılıkları vurgulamalarıydı. Bu vurgudan kaynaklanan, sanki bir operadan beklenmeyecek kadar şiddetli bir eleştiri ortaya koyabilmesiydi. Dünyanın aynası bunu gösteriyorsa… Hani sol bitmişti! Hani kapitalist düzende herkes kardeş kardeş geçiniyordu… O Yaşasın genç sanatçılar Aixen–Provence Festivali genç sanatçılara tanıdığı olanaklarla da ünlü. “Avrupa Müzik Akademisi” adlı kuruluş bu yıl 42 ülkeden 250 genç sanatçıyı bir araya getirmişti. Önce onlardan izlediğim iki oyun: Rossini’nin 18 yaşındayken bestelediği ilk operası, birbirinden zengin barok melodilerle dolu “La Cambiale di Matrimonio” (Evlilik Senedi) kadının mal gibi alınıp satılamayacağını ortaya koyan tek perdelik bir fars, bir komik operaydı. Kapalı bin kişilik çağdaş bir salonda hem orkestra hem şancılar sahnede iç içe geçmişti. İkincisi ise Ravel ile Colette’in işbirliğinden doğan “L’Enfant et Les Sortileges” (Çocuk ve Büyülü Şey ler). Bir çocuğun kapatıldığı odada kendi korkularıyla, düşleriyle, sevinçleri ve üzüntüleriyle hesaplaşmasını konu alan bu fantastik masalı müzik yönetmeni Didier Puntos oda orkestrası için yeniden yazmış. (Dört el piyano, viyolonsel ve flüt.) Kendi de piyanonun başında sahnede. Bütün çalgılar ve çocukla ilişkili her şey, sahneye yığılmış dolapların, çekmecelerin içinden çıkıyor. Çocuğun kötülük ettiği sincap, kedi, kırdığı çaydanlık, fincan, yırttığı kitap, kitaptaki prenses, yapmadığı matematik dersi, sayılar… Hepsi canlanıyor, sanatçılarla hayat buluyor. Yönetmen Arnaud Meunier, minicik klasik İtalyan sahnede gerçeklikten çok uzak bir mucize, bir şiir yaratmıştı. Çocuğu oynayan soprano Chloé Briot ve her iki eserdeki tüm şancılar mükemmeldi. Festivalin ağır topu Mozart’ın “Figaor’nun Düğünü”ydü. Bugüne dek Ayırımcılığa karşı Mozart gördüklerimden çok farklıydı. Jeremie Rhorer’in müzik, Richard Brunel’in sahne yönetiminde o muhteşem müzik ve seslere karşın adeta tiyatrosu ağır basıyordu. Yönetmen günümüze taşıdığı eseri, sahnede Kont’un malikanesine taşımıştı. Hem büro, hem ev, hem toplantı salonu ve duruşma alanı gibi kullanılan bu mekânda (Kont’un bir görevi de yargıçlıktır) özel alanla – kamusal alan iç içe geçmişti. Uşak (burada sekreter) Figaro ile hizmetçi Suzanna’nın düğün gününe sığan tüm olaylar dizisi, Kont’un dinmeyen seks iştahı, aşk oyunları, aldatmacalar, ikiyüzlülükler, gelip bu iki alanda iç içe yaşanıyor ve iktidar sahiplerinin güçlerini dayatmalarına; çalışanların da haklarını savunmalarına dayanıyordu. Suzanne’yı Fransızların en ünlü şancılarından Patricia Petibon, Figaro’yu Amerikalı bas bariton Kyle Ketelsen, Kontes Almaviva’yı ise İsveçli Soprano Malin Byström kusursuz oynuyorlardı. Mozart’ın 19’unda bestelediği gençlik operası “La Finta Giardiniera” (Sahte Bakçıvan) yine sınıfsal çelişkileri ve kadına karşı ayırımcılığı ön plana çıkararak yorumlanmıştı. Ama doğrusu burada beni çarpan şey “güzellik” ve “büyü”ydü. Kent dışında, bir kalenin surlarının dibine, zemine ayna döşenmişti. Sahne o ayna ve kale duvarıydı. Zemindeki ayna bir göldü sanki. Temsil akşam sekizde aydınlıkta başladı. Kalenin ardında güneş battı. Önümüzde uzanan yemyeşil ova kızıla döndü. Sonra karanlık oldu. Ay çıktı. Ağaçlar tek tek büyülü renklere dönüştü. Kale duvarında gölge ve ışık oyunlarıyla Mozart büyüsü, yeryüzünün tüm çiçekleri, şancıların sesi birbirine karıştı… İşte bir festival böyle geçti. ‘La Finta Giardiniera’ Festivalin onur konuğu Ceylan ? İSTANBUL (AA) Geçen yıl Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle kapanışı yapılan 2. Roma Türk Film Festivali bu yıl Ceylan’ı onur konuğu olarak ağırlayacak. 1821 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilecek festivalin açılış töreninde, Nuri Bilge Ceylan’a, Urart tarafından tasarlanan onur ödülü sunulacak. “Usta’ya Saygı” bölümünde, Ceylan’ın Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmlerinin gösterimiyle bir retrospektif gerçekleştirilecek. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle