19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 9 NİSAN 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Laik Dış Politika DEYİM, elbet tuhaf gelecektir çok kişiye; dış politikanın laik olanı, olmayanı mı olurmuş? Dış politikanın genel amacı ulusal çıkarların korunmasıdır ve bu herhalde akılcı tutumlarla sağlanmalıdır. Cumhuriyet Türkiyesi’nin diplomatları hep böyle yetiştirildi ve yöntemleri hep böyle oldu. Yalnız, son yıllarda pusulanın hafifçe şaşmakta olduğu hissedilmiyor mu? Sanki, bunda din duygularının ve mezhep yakınlıklarının bir etkisi varmış gibi geliyor insana. Varılan sonuçlar, böyle bir izlenimi doğrularcasına ulusal çıkarlara ters düşmekte. Ortadoğu’da yakın komşularla ilişkilerin teker teker bozulması ve en son İran’la dikkat çekici bir tersliğin yaşanmakta olması bunun yeni bir belirtisi oluyor galiba. Dış ticareti ve enerji politikasını da olumsuz etkileyen bir sonuç. iç kuşkusuz böyle bir sonucun asıl nedeni, diplomasimizin ağır bir ABD baskısıyla karşı karşıya olmasıdır. Ama, başka dönemlerde bu tür baskılara kolayca göğüs gerebilmiş ve onları ulusal çıkarlarla ustaca bağdaştırabilmiş olan bir diplomasi bu iktidar döneminde böyle bir duruma sürüklenebilmişse üzerinde titizlikle düşünülmesi gereken bir durum var demektir. Hele bu durum, donanımlılığı genellikle takdir edilen bir diplomasinin eskiden beri bilinen ününü zedelemekteyse. Acaba, iktidar partisini yöneten ve bu nedenle dış ilişkilerin yönetimini de etkileyici konumda olan bir zümrenin siyasal ağırlığı, diplomasinin karar terazilerini akılcılıktan uzaklaştırıcı bir tutumla inanç ve duygu kefesine mi konmaktadır? yle anlaşılıyor ki, Washington’daki sivil ve askeri çevreler, Obama döneminde bile, Arap Baharı’ndan çağdaş ve gerçekten demokratik bir Ortadoğu düzeni çıkarmak yerine, gerici ve dinci kesimleri iktidara getirmeyi amaçlamışa benziyorlar. Belki, Ankara diplomasisini böyle bir amaca hizmetten uzaklaştırmak, kendi içindeki pusula şaşmasını da düzeltmeye yarayabilir. Yoksa, bu gidiş pek güveni değil. Hekimlerin Özgürlüğü Halkın Sağlık Güvencesidir... Hekim özgürlüğü, halkın önemli sağlık güvencelerinden biridir. Hekimlerin bağımsızlıklarını kaybetmesi, sıradan bir çalışan haline getirilmesi, mesleki, bilimsel ve sosyal motivasyonlarının yok edilmesi, sistemdeki olumsuzlukların günah keçisi olarak bilinçsiz halk yığınlarının önüne atılması, şiddete maruz bırakılması, sonuçta mutsuz, depresif hekimi, defansif tıp uygulamalarına iterek önemli bir halk sağlığı sorunu haline getirmektedir. Doç. Dr. Gazi ZORER Türk Hekimleri Dostluk ve Yardımlaşma Derneği Başkanı İnönü Stadı Yıkılamaz Doğan HASOL ilindiği gibi İnönü Stadı, Beşiktaş Jimnastik Kulübü’ne tahsis edilmiştir. Kulüp uzunca bir süreden beri mevcut stadı yıkarak yerine daha büyük bir stat yapmak, hatta bununla da yetinmeyerek onu bazı rant tesisleriyle desteklemek istiyor. Stadın büyütülmesinin mümkün olmadığını birçok kez yazdım. Stat ünlü İtalyan Mimar Vietta Violi ile Türk mimarlar Fazıl Aysu ve Şinasi Şahingiray tarafından tasarlanmış; temeli 19 Mayıs 1939 günü atılmıştır. Yapımı 2. Dünya Savaşı nedeniyle geciktiği için ancak 1947’de hizmete girmiştir. Sonradan yapılan bazı değişiklikler ve Gazhane tarafına eklenen uyumsuz bir üst tribünle stat biraz büyütülerek seyirci kapasitesi arttırılmıştır. Aslında, stadın o günkü kabul edilebilir büyüklüğüne karşın yapıldığı yer yanlıştır. Dolmabahçe Sarayı’nın hasahırlarının (Istablı Amire) bulunduğu vadiye yapılmış stadın saraya ait bir alanda, sarayın hemen yanı başına yapılmış olmasını başta Çelik Gülersoy olmak üzere birçok aydın kıyasıya eleştirmiştir. Orada stat yapılması zaten baştan yanlıştı; ancak makul boyutu nedeniyle pek sorun yaratmadı. Bugünkü koşullarda stadın kulübe yetmediği anlaşılıyor. Üç yıl önce bir öneride bulunmuştum: “İnönü Stadı fazlalıklarından arındırılır ve güçlendirilerek özgün halinde korunur. Beşiktaş için de İstanbul’un elverişli bir yerinde çağdaş, görkemli bir stat yapılır. Hatta bu iş gerekirse devlet ya da belediye desteğiyle gerçekleştirilir. Kanımca doğrusu budur” (1). TV programlarında da dile getirdiğim önerinin bazı çevrelerce benimsendiği görüldü. Daha sonra Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın stadın büyütülmesine karşı çıktığını medyadan öğrendik. Bakan Günay, konuyla ilgili soruları yanıtlarken özetle şunları söylemiş: “BJK yönetimi, içinde AVM, otel ve altında 2500 araçlık otopark bulunan 42 bin kişilik stadyum öneriyor. Ben ‘Dolmabahçe bölgesini daha da tahrip edenlere göz yuman bir kültür bakanı’ olarak tarihe geçmek istemiyorum.” (2). Sayın Bakan haklı. Bir kültür bakanından, başka türlü davranması zaten beklenemez. Daha sonra İlber Ortaylı da “Beşiktaş da başka stada taşınmalı” diye yazdı (3). Ortaylı kısaca şunları söylüyordu: “Şahsen Beşiktaş takımını tutarım, 100’üncü yılda kilometrelerce uzunluktaki bayrağı taşıyanlardanım... Bu nedenle açıkça söylüyorum; Galatasaray’a tahsis edilen büyüklükteki ve konumdaki bir arazinin Beşiktaş’a verilmesi gerekir. Belki bugünkü stadın olduğu yerde de düşük profilli, gelir getiren, otopark gibi bir tesis bu takıma tahsis edilebilir. Ama mevcut stadyumun büyütülerek orada tutulması bu şehre, bu tarihe, bu çevreye karşı vahim bir saygısızlık hatta cinayettir.” Şimdi hâlâ ısrarla istenen, kültür varlığı olarak koruma altında bulunan stadın yıkılarak yerine alışveriş merkezi gibi rant tesisleri ve otoparklarla donatılmış, oturmalı düzende 42 bin 500 seyirci kapasiteli bir statla yeni bir yapılaşmaya gidilmesidir. Bu yapılamaz. Aklı başında hiçbir kurul, hiçbir belediye, hiçbir şehirci, hiçbir mimar İnönü Stadı’nın yıkılmasına, yerine üstelik daha büyük bir stat yapılmasına onay veremez. Veremez, çünkü stat cumhuriyet döneminin önemli karakteristik mimarlık yapıtlarından biridir ve üzerinde Anıtlar Kurulu’nca alınmış koruma kararı vardır. Hiçbir koruma kurulu tescil kararını kaldıramaz; kaldırırsa yıkımın altında kalır. Öte yandan, çevresinden geçirilen yollarla kuşatılmış olan stat bugünkü haliyle bile yerine sığamaz konumdadır. Dolmabahçe, son olarak getirilen tünel çıkışlarının da etkisiyle günün her saatinde trafiği tıkanan bir düğüm noktası halindedir. Burası artık yeni bir yoğunluğu kaldıramaz. Stat için yapılacak tek şey, uygunsuz eklentilerinden arındırıp güçlendirerek özgün halinde korumak ve törenler, küçük maçlar vb. gösteriler için kullanmaktır. Değinilmesi gereken bir başka nokta da, Dolmabahçe Sarayı sırtındaki yapılaşmanın saraya zarar verdiği yolundaki raporların varlığıdır. Bütün bunlar, şimdi yapılmak istenenlerin, cumhuriyet dönemi mirası olan İnönü Stadyumu için de İstanbul için de uygun olmadığını ortaya koyuyor. Kulüp yönetimleri ısrarla zaman kaybediyor. Kulüpler güçlerini sporda göstermeli… Başka alanlarda değil; hele taraftar rüzgârını arkasına alıp kenti hırpalamak anlamında hiç değil! Beşiktaş’tan, koşulları zorlamak yerine, tarihinden gelen büyüklüğüne yaraşır bir şekilde bölgesindeki bir kültür varlığına kanat germesi ve daha sağlıklı çözümler üretmesi beklenir. 1. Hasol, D., İnönü Stadı Yıkılamaz, Cumhuriyet, 23 Nisan 2009. 2. Ekinci, O., İnönü Stadı Mirasımızdır, Cumhuriyet, 17 Mart 2011. 3. Ortaylı, İ., Beşiktaş’ın Stadyumu Başka Yere Taşınmalı, Milliyet Pazar, 13 Mart 2011. B H Ö ir Dünya Bankası projesi olarak son sekiz yıldır uygulanmakta olan Sağlıkta Dönüşüm Projesi, bu süreçte sağlık alanında çok önemli değişikliklere yol açtı. Özellikle hastanın hekime ulaşmasında sağlanan kolaylıklar, aldığı reçete ile istediği eczaneden ilacını temin edebilme rahatlığı, özel hastanelerin sisteme entegre edilmesi, aile hekimliği sisteminin tüm ülkeye yayılması ile genel sağlık sigortası (GSS) kapsamına alınan hemen herkese mahallesinde/semtinde bir aile hekimi tanımlanması ve basit sağlık sorunlarının burada çözülmesi, reçete yazdırma taleplerinin karşılanması, üstelik GSS uygulamalarının en önemli özelliği olan sevk zincirini de uygulamayarak (yani önce aile hekimine gideceksin, acil durumlar dışında hastanelere başvurduğunda giderini kendin karşılarsın kısıtlaması dahi olmaksızın) isteyenin özel, isteyenin devlet hastanesi hatta üniversite hastanesine başvurmasına izin veren AKP hükümeti, bu uygulamaları ile halkta geniş çaplı bir memnuniyet yarattı. Bu tatmin, seçimlerde AKP’nin yükselen oy oranlarına ciddi katkılarda bulundu. Ancak 2003’te 1012 milyar dolar olan toplam sağlık harcaması şimdilerde 50 milyar doları aştı. Bütçe iyiden iyiye zorlanmaya başladı. Bu sürdürülmesi imkânsız uygulamalar halktan alınmaya başlanan ve giderek artan katkı payları ile sürdürülmeye çalışılıyor. Sağlıkta Dönüşüm Projesi uygulamaları halkta olumlu algılar yaratırken hizmeti yürüten ekibin lideri olan hekimler açısından her şey kötüye gitti. Hekimlerin çalışma özgürlükleri kısıtlandı. Önce özel hastane ve tıp merkezlerine kadro kısıtlamaları getirildi. Sonra, kurumlar arası geçişler için Sağlık Bakanlığı’ndan izin alınması şartı getirildi. Ardından çıkarılan Tamgün Yasası ile mesai sonrası muayenehane veya başka bir sağlık kuruluşunda çalışmak yasaklandı. Anayasa Mahkemesi, sağlık hiz metinin doğrudan insan hayatı ile ilgili, ertelenemez, her şartta ulaşılabilir bir hizmet olması gerektiğinden hareketle, yasanın önemli kısıtlayıcı maddelerini iptal etti. Bu kez Sağlık Bakanlığı başka yönetmelikler çıkararak aynı yasakları sürdürmeye devam etti. Hukuksal karmaşa ve keyfi uygulamalar sürüyor. En sonunda muayenehanelerin fiziki şartları için karşılanması mümkün olmayan kurallar konularak yeni muayenehanelerin açılması neredeyse imkânsız hale getirildi. Bu uygulamalar halkın gözünde “iyi” gibi göründü. Zaten “Bu doktorlar da çok para kazanıyordu”, “Muayenehaneler olmasındı”. Bakın sonuçta ne oldu: Üniversite ve eğitim hastanelerinde görev yapan yüzlerce deneyimli ve nitelikli hekim buralardan ayrıldı. Eğitimin niteliğinde düşmeler başladı. Pek çok özellikli hizmet, kamu hastanelerinde verilemez oldu. Aksayan tedaviler gazetelerde yer aldı. Halk şikâyetçi olmaya başladı. Aslında halkın anlaması / algılaması pek de kolay olmayan, son derece tehlikeli bir durum ortaya çıktı. Hekimler bu politikaların sonucunda ya özel hastanelerde ya da kamu hastanelerinde kapıkulu olmaya zorlandı. Çünkü çalışma özgürlükleri tamamen kısıtlandı. Devlet hastanelerinde 510 dakikada hasta bakmaya zorlayan idari, performans baskısı, özel hastanelerde ise ciro baskısı, hekimlerin bağımsız düşünmesi, hastanın tanı ve tedavisinde en az hata ile en doğru kararı verebilmesi için şart olan bağımsızlığını ve özgürce karar verme şartlarını yok etti. İşte bu noktada, hastaların aldığı hizmet kalitesinin olumsuz etkilenmeye başladığı bir durum ortaya çıkıyor. Hekimlere getirilen sınırsız zorunlu mali mesuliyet sigortası hekimlerin cesaretini kırıyor, onları daha az riskli işlemleri yapmaya itiyor. Sağlık hizmet kalitesinde düşmeye yol açıyor. Üniversiteler ve devletin eğitim araştırma hastanelerinde uygulanmakta olan performans sistemi bu hastanelerdeki eği time ayrılan süreyi yok ederek sadece şimdiki hekimlik kalitesini düşürmekle kalmıyor, gelecek kuşakların da sağlığını tehdit ediyor. Eğitici niteliğine sahip hekimlerin eğitim süreçlerinin dışına itilmesi 2030 yıllık yoğun emeğin sonunda elde edilen müthiş deneyimlerin bundan sonraki kuşaklara aktarılmasını da engelleyerek tedavi edici hekimlik açısından tüm toplumun geleceğini riske atmış oluyor. Denilebilir ki, bu uygulamaların sonucunda çok iyi yetişmiş ve deneyimli bir hekimlik kuşağı, üniversite ve eğitim hastanelerinde yok edilmiştir. Bu deneyim birikiminin tekrar oluşumu için bundan sonra bir 2030 yıl daha gerekmektedir. Yetişmiş insan gücü değerinin bilinmediği ülkemizde, Bakanlık bir yandan hekim sayısının yetersizliğini öne sürerken, yaptığı bu uygulamaların tutarlı hiçbir tarafı olmadığı açıktır. Bu arada çok sayıda genç emekli hekimin de kadro kısıtlamaları nedeniyle “işsiz” kaldıkları, bir diğer acı gerçektir. Sadece İstanbul’da 3.000’in üzerinde hekim çeşitli nedenlerle çalışamamaktadır. Oysa bakanlık hekim ithal etmek için yasal düzenlemeler yapmaktadır. Bundan sonraki süreçte, hem karar vericiler (yürütme, yasama ve yargı) hem de halk bu olumsuzluklarla ilgili doğru ve dürüst bir şekilde bilgilendirilmeli ve kamuoyu oluşturulmalıdır. Başta konunun uzmanı olan hekim kuruluşları, Türk Tabipler Birliği ve Tabip Odaları, bilim dalı dernekleri, bugüne kadar yeterince yapmadıkları halkı bilgilendirme görevlerini bundan sonra etkili bir şekilde yerine getirmelidirler. Hekim özgürlüğü, halkın önemli sağlık güvencelerinden biridir. Hekimlerin bağımsızlıklarını kaybetmesi, sıradan bir çalışan haline getirilmesi, mesleki, bilimsel ve sosyal motivasyonlarının yok edilmesi, sistemdeki olumsuzlukların günah keçisi olarak bilinçsiz halk yığınlarının önüne atılması, şiddete maruz bırakılması, sonuçta mutsuz, depresif hekimi, defansif tıp uygulamalarına iterek önemli bir halk sağlığı sorunu haline getirmektedir. Karar vericilerin ve halkın bu gerçeği algılaması ve hekimlere gereken desteği vermesi ile hekim bağımsızlığının, özgürlüğünün yeniden sağlanması, en azından bir boyutu ile geniş halk yığınlarının kaliteli ve nitelikli sağlık hizmetine ulaşması için tekrar umutların yeşermesini sağlayabilir. B Yazının Gücü... Yüksel PAZARKAYA Bronze Annıversary 1011 April 2012 İSTANBUL, 12 April 2012 İZMİR MARMARA GRUBU VAKFI?nın 27. YILINDA ULUSLARARASI BÜYÜK ETKİNLİĞİ N 15. AVRASYA EKONOMİ ZİRVESİ ?Bir Prestij Birlikteliği? 3 KITA 1 DENİZ Şeref Konukları Bamir TOPI Arnavutluk Cumhurbaşkanı Vjekoslav BEVANDA Bosna Hersek Başbakanı Mihail FORMUZAL Gagavuzya Cumhurbaşkanı Pilip VUJANOVIC Karadağ Cumhurbaşkanı Atifete JAHJAGA Kosova Cumhurbaşkanı Gjorge IVANOV Makedonya Cumhurbaşkanı 6 CUMHURBAŞKANI, 2 BAŞBAKAN, 9 ESKİ CUMHURBAŞKANI, 1 MECLİS BAŞKAN VEKİLİ, 3 BAŞBAKAN YARDIMCISI, 31 BAKAN, 15 ULUSLARARASI KURULUŞ VE 40 ÜLKE?NİN KATILIMIYLA 11 NİSAN 2012 ENERJİ EKONOMİ, EKOLOJİ VE SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA KÜLTÜRLERARASI DİYALOG BARIŞ KÜLTÜRÜ ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK CADDESİ YARINI ARAYIŞLAR TOPLANTISI YÖNETİM, KADIN VE GELECEK 12 NİSAN 2012 3 KITA 1 DENİZ ÇAĞIMIZIN BİLGE ADAMLARI OTURUMU?NDA AKTÜEL VE ÖNCEKİ 15 CUMHURBAŞKANI AÇLIK, YOKSULLUK VE İŞSİZLİK KONUSUNDA İZMİR?DE İZMİR TİCARET ODASI?NIN İŞBİRLİĞİ VE EV SAHİPLİĞİNDE GÖRÜŞLERİNİ ORTAYA KOYACAKLAR 11 NİSAN 2012 İSTANBUL LÜTFİ KIRDAR KONGRE VE SERGİ SARAYI 12 NİSAN 2012 SWISSOTEL GRAND EFES, İZMİR Geniş Bilgi İçin: Marmara Grubu Vakfı Telefon: 0212 213 05 5657 Faks: 0212 213 05 59 web: www.marmaragrubu.org email: [email protected] CUMHURİYET Gazetesine Teşekkürlerimizle “Niçin susuyorum, susarak saklıyorum apaçık görüneni ve sonunda hayatta kalacak bizlerin yalnızca bir dipnot olacağımız, planlı tatbikatlar Söylenmesi Gereken C MY B C MY B obelli Alman yazarı Günter Grass’ın, 4 Nisan günü Süddeutsche Zeitung’da yayımladığı “Söylenmesi Gereken” (Was gesagt werden muss) başlıklı nesirşiir üzerine kıyamet koptu. Grass, İsrail’in atom gücünün her türlü denetim dışında kalarak zaten sallantıdaki dünya barışına tehdit oluşturduğunu yazıyor ve bir tabuyu kırıyor. Aynı zamanda Almanya’nın atom başlıklı füzeler fırlatma yeteneğine sahip altıncı denizaltıyı da İsrail’e vererek sorumluluğa ortak olduğu eleştirisini yöneltiyor. Bunun üzerine yazar, kamuoyunda ve basın yayın organlarının hemen hepsinde saldırıların hedef tahtası oldu. Grass, basın yayın organlarının, düğmeye basılmış gibi bir ağızdan saldırırken metnin içeriğine hiç girmediklerini, yazısında yanlış bir şey olmadığını savundu. Bütün dünyanın İran’ı zaten eleştirdiğini, Ahmedinejad’ın da aslında palavracı bir kabadayı olduğunu yazan Grass, eleştirisini İsrail’in geleceğini düşünen bir dost olarak yaptığını dile getirdi. Ama İsrail’in güncel politikasının, elinde bulundurduğu bilinmez atom gücüyle birlikte hem bölgeyi, hem dünyayı, hem de aslında İsrail’in geleceğini tehlikeye attığını söyledi. Yazısının sonunda, İran’ın ve İsrail’in atom güçlerinin birlikte uluslararası denetime tabi olması önerisinde bulunarak ancak bu yolla diplomatik görüşmelerin yolunun açılabileceğini ve atom tehdidinin ortadan kaldırılabileceğini savundu. Şiirinde dile getirdiklerinden hiçbirini geri almayacağını, bunları söylemekte gecikmiş olmasının vicdanını rahatsız ettiğini kendisiyle yapılan söyleşilerde ifade etti. Bu şiir dolayısıyla, edebiyatın etkisi konusu da yeniden gündeme getirilerek örneğin Alman Birinci Televizyonu’nun (ARD) popüler edebiyat eleştirmeni Denis Scheck, şiirinin siyasi içeriğine katılmasa da, 21. yüzyılda bir Alman yazarının bir metinle dünya çapında etki yapmasını edebiyatın gücü açısından sevindirici bulduğunu söyledi. Değerli okurlar, Türkçeye çevirisini sunarak özellikle Almanya’da ve İsrail’de kıyamet koparan bu yazı üzerine kendinizin yargıya varacağını düşünüyorum. da deneneni. Bu, bir palavracı kabadayının boyunduruk altında tuttuğu ve organize sevinç gösterilerine yönlendirdiği İran halkını, kendi iktidar bölgesinde atom bombası yapmaya çalıştığı sanıldığı için, yok edebilecek, ilk vuruş hakkı iddiasıdır. Ama niçin çekiniyorum, yıllardan beri gizli tutulsa da gittikçe artan nükleer gücün var olduğu, ama izin verilmediği için denetim dışı kaldığı öbür ülkenin adını anmaktan? Bu olgu karşısında benim susmamın da boyun eğdiği genel susuşu, ağır bir yük ve baskı olarak algılıyorum, buna karşı gelinir gelinmez cezası hazırdır; “antisemitizm” yargısı yaygın. Şimdi ama, benzersiz kendi öz cürümleri zaman zaman karşısına çıktığı ve sorgulandığı için, kendi ülkemden, hazırcevap diller telafi tazminatı deseler de, yine sırf ticari amaçla, her şeyi imha edebilecek bomba başlıkları atma yeteneğine sahip ve bunları kanıtlanmamış ama korkuyu kanıt sayarak bir tek atom bombasının bulunduğu iddia edilen ülkeye yönlendirecek yeni bir denizaltıyı İsrail’e vereceği sırada, söylenmesi gerekeni söylüyorum. Niçin şimdi söylüyorum, yaşlanmış ve son mürekkeple: Nükleer güç olan İsrail, zaten kırılgan dünya barışını tehdit ediyor? Çünkü, yarın çok geç olabileceği için, şimdi söylenmesi gerekiyor; aynı zamanda biz Almanlar olarak yeterince damgalı önceden görülebilen bir cürmün taşıyıcısı olacağımız ve suç ortaklığımız bilinen hiçbir bahane ile ortadan kalkmayacağı için. Ve itiraf ediyorum: Batı’nın ikiyüzlülüğünden bıktığım için artık susmuyorum; ayrıca umulur ki, birçok kişi susmaktan kurtulur, görülen tehlikenin müsebbibini şiddetten vazgeçmeye çağırır ve aynı zamanda hem İsrail’in atom gücünün hem de İran’ın atom tesislerinin uluslararası bir merci tarafından engelsiz ve sürekli denetimini her iki hükümetin kabul etmesi için, ısrarcı olur. Ancak böyle herkese, hem İsraillilere hem Filistinlilere, daha da öteye, çılgınlığın işgali altındaki bu bölgede birbirine düşman olarak yan yana yaşayan insanlara ve sonunda bize de yardım edilebilir.”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle