18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26 MAYIS 2012 CUMARTESİ [email protected] 16 KÜLTÜR 65. Cannes Film Festivali’nin gündeminde üç ülkenin üç yönetmeninden üç iyi film var Bu yıl jürinin işi zor UĞUR HÜKÜM Gece Kimin Sahibi? Üç kedimiz var. Aynı evi paylaştığımıza, kitaplarımın, notlarımın arasında, bilgisayarımın üstünde sürekli dolaştıklarına göre, yılda üç yazıyı da onlar hak ediyor demektir. Hep üç kedimiz oldu. İlk üçlü Bico, Pamuk, Renkli’ydi. Üçü de toprak altında şimdi. Ne yalan söyleyeyim, Bico bambaşkaydı. Ama Pamuk’un son aylarını unutamam. Eşimle benden çok, eşimin, Neslihan’ın babasına düşkündü. Kucağından inmezdi onun. Yemeklerini bile birlikte yerlerdi. Bir sabah Baba yataktan kalkamadı. Yatalak olmuştu. Bacakları tutmuyordu. Aynı gün Pamuk’un da iki arka bacağı tutmaz oldu. Dört ay Baba’nın yatağının başından ayrılmadı. Sonunda Baba öldü. Aynı gün Pamuk da öldü. ??? Bico’nun yerini bir başka Bico aldı. Eşimle Yahya Efendi Camii’ne gitmiştik bir gün. Oraya atılan kedileri doyurmak için mamalarla. Yağmur yağıyordu. Mamalara üşüştü kediler. Ama bir yavru mamalarla ilgilenmedi bile. Eşimin kucağına sıçradı. Mır mır… Mır mır… Olan oldu elbet, aldık eve getirdik. Şimdi evin sultanı. Pamuk’un yerine Pofuduk geldi. Onlarca kedim oldu bugüne kadar. Ama Pofuduk kadar insana sevgi veren bir kedi görmedim. Çok genç öldü. İstanbul dışında, yanlış bir tedavi yüzünden. Onun yerine gelen ikinci Pofuduk özgürlüğü seçti. Turgutreis’te sokağa atılmış Pırtık ise bizi seçti. (Öteki adları: Cucu, Madame Poirot, Zurna.) Şimdi İstanbul’da. Yaşlı. Etliye sütlüye karışmıyor. Sabahtan sabaha kadar uyuyor. ??? Renkli, Neslihan’ın ağabeyi Harun’a düşkündü. Onun odasından çıkmaz, yatağını paylaşırdı. Yaşlılıktan öldü. “Kediler ölülerini göstermez” derler ya, Renkli de kayboldu bir gün. Neredeyse bir hafta yok oldu. Ölmeye gitmişti besbelli. Harun, “Keşke gelip de evde ölseydi” diye kederleniyordu. Renkli bunu hissetti sanki. Bir hafta sonra geldi eve. Ve öldü. ??? İki kediyle kaldık ya… Olacak iş değil!.. Turgutreis’te dostumuz Rukiye Hanım telefon etti bir gün. Kızı Buket, köpekleri Sheeba’yı gezdirirken bir çalıya yönelmiş köpek. Orada avuç içi kadar simsiyah bir kedi bulmuş. “Hemen getirin” dedik Rukiye Hanım’a. Ve Gece geldi. Bir gözü neredeyse kapalı. Perde inmiş sanki. İstanbul’da, önce dostumuz veteriner Ali Bey’e, sonra Avcılar Veteriner Fakültesi’nde Kemal Bey’e emanet ettik Gece’yi. Ameliyat oldu. Gözü açıldı. Arada akıyor ama ne gam! Körlükten kurtuldu ya… ??? Kediler konusunda en çok kullanılan sıfat hiç kuşkusuz: “Nankör.” Kişilikli hayvanlardır kediler. Yaltaklanmazlar. Özgürlüklerine düşkündürler. Kendi bildiklerini yaparlar. İnsanların hoşuna gitmeyen bir şey mi yaptı… Yafta hazır: “Nankör!” Bir de insanlarını kendileri seçerler. İstemediği yerde tutamazsınız onu. ??? Alexander Pope’un iki dizelik, “Kralın Köpeğinin Tasmasına Yazılmıştır” başlıklı bir şiiri var. Şöyle: “Oturduğumuz yer Kew, Kralın köpeğiyim. Söyler misiniz bana, sizin sahibiniz kim?” Bizim Gece ise evde Neslihan’ın, Harun’un, benim yüzlerimize bakıp, “Ben kimin sahibiyim?” diyordur. Sonra da yanıtı yapıştırıyordur hemen: “Üçünün de.” CANNES Bu yıl Cannes’da güneyi ve kuzeyi ile Amerikalıların ağırlıklı olacağı ilk baştan duyurulmuştu. Festivalin bitimine iki gün kala ABD’li ve Kanadalı yönetmenlerin eserlerinde bir yoğunlaşma yaşadık. Perşembe sabahını ABD’li Lee Daniels’ın “The Paperboy”u, cuma sabahını da bu buluşmanın son ağır topu Kanadalı David Cronenberg’den “Cosmopolis” ile açtık. Amerikalı yazar Pete Dexter’ın “The Paperboy” adlı romanını aynı adla beyazperdeye uyarlayan Daniels’ın filmi bu yıl izlediğimiz Amerikan filmleri arasında Wes Anderson ve genç yönetmen Benh Zeitlin isimleriyle festivalin en iyileri arasına yerleşti. Gazeteci Ward (Matthew Mcconaughey) polis öldürmekten idama mahkum edilmiş bir suçlu, Hillary (John Cusack) hakkında araştırma hazırlamak üzere doğduğu kent Florida Lately’ye gelir. Aslında Ward’u davet eden Hillary ile mektup aracılığıyla platonik bir aşk yaşayan Charlotte (Nicole Kidman) mahkumun suçsuzluğuna inanmaktadır. Ward’un babası kentin en önemli gazetesinin sahibidir. Son derece romantik ve yakışıklı bir genç olan küçük kardeşi Jack (Zac Efron) babasına dağıtım işinde yardım etmektedir. Jack’ın bir kenar mahalle yosmasını andırır, fettan Charlotte’a tu ? ‘The Paperboy’, Amerikan filmleri içinde en iyiler arasına yerleşti. Cronenberg, bu kez, Don DeLillo’nun “Cosmopolis” romanını mükemmel bir teknikle uyarlamış. Sergey Loznitsa’nın “Siste”si, Altın Palmiye için biçilmiş kaftan bir senaryoya dayanıyor. tulması işleri çetrefilleştirecektir. 1969’da yaşanan hikâyeyi anlatan ve olayların kahramanlarından, 25 yıllık dadı ve Jack’ın can dostu, ikinci annesi AfroAmerikalı Anita rolündeki Macy Gray ve özellikle Nicole Kidman (En İyi Kadın Oyuncu niye olmasın?) çok başarılı kompozisyonlar çizmişler. Filmin geri planında süren ırk ve cinsiyet ayrımcılığı esere çok ustaca yerleştirilmiş. Sonunda Hollywood’dan da çok hoş bir film izledik diyebiliriz. Şimdiden klasikleşmiş bir roman, bir filmle birleşirse ortaya ille de harika bir çocuk çıkmaz. Hatta böyle bir varsayımın ne denli sakıncalı olduğu bugüne kadar yapılmış yüzlerce çalışmada kanıtlanmıştır. Ne var ki, böyle eserleri denemenin dayanılmaz cazibesini de herhalde en iyi, Kanadalı ünlü yönetmen Cronenberg gibiler bilir. Kimi Fransız edebiyat eleştirmenlerine göre 20. yüzyılın son, 21. yüzyılın ilk başeseri diye niteledikleri Amerikalı yazar Don DeLillo’nun “Cosmopolis”i sinemacının gönlünde yatıyormuş. Her durumda mükemmel bir teknik, özgün bir dekor sayesinde filme başarılı bir Cronenberg havası egemen. Oyuncular gayet iyi. Metin ve diyalog yoğunluğu sinemaya pek yaşama şansı tanımıyor. Sergey Loznitsa’nın (1964) “In the Fog/ Siste” başlıklı yarışma fil mi Rusça veya Rus sinemasının son yıllarda dirilişinin güzel bir habercisi daha dersek, sanırım pek yanılmayız. En azından yarım yüzyıl dünya sinemasında haklı saygın ve onurlu bir konuma sahip olan Sovyet ekolünün küllerinden nihayet büyük sinemacılar doğmaya başladı. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi ordusu işgali altındaki bir Belarus köyünde 4 demiryolcudan 3’ü sabotajdan idam edilir. Dördüncüsü serbest bırakılır. Hayatı kurtuldu sanılan Souchenia (Vladimir Svirski) aslında böylelikle ömür boyu işkenceyle ölüme mahkum edilmiş demektir. Zira köy halkı onu bir hain olarak görmektedir. Yunan filozof Herakleitos’un bir deyişi filmin özünü çok doğru yansıtıyor: “Ruhu barbar olan için göz ve kulaklar sadece yoksul tanıklardır.” Altın Palmiye için biçilmiş kaftan bir senaryo; muhteşem bir estetik hassasiyetle kullanılmış ışık, renk, fotoğraflar. Filmin akışının büyük ustalıkla iç içe geçirilmiş halkalar biçiminde birbirilerini tamamlamaları, defteri kapanmış bir dönemin simgeleriyle insan vicdanının hesaplaşması öylesine bir zarafetle diyaloglara ve davranışlara yansıtılmış ki, hayran olmamak elde değil. Büyük, büyüyen bir sinemayla karşı karşıyayız. Bu sene jürinin işi çok zor olacak, çok zor… İBBŞT’ye on ödül ? Kültür Servisi AKP hükümetinin özelleştirme girişimlerine başladığı ve yönetmeliğini değiştirdiği İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları (İBBŞT), Kültür ve Turizm Gönüllüleri Platformu’nun düzenlediği Suna Pekuysal Tiyatro Ödülleri’nde on ödüle değer görüldü. Kurum Başarılı Örnek Tiyatro ödülünün yanı sıra, En İyi Oyun (Şark Dişçisi), En İyi Yönetmen (Engin Alkan), En İyi Erkek Oyuncu (Uğur Arda Aydın), En İyi Kadın Oyuncu (Funda Postacı), Yılın Başarılı Basın Halkla İlişkileri (Emine Güngör ve çalışma ekibi) ödüllerinin de sahibi oldu. Say’ın ‘İstanbul Senfonisi’ İsviçre’de Kültür Servisi Piyanist ve besteci Fazıl Say’ın büyük yankı uyandıran yapıtı “İstanbul Senfonisi” İsviçre’de ilk kez seslendirilecek. İstanbul büyüsünü sanatçının etkileyici müziği ile dünyaya taşıyan yapıtın İsviçre prömiyeri 28 Mayıs Pazartesi akşamı Zürih kentinde yapılacak. Konser, açılışını ünlü besteci Johannes Brahms’ın yapmış olduğu 1500 kişilik tarihi Tonhalle Zürih konser salonunda gerçekleşecek. Say daha önce “Harem’de 1001 Gece’ adlı yapıtının dünya prömiyerini İsviçre’nin Luzern kentinde gerçekleştirmiş ve İsviçre’deki müzik eleştirmenleri tarafından “Doğu ve Batı arasındaki sanat köprüsü” olarak nitelendirilmişti. Dünyadaki ilk seslendirilişinden bu yana ilgiyle dinlenen “İstanbul Senfonisi”nde, her biri farklı konu başlıkları taşıyan ve İstanbul’un değişik bir yönünü anlatan yedi ayrı bölüm bulunuyor. Ney, kudüm, kanun, bendir ve darbukanın kullanıldığı senfoninin seslendirilişine Burcu Karadağ (ney), Aykut Köselerli (vurmalılar) ve Hakan Güngör (kanun) solist olarak katılacak. Sanatçılara ünlü şef Howard Griffiths yönetimindeki Basel Senfoni Orkestrası eşlik edecek. Bunun yanı sıra Say da gecede Çaykovsky’nin 1 No’lu Piyano Konçertosu’nu yorumlayacak. tarihi in İsviçre prömiyeri, “İstanbul Senfonisi”n ak. ac pıl ya salonunda Tonhalle Zürih konser Boğaziçi kuşlarının Gürol Sözen’in sergisi hüznü Almelek Sanat Galerisi’nde ? Refik Durbaş’ın ‘Şiire en yakın duran ressamlarımızdan’ diye tanımladığı Sözen, özgürlüğünü binlerce yıldır kimseye kaptırmayan martılar, güvercinler ve kumruların hüznünü resmettiğini söylüyor. Kültür Servisi Ressam, yazar ve sanat tarihçisi Gürol Sözen’in “Martıların İstanbul’u... Ah! Bir de Güvercinler” adını taşıyan sergisi, Bebek Almelek Sanat Galerisi’nde açıldı. 16 Haziran’a kadar açık kalacak sergide 24 resim, gümüş ve bronz 5 heykel yer alıyor. 1999’da “Martıların İstanbul’u” adlı kitabı yayımlanan Sözen’in sergisinde, ayrıca, yakın zamanda yayımlanan “Anadolu Topraklarında Mozaik” kitabından esinlenilmiş, 2012 sonlarında müzelerde sergilenecek yapıtlara, bronz, mermer ve lapis lazuli taşlarıyla bezeli güvercinlere de yer veriliyor. Sanatçının “Martıların İstanbul’u” kitabında dillendirdikleri, bu sergide, günümüze de göndermelerde bulunarak resim, heykel ve objelere dönüşüyor. Sanatçı, bir Boğaziçili olarak, Boğaziçi’nin güvercinleri, kumruları ve martılarına adıyor sergisini. Sözen, yaptığı işi, “Üzerimize serpilmiş ölü toprağına kuşkuyla bakan ve özgürlüğünü binlerce yıldır kimseye kaptırmayan martılar, güvercinler ve kumruların hüznünü resmetmek” diye tanımlıyor: “Sonsuz sisin içinde, yakamozlar, morlar, altınlar, gümüşler ve kendi gecesine, laciverdine gömülmüş gökyüzünde kanat çırpanların gizemini resmekti amacım. O nedenle sergimi 19 Mayıs’ta açtım. Yüreğim elvermediği için. Ama resmim, heykelciklerim ve objelerimdeki kuşlar her şeye rağmen özgür. Tabii ki bizler adına kaygıları ile kuşatılmış olarak; her şeye kanat geriyorlar...” Yazar Adalet Ağaoğlu, Sözen’in daha önceki sergilerindeki kuşlarla ilgili olarak, “Sorgulayan, dengeleyen ve dengeye isyan eden, acı çeken meraklı kuşu üstümüze salıp daha derinlere iniyor; gidiyor” demişti. “Umutsuzluğu ile el sıkışmış, yalnızlığı ile barışık... Yazarlığında resmini gizlediği, ‘hiç resim yapmamış’ gibi durduğu kadar da ressamlığında ‘hiç yazmamış’ gibi duruyor. Öylesine inceltilmiş dokunuşlar...” Şair Refik Durbaş da, “Gürol, bence şiire en yatkın ressamlarımızdan biri” demişti. “Elliyi aşkın resminin karşısında dururken en çok, hemen çoğu resminde yer alan ‘kuşlar’a baktım ve en çok da kuşlar etkiledi beni doğrusu... Çünkü kuş’ta, haydi Divan Şiiri geleneği ile söyleyeyim, bir ‘taç beyit’ zarafeti ve inceliği var. Çünkü o kuşun anavatanı yüzyıllardan beri uygarlıkların Kenti İstanbul.” C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle