22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 KASIM 2012 CUMARTESİ kultur@cumhuriyet.com.tr 18 KÜLTÜR Brecht’in ‘Cesaret Ana ve Çocukları’ Ayşe Emel Mesci rejisiyle Ankara DT’de Güçlülerin savaşı CEREN ÇIPLAK Savaş çığlıklarının yükseldiği bugünlerde Ayşe Emel Mesci, Bertolt Brecht’in “Cesaret Ana ve Çocukları”nı Ankara DT için sahneye koyuyor. Brecht’in 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde kaleme aldığı ve sanki geleceği haber veren oyunu, “Cesaret Ana ve Çocukları”nın başlarına gelenler üzerinden savaşa gömülmüş bir dünyayı mercek altına alıyor, günümüze de ışık tutuyor… Bir Brecht klasiği “Cesaret Ana ve Çocukları” gibi savaş karşıtı bir metni bugün yeniden hatırlatmanız bir tesadüf olmasa gerek.... “Cesaret Ana ve Çocukları” klasik bir savaş karşıtı metin sayılamaz bence. Yazılış amacı, seyircinin savaşın kurbanlarına üzülüp ağlamasını, savaşı çıkaranları lanetlemesini sağlamanın ötesine geçiyor çünkü. Bu oyunda böyle bir rahatlamaya yer yok. Günümüzde her yanı saran savaş, bizim dışımızda cereyan etmiyor aslında. Hepimiz şu veya bu şekilde onun parçasıyız. Brecht, genelde bütün oyunlarında olduğu gibi, “Cesaret Ana ve Çocukları”nda da seyirciyi öncelikle kendisini sorgulamaya yönlendiriyor. Çünkü oyunda savaşın nasıl bir sistem sorunu olduğu, barışı istemenin ancak bu sisteme karşı çıkıldığında gerçek bir anlam yüklenebileceği anlatılıyor. Metni sahneye aktarırken bugünün siyasi, sosyal atmosferi sizi nasıl yönlendirdi, rejiye ne tür katkılarda bulundu? Rejide mümkün olduğunca Brecht’e sadık kalmaya, esas olarak metinde vurgulanan çelişkileri, çatışmaları öne çıkarmaya gayret ettim. Çünkü 16181648 arasında yaşanan Otuz Yıl Savaşları’nı farklı sorularla bir araya geldiklerinde büyük resmi oluşturuyorlar. AST Yarım Yüzyılı Devirdi Ankara Sanat Tiyatrosu elli yaşına basmış. Ellinci yaşını Yücel Erten’in sahneye koyduğu bir Aziz Nesin uyarlamasıyla, Selamün Kavlen Karakolu’yla kutluyor. Elli yıl perde açabilmek bir özel tiyatro için ne kadar önemli. Ülkemizde bunu başarabilen kuruluşların sayısı sanırım bir elin parmaklarını geçmez. AST kurulduğu zaman da onun çok kısa sürede kapanacağını, bir yıl bile yaşayamayacağını düşünenlerin sayısı azımsanacak gibi değildi. En iyimserler bile iki yıl ömür biçiyorlardı. HHH Kuruluşunu hatırlıyorum AST’ın. Asaf Çiyiltepe ile Güner Sümer’in “çılgın proje”si yaşama geçirilirken neler söylenmişti… Ankara’nın ilk özel tiyatrosu, Meydan Sahnesi bile yaşayamamıştı. Bu işin acemisi iki genç mi başarılı olacaktı? Oldular. AST kısa sürede sanatseverlerin vazgeçilmez “mekân”larından biri haline geldi. Yepyeni, kişilikli bir soluk getirdi tiyatroya. Rana Cabbar gibi, Ayberk Çölok gibi, Erkan Yücel gibi gencecik yıldızlar yarattı. Bir Delinin Hatıra Defteri’yle Genco Erkal’ı doruklara taşıdı. Sadece Ankara’nın değil, yurtiçi turneleriyle Türkiye’nin en önemli sanat kuruluşlarından biri olarak belirdi. AST en ağır yarasını o turnelerden birinde alacaktı. HHH Tiyatro oyunculuğu yaptığım dönem. Antalya’da turnedeyiz. AST’çılarla karşılaştık. Hasret giderdik. Oturduk, çene çalıyoruz. Turne programlarımızı sıralıyoruz. “Antep’e gidiyoruz yakında” dedik. u “Günümüzde her yanı saran savaş, bizim dışımızda cereyan etmiyor aslında. Hepimiz onun parçasıyız. Brecht, bu oyunda da seyirciyi öncelikle kendisini sorgulamaya yönlendiriyor. Çünkü oyunda savaşın nasıl bir sistem sorunu olduğu, barışı istemenin ancak bu sisteme karşı çıkıldığında gerçek bir anlam yüklenebileceği anlatılıyor.” tarihsel çerçeve olarak kullanan Brecht, 1938’de yazdığı bu oyununda, Avrupa’nın ve tüm dünyanın kısa bir süre sonra sürükleneceği 2. Dünya Savaşı felaketini önceden haber veriyor, sanki bir kehanette bulunuyor. Tarih ile şimdiki zaman arasında böylesine dolaysız, doğru bir ilişki kuran metinler söz konusu olduğunda, yönetmenin kendi sözü de o metin aracılığıyla ifadesini bulabiliyor, kendinizi o metin içinde bulabiliyorsunuz. Oyunun metni için “laboratuvar metin” benzetmesini yapıyorsunuz... Cesaret Ana ve Çocukları’nı laboratuvar metin diye nitelememin nedeni, Brecht’in çeşitli sıradan insan tiplerini savaş laboratuvarına sokup, davranışlarını, tepkilerini, güdülerini incelediği bir metin olması. Yani yazar “savaş ortamı”nı bir laboratuvar, oyunun karakterlerini de denekler olarak kullanıyor. Bu laboratuvarda siyasetsavaş ilişkisi, savaşta yukarıdakileraşağıdakiler ilişkisi, askersivil ilişkileri, kadınerkek, anaçocuk ilişkileri, insanpara ilişkileri, belki en önemlisi de insan ile içinde yaşadığı sistem arasındaki çok yönlü ilişkiler konusunda birçok deney yapılıyor. Çünkü oyunu oluşturan tabloların ve onları oluşturan sekansların her biri ayrı bir deney. Bir dramatik metindeki gibi peş peşe sıralanarak bir öykü oluşturmak yerine, sordukları Cesaret Ana ve Çocukları’nın hâkim sorusu “Savaşta kim kazanır, kim kaybeder” olsa gerek. Oysa bir ticaret alanı, pazar olarak savaşın kimseye kazandıracağı bir şey olmadığını izliyoruz oyun boyunca, özellikle de “küçük insanlara”... Daha doğrusu oyunda şöyle söyleniyor: Savaşta kazanmak için güçlü olmak gerekir, sadece güçlüler savaştan kazançlı çıkabilir. Burada “güçlü”den kasıt, siyasi ve ekonomik erk sahipleri. Hani meşhur söz vardır: “Savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır” diye. Eksik bir siyaset tanımı bu bence: Savaş olsa olsa sistemin tepesinde yer alanların siyasetinin bir devamı olabilir. Ama “küçük insanlar”, barış zamanında da savaş zamanında da hep kazandıklarını en çok sandıkları anda okkanın altına giderler. Çünkü bu sistemde kazanılacak pastayı oluşturan zaten onların emeği, alın teridir. Dolayısıyla sistemi yönetenler açısından “kazankazan”, altta kalıp canı çıkanlar açısından da “kaybetkaybet” diye yürür bu işler. Tabii, “bir şafak vakti / karanlığın kenarından / onlar ağır ellerini toprağa basıp / doğruldukları zaman” bu işlerin kaderi değişir, ama ne zaman? Onu bilemiyorum doğrusu. Şimdilik ufukta, lime lime olmuş arabası, sırtında savaşta kaybettiği çocuklarının yükü ile hâlâ bıkıp usanmadan orduların peşinde dolaşan Cesaret Ana’yı görüyorum sadece. Hâlâ kafasına dank etmemiş, hâlâ son umudunu yine sisteme bağlamış, hâlâ bu düzenle bir yerlere varabileceğine inanan Cesaret Ana’yı… ‘Küçük insanlar’ ve savaş “Biz de.” “Biz Adana’dan sonra gideceğiz.” AST’çılar Antakya’dan sonra gideceklermiş. “Ne şanslısınız” dedik. “Biz Adana’dan Antep’e giderken Gavurdağı’nı geçeceğiz. Netameli bir yol. Bir yan uçurum. Viraj üstüne viraj… Siz dümdüz ovadan geçeceksiniz.” HHH Kısa süre sonra Antep’ten sonra Karabük’teyiz. Haberi orada aldık. O dümdüz ovada AST’ın aracı hurdahaş olmuş. Asaf Çiyiltepe ölmüş. Başta Rana Cabbar, ağır yaralılar var. Her ölüm erken ölümdür, ama bu kadarı da olur mu? AST kendini toparlamayı başardı. Eski ustalarının yanı sıra, yarattığı yeni yıldızlarla bugüne gelmeyi başardı. HHH Keyifli bir anıyla bitireyim bari. Güner Sümer anlatmıştı. Onun ağzından aktarıyorum: AST’ı İzmir’e, turneye götürmüştük. Oyunun başlamasından bir gün önce dekoru kurduk, sahneyi ertesi akşama hazırladık. İşimiz gecenin geç vaktinde bitti. “Hadi, bir pavyona gidip birer kadeh içelim, yorgunluğumuzu atalım” dedik. Gittik bir pavyona. İçkimizi içiyor, oyunu konuşuyorduk. Çevreyle pek ilgilendiğimiz yoktu. Yalnız bir şarkıcı kız dikkatimizi çekti. Hani, “uvertür” diyorlar ya, onlardan. Kapıda adı en altta, küçücük harflerle yazılı, sevimli, garsonların bile horladığı “mazlum” bir kız. Bir yanda kendi halinde oturuyordu. Ertesi akşam oyunumuz başladı. Dünya kadar çiçek gönderildi tiyatroya. “Ne yapacağız bu çiçekleri?” dedik. Aklımıza bir şey geldi. Bir kamyon çiçeği pavyona, o kıza gönderdik. İki gün geçti aradan. Oyundan sonra yine o pavyona gittik. Bir de baktık ki, kızın adı, kapının üstünde en tepeye yerleştirilmiş, şıkır şıkır ışıklarla yazılmış. Bizim çiçekler, “uvertür”ü bir gecede yıldız yapmış!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle