19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
22 HAZİRAN 2012 CUMA CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 15 ‘Muhafazakâr sanat olmaz’ ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) “Bir Ankara Polisiyesi: Behzat Ç.” adlı dizideki oyunculuğuyla dikkatleri üzerine çeken, Ankara Devlet Tiyatrosu (DT) oyuncusu Erdal Beşikçioğlu, Çankaya Belediyesi ile gazetemizin, her ayın üçüncü haftasında ortaklaşa düzenlediği “Cumhuriyet Söyleşileri”ne katıldı. “Tiyatroların özelleştirilmesi”yle ilgili ilk kez konuşan Beşikçioğlu, “Muhafazakâr sanat diye bir şey olmaz. Ama sanat muhafaza altına alınmalı. Muhafazakâr oyunlar vardı da biz mi oynamadık. Nasıl Tanrı ile kul arasına kimse giremiyorsa, saErdal Beşikçioğlu natçıyla izleyici arasına da kimse giremez” dedi. Beşikçioğlu, “özelleştirmeyle” ilgili olarak, halkın tepkisizliğini de “Bizim ülke biraz tuhaf, canları acıyınca harekete geçiyorlar” diye eleştirdi. Söyleşiye katılan yazarımız Zeynep Göğüş de diziyi eleştirenleri eleştirerek “Bu anlayış Behzat Ç.’yi umreye de gönderir, 3 çocuk da yaptırır” dedi. Öte yandan İstanbul Kadıköy Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda Tiyatroların özelleştirilmesi ve Şehir Tiyatroları’nın yeni yönetmeliğine karşı çıkan pek çok profesyonel ve amatör sanatçının 16 Haziran’da başlattıkları “Sanat Maratonu” eylemi bugün sona erecek. Fazıl Say’ın ‘Hayatımın en önemli günü’ dediği gün geldi çattı: ‘Mezopotamya Senfonisi’ gibi” deyişini bu yüzden severim. Orkestra eserleri için, oldukça zor bir durumdur bu doğallığa varabilmek… Orkestrayı ve eserin anlatımını kendi içinde duyuyor olmak gerekir. 130 kişinin her birinin tek tek ne çaldığını düşünmek ve tahmin etmekten çok, “duyuyor” ve “biliyor” olmak lazım… Çünkü “düşünmek ve tahmin etmek” o yoğunluktaki bir konsantrasyonda “engel”dir. “Mezopotamya’yı bestelerken hürdüm. Farklı yollar denedim, bazen o güne kadar gittiğim yolların ters istikametine gittim. 10 bölümün başlıkları şöyle: 1Ovada iki çocuk 2 Dicle 3 Ölüm kültürü üzerine 4 Melodram 5 Ay 6 Güneş 7Kurşun 8 Fırat 9 Savaş üzerine 10 Mezopotamya türküsü. Bu eserde ölüm kültürü ve savaş üzerine yoğunlaşma var. Sadece günümüz Ortadoğu ve Güneydoğu’su değil konumuz… Mezopotamya’da ta başından beri, Asur, Babil, Urartu, Sümer döneminden beri, akla ilk gelen şeylerden biri, savaş… Ortadoğu’da bir türlü bitmeyen savaş… Evrendeki en anlamsız şey olan savaş. Mezopotamya Senfonisi, bir barış çağrısıdır.” Fazıl Say bu barış çağrısına ayın üretkenliğini ve karanlığa anlam katışını; güneşin hayat vericiliğini ve göz kamaştırıcılığını; Dicle’nin sakin ve duru akışı, Fırat’ın köpüklü, devinimli akışını kattı… “Mezopotamya Senfonisi’nin ana teması, Urfa bölgesinden, bir Kürt halk türküsüdür… Senfoni iki çocuğun ağzından aktarılmaktadır…” diyordu. Yarını beklerken bunları anımsamakta yarar var, diye düşündüm. Körleşmeyi Seçmek... Yıllar önce, sevgili Doğan Hızlan’la sohbeti koyulaştırdığımız bir gündü ve yaz başıydı. Telefonu çaldı. Arayan, hani şu her yaz başında sorulması gelenekselleşmiş soruyu soranlardan biriydi: “Okurlarımıza yazın neleri okumalarını tavsiye edersiniz?” Ve Doğan Hızlan, yapıştırıverdi: “Kardeşim, kışın okumayan bir toplum yazın neden okusun ki?” Bu sorudan artık bıkmış olduğu belliydi. Ama cevabı, kesinlikle basmakalıp değildi. Hızlan gibileri, kulağa en basmakalıp gelebilecek sözlere bile bir gerçeklik içeriği kazandırabilecek birikime sahiptirler. İşte o gün verilen cevap da böyleydi. Hemen her önemli kavram karşısındaki tavrımız, “okur” ve “okuma” kavramları karşısında da değişmiyor. Yani, bunları kullanırken de düşünme temeline değil, ezberler ve varsayımlar temeline dayanıyoruz. Çok küçük bir azınlığın dışında, yıllardır “körleşme”yi seçmiş bir toplum kimliğiyle içimizden ne kadar “okur” çıkarabilirsek o kadarıyla yetiniyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu konuda dünyada yapılan ciddi istatistiklere de asla kulak asılmıyor. Yanılmıyorsam bu istatistiklerden pek de uzak tarihli olmayan birinin sonuçlarına göre Türk insanı, ortalama olarak yılda bir kitap okuyordu. Yani seksen yıl yaşamış olsa, dağarcığında sekiz kitapla toparlanıp gidiyor. Peki ama, bunca kitap satılıyor ve alınıyor, o ne olacak? Alındığı doğru, ama okunmuyor. Okunmuyor da, ne yapılıyor? Onlara “bakılıyor”. Yani onları alanlar ve bazen de ellerinde gezdirenler, onları “görmüyorlar”; yalnızca onlara “bakıyorlar”. Aradaki farkın kökeni ise Yunan antikçağına kadar uzanıyor. Çünkü eski Yunancada “görmek” fiili, aynı zamanda “ele geçirmek”, “kendine mal etmek” gibi anlamlar da taşıyor. Bu anlamlar doğrultusunda “görülmeyen” her şey için ise “bakmak” sözcüğü yeterli oluyor. Ama bizimkisi gibi, hayatlarında her şeye sadece bakmakla yetinen, “görme”nin gerektirdiği çabadan ve sorumluluktan kaçmayı yaşamak sayan, sonunda da – doğal olarak – yalnızca “bakma”yı “görmek” sanmanın bütün yanılsamalarına kurban giden kişilerin çoğunlukta olduğu bir toplumda, gerçek okurların sayısını “göz kararıyla” saptamaya çalışmak da bir alışkanlığa dönüşüyor. Bu yakınlarda eski bir öğrencim, bir zamanlar beş yıl kadar ders verdiğim bir vakıf üniversitesinde kendi oluşturduğum “eleştirel düşüncenin gelişmesi” başlıklı dersin benden sonra kaldırıldığını söyledi. Öğrencim üzgündü. Bense bu davranışı çok “tutarlı” buldum. Artık düşünmenin neredeyse bütünüyle gündemden çıktığı bir iklimde bir de düşünmenin “eleştirel’” olanının dersini vermek, ne anlam taşıyabilir ki? Yıllar boyu, “Klasikler neden okunmalı?” türünden soruları geveler dururuz. Hatta klasikleri “okuduğumuzdan” bile söz ederiz. Peki şu çok yayımlanan, çok satılan ve çok alınan klasiklerin uçsuz bucaksız düşünce dağarcığından ne kadarının hayatımıza sızabildiğini hiç düşündünüz mü? Yani örneğin günlük konuşmalarda “Sanki Orhan Kemal’in ‘Murtaza’sı”, “Sait Faik’in ‘Kayıp Aranıyor’unda olduğu gibi …” ya da “mübarek, sanki Balzac’ın ‘Rastignac’ı…” gibisinden karşılaştırmalar yapıldığına kaç kez tanık oldunuz? Geçenlerde, Kafka’dan çevirdiğim “Dönüşüm”ün otuz üçüncü baskısının yapıldığını haber alan yakın bir dostum şöyle dedi: “Peki, ama kardeşim, o zaman bu ülkede ‘dönüşen’ şey sayısı neden bu kadar düşük?” Hemen söyleyeyim: Yıllar önce Canetti’den çevirdiğim “Körleşme” romanının başkişisi Prof. Kien gibi bizler de zamanın akışı içerisinde ve neredeyse olup biten her şey karşısında tam bir “körleşme”yi seçtiğimiz için! Sahi, okumuş muydunuz “Körleşme”yi? Çünkü epey kalın olmasına rağmen bugüne kadar yine de birkaç baskı yapmıştı! “İkinci senfonim ‘Mezopotamya’ 23 Haziran 2012’de Uluslararası İstanbul Müzik Festivali kapsamında dünyada ilk kez İstanbul’da seslendirilecek. Sanırım şu ana kadar, hayatımın en önemli günü, o gün olacak. Neden, derseniz, yazdığım en iyi eser olduğunu düşündüğüm bir müzikle dinleyicilerin karşısına çıkıyorum da ondan...” Bu kış, Fazıl Say, gazetemize yazdığı “Hayatımın en önemli günü” başlıklı yazısına şu yukarıdaki satırlarla başlıyordu. İşte o gün geldi çattı. Yarın 23 Haziran. Fazıl Say’ın hayatındaki (şimdilik) en önemli gün… Şimdilik diyorum, çünkü bundan böyle hayatının daha birçok “en önemli” günlerini yaşayacağından hiç kuşkum yok! İki gün önce bu sayfalarda müzik eleştirmenimiz Evin İlyasoğlu’nun, Mezopotamya Senfonisi’nin ilk provasından izlenimlerini okudunuz. Senfoniyi yönetecek olan Şef Gürer Aykal’ın Fazıl Say tanımlaması bence muhteşemdi. Gürer Aykal, Evin’e şöyle diyordu: “Fazıl Say kimdir dersen, onu 3 notayla tarif edebilirim: Sol diyez La Si. Bu Orta Anadolu müziğinin simgesidir…” İKSV’nin, Uluslararası İstanbul Festivali’nin 40. yıldönümü için Fazıl Say’a ısmarladığı eseri Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’ndan dinlemek için yarın akşamı beklerken ben yine kendi yazısından alıntılarla, Fazıl Say’a kulak veriyorum: Barış çağrısı “Mezopotamya Senfonisi, Nâzım Oratoryosu ve Hayyam Klarinet Konçertosu gibi, özenle bir şahsı anlatmaya çalışan bir eser değil. İstanbul Senfonisi gibi bir şehri anlatmaya çalışan bir eser de değil. Mezopotamya Senfonisi, Richard Strauss’un kendi başyapıtı olarak gördüğü ‘Bir Alp Senfonisi’ için dediği gibi: Bir ineğin süt vermesi gibidir...” Tüm doğallığıyla, 42 günde bestelenen, 10 bölümlü, 55 dakikalık, 130 kişilik bir dev orkestra için kurgulanmış, 190 sayfalık el yazımı orkestra partisyonunu kapsayan bir senfonidir. Mezopotamya Senfonisi’ni, orkestra kadrosu çok fazla olduğu için bazen iki A3 sayfayı üst üste yapıştırarak çalışmak zorunda kaldım tüm enstrümanların ne çaldığını yazabilmek için. Düşünün ki o sıradaki akan müziğin süresi 78 saniyedir. Richard Strauss’un bu “Bir ineğin süt vermesi Öylesine doğal MELİH FERELİ’YE TEŞEKKÜR GECESİ ‘İKSV bir direnç noktası’ Kültür Servisi İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, 40. yılını çeşitli etkinliklerle kutlarken kuruma emek vermiş isimleri de unutmuyor. 19932001 yılları arasında İKSV’nin genel müdürlüğünü üstlenerek pek çok etkinliğin hayata geçmesini sağlamış olan Melih Fereli de bu isimlerden biri. Önceki akşam İKSV’nin Şişhane’deki binasında, Bülent Eczacıbaşı’nın ev sahipliği yaptığı, Fereli için düzenlenen kokteylde onun renkli ve zengin kişiliğinin izlerini görmek mümkündü. Genco Erkal’dan Seza Paker’e, Erol Evgin’den Doğan Hızlan’a, Cengiz Çekil’den Gülsin Onay’a pek çok kültür insanının katıldığı davette Eczacıbaşı’nın, üstünde “İKSV Melih Fereli’ye Melih Fereli olduğu için teşekkür eder” yazan bir plaket sunması her şeyi özetliyordu. Fereli ise bu özel gece için teşekkürlerini dile getirirken birlikte çalıştığı ekibini sahneye davet ederek kültürsanat dünyasının bir direnç noktası olarak gördüğü festivalin önemini anlattı. Pek çok sanat kurumunun yöneticiliğini ve danışmanlığını yapmış olan Fereli’nin şu sözleri dikkate değerdi: “Sanatı terörün arka bahçesi olarak gören bir yönetimle karşı karşıyayız. Bu maneviyatçı, ahlakçı, muhafazakâr dayatmalara karşı sanatın gücüyle evrensel değerleri savunan İKSV de bir direnç noktası. Hep birlikte gelecek kuşakların ifade özgürlüğü ve hakları için direnmeliyiz.” Üner BirkanSabri Şatır Melih Fereli, plaketini Bülent Eczacıbaşı’ndan aldı. Müzik dünyamız önemli kayıplar verdi son günlerde… Müzik yazarları Sabri Şatır ve Üner Birkan aramızdan ayrıldı. Sabri Şatır, gençlik yıllarımda “Operada Gerçekçilik”, “Richard Wagner” ve “Giusseppe Verdi” kitaplarıyla müzik bilgi ve kültürümün gelişmesine yol açmıştı. Üner Birkan’ı çok eskilerden tanıyordum. Eşi, akrabamdı. Maliyeciydi ama tutkusu müzikti, sanattı, mimariydi, sanat tarihiydi. 1972’de Milliyet Sanat dergisini kurduğumuzda İzmir’den müzik eleştirisi sayfalarımıza yetişti. Çoksesli müziğin ülkemizde tanınması, benimsenmesi için çaba verdi. Nitelikli müziği savundu. Son zamana dek “Andante” dergisinde yazdı. “İdil Biret’e Armağan”; bir kaynak kitap niteliğindeki “Dinleyicinin Kitabı” ve Charles Munch’tan çevirdiği “Ben Bir Orkestra Şefiyim” kitapları bize bıraktığı ışık dolu armağanlar… Nur içinde yatsınlar. Tüm sevenlerine, yakınlarına sabırlar diliyorum. Dünyaca ünlü yazarlar İstanbul’da Kültür Servisi İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi’nin karşılaştırmalı edebiyat bölümleri, 25 Haziran20 Temmuz tarihleri arasında ortak bir yaz okulu düzenliyor. Dünya Edebiyat Enstitüsü çatısı altında düzenlenen okula, Orhan Pamuk, Murat Belge, David Damrosch, Pascale Casanova, Jale Parla, Bruce Robbins gibi dünyanın önde gelen edebiyat eleştirmeni, yazar ve akademisyenleri katılacak. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle