12 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 30 TEMMUZ 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Atatürk Asya’nın Yeniden Doğuşudur... Köleleşmenin Vakıf Yüreği ve Hoca Ölçeği YÜKSEKÖĞRETİMİ güçlendirmek ve devlete yardımcı olmak için keselerinin ağzını açıp kollarını sıvamış olanlar kötü günler yaşamaktalar şu sıra: Vakıf üniversitelerine girebilecek öğrenci sayısı sınırlandırıldıkça o tür kurumların ekonomisi sarsılıyor ve finans yetersizliği yüzünden kapılarına kilit vurma tehlikesi ufukta beliriyor... Kolaycılığa gitmeden ve kimseyi suçlamadan bu sorunun üzerine ciddiyetle eğilinmelidir. Şimdiki gidiş sürerse niyetlere, hesaplara ve kapılarda kalan gençlere yazık olacak. Ne kamuda ciddi bir çalışma var ne de vakıflar kesiminden pratik bir çözüm önerisi gelmekte. erçi, aynı nedenler devlet üniversiteleri için de söz konusu, ama galiba sorun vakıf üniversiteleri açısından daha düşündürücü; acaba, bazı vakıf üniversitelerinin ayakta kalabilmek için son zamanlarda akademik kurumlara pek yakışmayan propaganda ve reklam yollarına başvurmuş olmaları bu sorunu daha kritik ve dramatik kılmış olamaz mı? Akademik niteliği yükseltmek ve bu yükseliş sayesinde öğrenci çekim gücünü artırmak yoluyla finans sorununu çözmek yerine daha çok ticaret âlemine özgü yollara sapmanın vakıf üniversitelerine pek yakışır bir tercih olduğu söylenemez elbet. Böyle bir tercihin sonuçta geri teptiği ve o üniversitelerin savunduğu tezleri zayıflattığı kesindir. ma gün, bu çeşit tartışmalara kapılma ve birbirini suçlama günü değildir. Servet sahiplerinin har vurup harman savurmak yerine yükseköğretime katkıda bulunmaları ve bu amaçla vakıf kurmaları elbet desteklenmesi gereken bir tutumdur. Ne var ki bu uğurda kontenjan doldurmak için nitelik indirme çaresine sarılmak pek doğru bir başlangıç sayılamaz. Vakıf sahibinin yufka yüreği akademisyenin katı ölçeğiyle bağdaşabilmelidir. Ama, ülkedeki öğretim ve eğitim düzeninin düzeltilecek bir yığın başka boyutu ortada dururken üniversite kontenjanlarıyla ve puan barajlarıyla uğraşıp kalmak da biraz tuhaf oluyor. Her şey gösteriyor ki imam yetiştirmek uğruna “dört artı dört” saçmalığından medet uman ve bütün sistemi altüst eden bir milli eğitim sisteminin yetenek, bilgi ve ufuk yoksunu yöneticileriyle bir yere varmak artık hayal olmuştur. Tonguç’ları ve Hasan Âli’leri yiyen gericilik canavarı köklü bir ulusal eğitim devrimiyle yıkılmadıkça ilköğretimden yükseköğretimin en tepelerine kadar çözüm arayışlarının başarılı olmasını beklemek bugün için fazla iyimserlik oluyor. Şunca yıldır, “Atatürkçüyüz” diyoruz, törenler yapıyoruz, saygı duruşları düzenliyoruz 10 Kasım’larda... Sevgimiz saygımız içselleşmiş bir sevgi saygı olsaydı, böylesine uzak düşer miydik ilkelerinden, devrimlerinden? “Atatürk Yaşadı mı” diye kitap yazılır mıydı? Bursa Nutku’ndan haberi olan var mı? Mehmet BAŞARAN rhan Burian, alnında “En gerçek yol gösterici bilimdir” yazılı bilim yurdunda (DTCF) İngiliz yazını doçentidir. Belletmez, düşündürür, araştırmaya yöneltir. Eğitilenin, yeteneklerini ortaya çıkarmak; onu, kendisine, toplumuna yararlı bir birey durumuna getirmek gerçek amaçtır. Medrese anlayışıyla, kokmaz bulaşmaz bilgileri belleğe yük etmek, büyük yanlıştır. Bilgiler özümlenmeli, davranışa dönüşmeli, kişiliği geliştirmelidir. Yücel dergisinde yazdığı yazılarla hümanizmanın insancıllığın öncülerindendir. İkinci Dünya Savaşı sona ermiş, insanlık büyük bir yıkım yaşamıştır. Bizde de ırkçılık akımı sürmektedir. Nihal Atsız öncülüğünde saldırganlaşmıştır. Nasıl bir Türkçülükse, ülkenin değerli insanları karalanmaktadır. Bir gün, bir toplantı düzenler ırkçılar, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde, solcu diye adı çıkan bilim yurdu, kendileri gibi düşünmeyenlerden arındırılacaktır. Toplantının düzenlendiği salonda, Rektör Şevket Aziz Kansu’ya saldırılar başlar; giderek linç etme eylemine dönüşür. Kürsüsünde dövülmeye başlanır. Elinden zorla bir istifa yazısı alınır. Jandarmanın işe karışmasıyla ölümden zor kurtulur. İstanbul’daki Ankara’daki bilim adamları, aydınlar, sindirilmiştir. Ha işte o ortamda, devlet başkanına, İnönü’ye bir mektup yazar Orhan Burian; yeni Türk devletinin temel ilkelerine, özgürlüğe, bilime saldırıdır yapılan. Gelecek kuşakları, geçmiştekilerin körlüğünden, uyuşukluğundan kurtulma yollarını arayanların önünü kesme girişimidir bu; üniversitenin bilimsel onurunu çiğnemektir. Orhan Burian bir Türk yurttaşı, bir bilim işçisi olarak, duyduğu kaygıları iletiyor, Batı Cephesi komutanını göreve çağırıyordu. O mektup, Cumhuriyet tarihinin bir onur belgesi olarak kalacaktır. Aydınlar dilekçesinin öncüsü gi O G A bidir. Günümüz ortamında gıkı çıkmayan, bilim yurttaşlarımızın (galiba sayıları 160’ı geçmiş) profesörlerimizin kulakları çınlasın... Cumhuriyet aydınlanmacılığına ivme kazandıran Hasan Âli Yücel bakanlıktan ayrılmış, yerine gerici, faşist Reşat Şemsettin Sirer getirilmiştir. “Cumhuriyetin eserleri içinde en önemlisi sayılan Köy Enstitüleri” de tehlikeli görülmektedir, ıslah edilecektir. Bilim işçisi Orhan Burian, gider Günyol’la Arifiye Köy Entitüsü’nde konuk olur. Oradaki yaşamı, eğitim etkinliklerini gözlemler. Toplumumuz özgün bir eğitim kurumu yaratmıştır. Enstitü; işlikleri, tarlaları, derslikleriyle, kendi ürettikleriyle yaşayan bir yaşam birimine dönmüştür. Hafta sonu şenlikleri, eleştirileriyle üniversitelerin bile kendilerini yönetemedikleri dönemde, tabanda bir Rönesans devinimi gerçekleştirmektedirler. Yazdığı “Yıkıcı Zihniyet ve Köy Enstitüleri” başlıklı yazısıyla aklın, bilimin sesini yükseltir: “Keşke bütün eğitimimizin temeli aynı şekilde üretimci, yapıcı olsa; bütün çocuklarımız her şeyin nedenini araştırarak, uyandırıcı yolda geliştirilseler, insanımız kul olmaktan kurtulsa eğitim, özgürleşme eylemine dönüşse.” (Denemeler, Eleştirileri sf. 41) Sanatsal yaratıcılık da baskı altındadır. Dünya, “Pablo Meruda, Aragon, Nâzım Hikmet, bunlar, insanlığın övüneceği ozanlar” derken, bizde Nâzım yasaklanmıştır. Gizlice okunmaya çalışılmaktadır. Adını anmak bile büyük suçtur. Orhan Burian, 1946’da “Kurtuluştan Sonrakiler” adlı bir şiir seçkisi hazırlar. İlk kez bu seçkide, Nâzım’ın 26 şiiri yer alır. Türk okuru, ozanını bu seçkiyle tanımış olur. Elbet her şeyi göze alarak, özgür akla dayanarak hazırlanmıştır seçki... “Anış” adlı kısa bir yazısı vardır Burian’ın, yurttaşları, kendi değerlerine sahip çıkması açısından aydınlatıcıdır. İçimizde yaşayan şeyleri anarız biz. Sevgi sürüyorsa, anmak güzeldir, ama bitmişse göstermelik anmak, ikiyüzlülüktür. “Ölenlerimiz unutulduğu gün, ilk ve son kez ölür. Ölülerimiz için anma ve yaslanma törenlerinden vazgeçelim; yaşayan yanlarını bilmek ve sevmek, onlarla ayrılmamacasına beraber olmak demektir.” Yazık ki, toplumumuza yapay davranışlar, törensel davranışlar egemen. Şunca yıldır, “Atatürkçüyüz” diyoruz, törenler yapıyoruz, saygı duruşları düzenliyoruz 10 Kasım’larda... Sevgimiz saygımız içselleşmiş bir sevgi saygı olsaydı, böylesine uzak düşer miydik ilkelerinden, devrimlerinden? “Atatürk Yaşadı mı?” diye kitap yazılır mıydı? Bursa Nutku’ndan haberi olan var mı? Yaşamıyla, çalışmalarıyla aydınlanma öncüsü Orhan Burian’ı tanıyor muyuz? Oysa o, Cumhuriyetin yetiştirdiği büyük bir eğitimci, her yönüyle örnek bir insandı. “Kırkın kapısındaki genç” olarak 39 yaşında aramızdan ayrıldı. Ölümünün 50. yıldönümünde Ege Üniversitesi, Prof. Dr. Zeki Arıka’nın öncülüğündü bir seminer düzenledi. (5 Mayıs 2003) “Burian’ı ölümünün 50. yılında anmak, anarak düşünmek onu bugünkü kuşaklara anlatmanın vicdani olduğu kadar, ulusal bir görev olduğuna da inanıyorum.” Arıkan, seminerden sonra da çalışmalarını sürdürdü. Burian’dan bize kalanları gün ışığına çıkarıp kitaplaştırdı. Vedat Günyol “Ben, Burian’ı tanıyınca kendimi buldum” diyor ve sürdürüyordu: “Yazılarını Yücel dergisinde okurdum. Biz Yücelciler, onu tanımaya can atıyorduk. Cambridge Üniversitesi’nde öğrenimini bitirip yurda döndüğünde buluştuk. Zekâsı, bilgisi, alçakgönüllülüğü, nazikliği hepimize büyüledi. Kardeş gibi oluverdik.” Daha sonra “Ufuklar”ı beraber çıkardık. Yitirdiğimizde de, dergiyi “Yeni Ufuklar” adıyla sürdürdüm. Derginin ocak sayısında okurlardan özür diliyordu Burian: “Hastalık nedeniyle bu sayıyı geç çıkarmak zorunda kaldım.” 5 Mayıs 1953’te aramızdan ayrıldı. Yitirişimizin 60. yılında anısına saygılar. Derin Kamuflajı Postmodern Özgürlük Av. Hüseyin ÖZBEK İstanbul Barosu Genel Sekreteri Dini Eğitim Bakanlığına Yöneliş İ. Gürşen KAFKAS Eğitimci Yazar yıllık Atatürkçü devrim yasalarının ötelenmesi nedeniyle Milli (Ulusal) kavramının Dini Eğitim Bakanlığı olarak değiştirilmesinin yerindeliği kaçınılmaz olmuştur. 3 Mart 1924’te Eğitim Birliği Yasası’yla yeni cumhuriyetin kültür ve eğitim çizgisi belirlenmişti. Akıl ve bilime dayalı, düşünce ve duyguda birlik sağlanmıştı. Yaratıcı, güncel, bilimsel, sorgulayıcı, çağdaş ve uygulanır bir eğitim. Eğitimin toplumsal işleviyle nitelikli bireyler yetiştirilmekteydi. Toplumun aydınlanması, gençlerimizin alacağı eğitimle olabilecekti. Tevhidi Tedrisat Yasası’yla çok başlı ve din ağırlıklı eğitimin yerine, eğitimde birlik sağlanmıştı. Eğitimde birlikle, ülkede aydınlanma, çağdaşlaşma ve yenileşmeye gidildi. Devrim yasalarıyla yeni cumhuriyet değişim ve gelişmelerle tanıştı. Yeni alfabe, millet mektepleri, karma eğitim, laik eğitim, kadın hakları, medeni hukuk, çağdaş okullaşmalar, Türk Dil ve Türk Tarih kurumları, ulusal bayramlar, yeni anayasa, kültür ve sanat içerikli kuruluşlar gibi bir dizi yenileşmeler (tiyatro, opera, orkestra vb...) devrim yasalarının getirisi örneklerdi. 89 Bugünkü uygulamalarla devrim yasaları başkalaştırılıyor. Siyasal İslam devleti kurma amaçlı ne gerekiyorsa yapılıyor. Cumhuriyetin kazanımları, laikliğin bütünselliği yok sayılıyor. Cumhuriyete, demokrasiye ve laikliğe karşı sivil darbe yaşanıyor. Eğitimde köklü dinsel yaptırımlara gidiliyor. Çağdaşlık yerine bağnazlık, aydınlık yerine karanlık yol çizgileri... Ülkenin bütün kaleleri kadrolaştırılıyor. Eğitim yöneticilerinin büyük çoğunluğu din kültürü çıkışlı. 2000 imam hatip okulunun açılması... Kuran, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Arapçanın zorunlu dersler kapsamına alınması... Her ilde çok sayıda imam hatip orta kısmının açılması, 4+4+4 eğitim sistemindeki belirsizlik, ulusal bayramları kutlamanın, Atatürk köşelerinin ve Gençliğe Hitabe’nin kaldırılması... Ulusal ve üniter devlet kavramlarının tarihe karıştığı bir dizi acınası süreç yaşanmaktadır. İslami yöntemlerin dayatılması ile tek tip, baskıcı, korkak ve suskun insan tipi yetiştirilmesi hedefleniyor. Okullarda, kamu kuruluşlarının tümünde mescit açtırılması zorunluluğu, özel ve resmi tüm dinlenme merkezlerinde içki yasağı uygulanması. Başörtüsünün bir simge olarak dayatılması, gençler arası ayrımcılığın körüklenmesi, üniversite rektörlerinin seçiminde dini yandaşlara öncelik verilmesi. “Hasılı Kelam(Sözün Özü)” eseriyle kadına aşağılayıcı bakıştaki profesörün polis akademisi gibi toplum güvenliğini sağlayacak bir eğitim kurumunun başına getirilmesi... Buna benzer birçok kuruma bu yapıdaki yandaşların atanması düşündürücüdür. Ülkemiz gençliği umutsuz ve kaygılı bir bekleyiştedir. Gençlerimiz ruhsal ve bedensel sağlıklarıyla geleceğimizin bilimsel yenileşmesinin umudu olmalıdırlar. Güdümlü, ümmetçi, eyyamcı değil. Akıl ve bilimin önderliği onların başarı çizgisi olmalıdır. Güçlü adımlarla ilerlemek, çağdaş eğitimle olabilecektir. Getirilen 4+4+4 eğitim sistemi, Osmanlı’nın medrese eğitimine özlemdir. Getirilen şekilci eğitimdir. Önemli olan akılcı, çağdaş ve bilimsel eğitimdir. Kalkınmış ülkeler en büyük yatırımı eğitime ayırıyorlarken; bizde Diyanet İşleri’ne ayrılması da ayrı bir konudur. Onlar geleceğin yaratıcı, kurucu, araştırıcı nitelikli bireylerini yetiştiriyorlarken bizler dini mistisizm ile boğuşuyoruz. Bu oldubittilerde vicdanımız sızlıyor. Yüreğimiz acıyor. Hani ya Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletiydi? Akıl ve bilimin ışığında çağdaş bir eğitim hedefleniyordu? Ezberci eğitim yerine, araştırma, inceleme ve uygulamaya dönük bir eğitim olacaktı? Çok yazık oluyor ülkemiz çocuklarına!.. Eğitimde uçurumların olduğu bir ivme değişikliği oldu. Başkalaşmış bir ülkenin, başkalaşmış eğitimi uygulanmaktadır sanki… Eğitimimizde atılım beklentilerimiz bir hayal oldu. Bu düşüncelerin gerçekleştirdiği yönetimle, dini eğitim yelpazesinde atılım, değişim ve artırım hızla sürdürülmektedir. Getirilen şaşırtıcı seri uygulamalarla oluşan farkındalıklar aklımızı tutsak etmektedir. Toplumun direnişi, öğrenci velilerinin tepkili haykırışı önemsenmemektedir. İnsanımızın dilleri lal olmuş, dertler anlatılamıyor. Eğitimin toplumsal işlevi yerine, dini işlevin önceliği, yönetim erkinin düşüncesinin dışavurumudur. Açılacak derin yara uzun yıllar iyileştirilemeyecek, sarılamayacaktır. Gençlerimizin dünya gençleriyle yarışması başka bahara kaldı. Bahar gelmeyecek mi, diye soruyoruz?.. Gençlerimize yazık oluyor. Onlara en iyiyi vermek, onları en iyi şekilde eğitmek devletin kaçınılmaz görevi olmalıdır. ABD’nin başını çektiği, AB’nin omuz verdiği emperyalist sistem, çıkarlarının belirlediği koşulları dünyanın geri kalanına dayatmaktadır. Ülkelerin, ulusların “Yeni Dünya Düzeni” çerçevesinde sistemin yörüngesine girmesini arzu etmektedir. Hangi devletin milli sınırları içinde olursa olsun ihtiyacı olan ekonomik kaynaklara koşulsuz ulaşabilmeyi, ulusal mevzuatça engellenmeden kullanabilmeyi istemektedir. Hedef ülkelerin milli ekonomilerinin, milli hukuk sistemlerinin, siyasal yapılarının emperyal çıkarlara uyarlanması iki şekilde gerçekleştirilmektedir: 1) Süreç içinde borçlandırılarak ekonomik kıskaca alınan ülke, bürokrasisiyle, ordusuyla milli kurumlarının evrimsel biçimde çökertildiği bir süreçle sisteme entegre edilmektedir. 2) Ulus devlet olmakta direnen, sisteme kafa tutan ülkeler için askeri seçenek devreye sokulmaktadır. Emperyalist sistem hukuki meşruiyeti tartışmalı, çokuluslu askeri operasyonlarla müdahalede bulunmakta “dikta rejiminin ve kötü liderin tasfiyesine yönelik yoğun kampanyaların ardından” ülke ve halk özgürlüğüne kavuşturulmaktadır! Birinci seçeneğin uygulandığı Türkiye’de cumhuriyetin ekonomik mucizesi KİT’lerin tasfiyesiyle kamunun ekonomik saygınlığı yok edilerek halka yabancılaştırılmaktadır. Cumhuriyetin milli burjuvazi yaratma ülküsüyle desteklenen yerli sermaye tekelci aşamada uluslararası sistemle bütünleştiği oranda ulusal duyarlıklardan arındırılmaktadır! Türkiye’nin uluslararası sisteme entegrasyonu aynı kaderi paylaştığı ülkelerle benzerlik göstermektedir. Hedef ülke öncelikle büyük bir ekonomik bunalıma sürüklenmektedir. Ekonomik bunalım siyasi bunalıma dönüşmekte, ülkenin iflasına, batışına ilişkin abartılı söylemlerle kitlelere umutsuzluk, yarınsızlık şırıngalanmaktadır. Çöküş süreçleri halkın sihirli eller, mucizeler yaratan önderler beklediği dönemlerdir. Gerçekten de kurgulanmış iktisadi kaosun, ekonomik altüst oluşun, büyük çaplı batışların, piyasa anarşisinin ardından ortaya mucizevi kurtuluş reçeteleriyle “ekonomi süpermenleri” çıkıvermektedir! 1980 sonrası bu açıdan incelendiğinde Turgut Özal’ın 24 Ocak 1980 kararları ile Kemal Derviş’in 15 günde 15 yasa kumpasının ardındaki dinamikler daha iyi anlaşılacaktır. Yaşanılan süreçte cumhuriyet bürokrasisinin son tortuları da temizlenerek devlet millilikten tümüyle arındırılmaktadır. Ülkenin kuruluş felsefesine bağlı kurumlar acımasızca tasfiye edilmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülkenin kuruluş denkleminden gelen konumunun ortadan kaldırılması, dikkate alınacak bir dinamik olmaktan çıkarılması büyük ölçüde tamamlanmıştır. Askeri bürokrasinin tasfiyesinde özel yetkili yargının ve hukukun üstlendiği işlev kuşkusuz ileride daha sağlıklı değerlendirilecektir. Milli ekonomi, milli duyarlık, milli çıkarlar söylemi arkaik kavramlar olarak alaya alınmaktadır. “Ülkenin idari hiyerarşisi sistemle uyumlu, rejimle sorunlu yeni nesil dindarlığın tek tipleştirilmiş kadrolarından oluşturulmaktadır.” Sıra sisteme ekonomik ve siyasal bağımlılığı hukukileştirip meşrulaştıracak bir teslimiyet metninin özgürlük illüzyonuyla kitlesel talebe dönüştürülmesindedir. Birey olmaya izin vermeyen cemaat hiyerarşisinden gelen güç sahiplerinin sivillikten anladığı halkın tam bir teslimiyetle yönetime itaatidir. Türkiye’yi ulus devlet olmaktan çıkarıp çok kimlikli, çokkültürlü, ortak paydalardan yoksun, müşterek gelecek umudunu yitirmiş postmodern kabilelere dönüştürecek bir ayrışma tasarımı her derde derman sivilleşme reçetesi olarak sunulmaktadır! Ayrışmanın, dağılmanın, çözülmenin, çatışmanın, ülkeyi bir kaos coğrafyasına dönüştürmenin ana yazılımı “sivil anayasa” olarak halkın önüne konulmaktadır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle