19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 22 AĞUSTOS 2011 PAZARTES [email protected] 8 DIŞ BASIN Londra varoşlarında rap ANDREA MORANDI ondra’yı nasıl bir geleceğin beklediğini anlamak için siyasetçilere değil rap müzisyenlerine kulak vermen gerekir. Çünkü bu ülkenin gerçek bakanları onlar”. Londra doğumlu Maxwell Ansah henüz 29 yaşında ama Lethal Bizzle adıyla tanındığı müzik dünyasında on yılı aşkın süredir hiphop’la uğraşıyor. David Cameron 2006 yılında henüz başbakan değilken kendisiyle yapılan bir söyleşide rap müziğini, gençleri silah ve bıçak kullanmaya özendirdiği gerekçesiyle suçlamıştı. Ansah, o dönemde Cameron’a bir mektup ileterek, toplumun en yoksul kesimindeki gençlere sırtını dönmek yerine onlara yardımcı olması gerektiğini, tersi durumda ciddi sorunların başgösterebileceğini yazdı. “L Dizelere yansıtılan öfke... Bizzle’in kehanetinden tam beş yıl sonra Londra’nın banliyö gençliği ayaklandı. Son on yıldır hiphop müzikle uğraşan başlıca İngiliz müzisyenlerin besteledikleri şarkıların sözlerine bakılsa nelerin patlak verebileceği öngörülebilirdi. Bizzle “Babylon’s Burning the Ghetto” (Babil’in Gettosu Yanıyor) adlı parçasının video filminde polis tarafindan gözaltına alınmasını anlatırken sanat dünyasında Giggs ismiyle tanınan, Londra’nın Peckham Semti’nin sokaklarında büyüyen Nathaniel Thompson silah taşıdığı gerekçesiyle iki yıl önce demir parmaklıkların ardına düşmesinden önce “Show Songs”da hırsızlık, tutuklanmalar ve sosyal yardımlar arasında akıp giden yaşamını anlatmıştı. Bizzle, “Londra’ya bir tek Oxford Street’ten bakarak Tottenham’da, Chapham’da ve başka kenar mahallelerde neler olup bittiğini anlamak mümkün değil. Neden konuşulduğunu bilmeyenlerin tüm olan biteni eleştirmeye hakkı yok” diye anlatıyor. Bireysel öfkeler ve günlük sıkıntıların kafiyeli dizelerde dile çeşitli kentlerde patlak veren ayaklanmaların ardında yıllardır yaşadıkları güç yaşam koşulları ve umutsuzluklarını rap ve hiphop’ta dile getiren getirildiği rap, hiphop ve farklı müzik türlerini bir potada buluşturan yeni bir tür siyahi gençler olarak ortaya çıkan grime’a Londralı var. müzik yapım şirketleri sıcak bakıyor. Şifreli dil... Sahne dünyasında Schorcher ismiyle ünlenen Tayo Jarrett, Londra’daki ayaklanmayı geçmişte yaşadığı bir başka deneyimle ilişkilendirdi. Tayo Jarrett’in anneannesi Cynthia Jarrett 1985 yılında polis tarafindan öldürülmüştü, Cynthia’nın öldürülmesinin ardından Broadwater Farm ayaklanması patlak verdi. Tayo Jarrett, Twitter’daki sayfasında şu ifadeleri kullandı: “Polis 26 yıl önce anneannem Cynthia’yı öldürdü. Şimdi de Mark Duggan öldürüldü. Ama yöntem hep aynı.” Sosyolojik bir bakış açısıyla İngiltere’deki olaylar hiphop’ın bir kez daha yaşanan sosyal değişimler ve bunun İngiltere’de sonuçlarını yorumlayabilen tek müzik türü olduğunu ortaya koydu. Ama hiphop’ın bir tek müzikle sınırlı kalmadığına, yaşanan olaylarda protestocuların rapper tarzı başlıklı penyeler giyerek kimliklerini gizlemeye özen gösterdiklerine tanıklık edildi, protestocu gençler gönderdikleri sms’lerde rap müziğini model alan, okulda ve sokakta kullanılan şifreli bir dile başvurdular. Bizzle, “Gerçekte siyasetçiler ve eğitmenlerin başaramadıklarını biz başardık, gençleri etkiledik. Isının yükselmeye başladığını biz fark ettik, tatil yaptığı Toscana’dan Londra’ya üç günde dönebilen Cameron değil!” diyor. Çok renkli ve çok parçalı rap dünyasında hiç kimse şiddet ve yağmayı savunmasa da herkes işsizlik ve ekonomik kriz arasındaki ortamın çizildiğinden çok daha karmaşık bir tablo yansıttığını biliyor. Master Shortie, Skepta gibi müzisyenlerin ya da Londra ayaklanmasının hemen ardından yazdıkları “They Will Not Control US” (Bizi Kontrol Etmeyecekler) adlı parçada 2K Olderz’in dile getirdiği gibi, “Bizi günden güne yıkmakta olan her şeyi yok edelim”. İşte Londra’daki çatışmalar böyle sokağa taştı. Facebook, Twitter ve Youtube gibi sosyal paylaşım sitelerinin aracılığı ile vahşi bir kimlik edindi: Birkaç gün önce Daily Mirror gazetesinde yazan Paul Routledge, rap müziğindeki kine ve düşmanlığa dayanan kültüre karşı çıkarak hiphop türü müziğin radyolarda resmen yasaklanması gerektiğini savundu. Hackney’de yaşayan Prof. Green Twitter aracılığıyla Routledge’e yanıt vermekte gecikmedi: “Burada suçu birilerinin üzerine yüklemeye çalışmanın hiçbir anlamı yok. Rap müziği kin duygusu beslemiyor ama toplumun en yoksul kesimlerindeki sınıfları birleştiriyor. Oysa gerçek sorunlar, vatandaşın ait olabileceği hiçbir sosyal sınıfın varolmadığını keşfetmesiyle gün yüzüne çıkıyor.” 1958 yılında “Teddy Boys (*)” Londra’yı ateşe verdikleri zaman henüz dünyaya gözlerini açan rock müziği sanık sandalyesine oturtuldu, 1976’da Nothing Hill karnavalı büyük bir kargaşayla noktalandı, çıkan olaylarda yüz polis memuru yaralandı, bu kargaşada ilk suçlanan punk müziği oldu. Kuşaklar, kültürler ve müzik türleri değişime uğrasa da sistem hep aynı. (*) Teddy Boy Teddy Boy ya da kısaca Ted, II. Dünya Savaşı sonrası İngiltere’de ortaya çıkan alt kültüre ait bir gençlik hareketi. Kaliteli giyinmeye özen gösteren gençleri bir araya getiren hareketin merkezi Londra olmuştu. Teddy Boys’lar çeteler içinde örgütleniyor ve zaman zaman şiddetli çatışmalara giriyordu. 1958 yılında Nothing Hill’de patlak veren olaylarda ırkçı İngilizlerle birlik olan Teddy Boys’lar, siyah göçmenlerin malk ve mülklerini hedef alarak zarar vermişti. srail’de ‘Bahane’ Bitmez! Barış görüşmeleri ne zaman ciddi bir umut verse İsrail’in, yönetimde kim olursa olsun barışı askıya almak için bahanesi hazırdır. Geçen kırk yıl bunun örnekleriyle doludur. O kadar ki her defasında insanı “Ben bu filmi görmüştüm” demek zorunda bırakır. Filistin’in 1967 sınırları içinde başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir devlet kurulmasıyla ilgili olarak 20 Eylül’de BM’ye başvuru tarihinin yaklaşması, Başbakan Netanyahu’yu giderek daha tedirgin etmektedir. Başbakan’ın derdi salt bu değil elbette. Ülke halkının uzun zamandır benzerine rastlanmayan hayat pahalılığı başta olmak üzere bir yığın ekonomik ve sosyal talepleri için sokaklara dökülmesi, Başbakan ile aşırı sağcı ve dincilerden oluşan koalisyonunu fena halde sıkıntıya sokmuştur. O kadar ki bir süre önce Başkan Obama’nın son barış girişimini elinin tersiyle geri çevirmiş, ardından bu kez Filistinlilere “BM’ye başvurmaktan çekilmeniz koşuluyla barış masasına oturabiliriz gibi” çocukları bile kandırması kuşkulu garip önerilerde bulunmuştur. Görülen o ki Netanyahu güç durumdadır. Avrupa Birliği dahil dünyada şimdilik 141 ülkenin BM’de bir Filistin Devleti kurulmasını onaylaması hemen kesin görünmektedir. İçerde son derece de ciddi bir sosyal patlama hüküm sürmekte, Başbakan elektrik fiyatlarını arttırarak yangına körükle gidecek kadar bu konuda da ipin ucunu kaçırmış görünmektedir. Ama Filistinliler için bu olumlu gelişmeleri tersine çevirmese de bahane yaratarak, dahası bizzat provoke ederek barışa gidişi engellemekte İsrail’in becerisini teslim etmek gerekmektedir. Nitekim, şimdiye değin barış ne zaman ciddiye binse, yukarda sözü edilen bahanelerden birini ortaya atarak barış görüşmelerini çıkmaza sokup statkükoyu sürdürmeyi başarmıştır. Ancak bugün neresinden bakılırsa bakılsın barışa mahkum görünmektedir. Bir kez yakın bir süre sonra karşısında salt Filistin halkı ve uyanan Arap dünyası değil, Birleşmiş Milletler’in kahır çoğunluğuyla karşı karşıya kalacaktır. İsrail’in barış ufukta göründüğünde oynayacağı kartlar kimse için sır değildir. Birincisi, muhtemelen sözünü ettiği toprakların silah zoruyla Filistinlilerden gasp edildiğini unutarak sınırlarının güvenliğinden söz etmekte ve kendilerine göre bu temel nedenle de 1967 sınırlarını tanımak işlerine gelmemektedir. Oysa bu tuhaf gerekçeyi bir yana bıraksalar, sınırlarının asıl güvenliğinin o zaman sağlanacağı açıktır. İkincisi kolonizasyon sorunudur. 40 yıldan bu yana yapılan barış görüşmelerinin önüne çıkarılan birincil engel de esasen hep bu kolonizasyon olmuştur. Kolonizasyon, daha açık deyişle işgal altındaki Filistin topraklarına İsraillilerin yerleştirilmesi anlamına gelmektedir. Ve işin garibi bir yandan barış görüşmeleri sürerken kolonizasyon da aynı hızla sürmüştür. Bu büyük bir çelişkidir ve İsrail’in yayılmacı niyetlerini en açık şekliyle ortaya koymakta, kanıtlamaktadır. Üstelik yayılmacılık da bazen tuhaf çelişkileri birlikte getirmektedir. Örneğin İsrail Yüksek Mahkemesi 2 Ağustos 2011’de Migron’da, yasal olmadığı gerekçesiyle ‘vahşi’ olarak adlandırılan yerleşimcilerin oturmakta oldukları konutlardan zorla dışarı atılması yönünde karar vermiştir. İşe bakın bir yüksek mahkeme, silah zoruyla ele geçirilen tepeden tırnağa yasadışı sayılması gereken topraklara “izinsiz” inşa edilen konutlara yerleşenleri yasadışı yerleşme gerekçesiyle evlerden dışarı atarken öte yanda ‘yasal’ yayılmacılık tam gaz devam etmekte, işgal altındaki Filistin topraklarından Batı Şeria’da 300 bin, Doğu Kudüs’e yerleşen 200 bin kolona yasal olarak yerleşme izni verilmektedir. Ayrıca, yine kısa bir süre önce İsrail yönetimi Ariel kolonisinde yerleşimcilere, “yasal” olarak 277 konut tahsis etmiştir. Bugün yeni bahane devreye girmiş bulunuyor. Beş on günden bu yana İsrail hava kuvvetleri sudan bahanelerle Gazze’yi bombalamış, az sayıda Filistinliyi de yaralamışlardı. Ama anlaşılan Halkın Direniş Örgütü adını taşıyan bir grup da Kızıldeniz kıyısı yakınındaki Eilat’ta bir otobüse silahlı saldırıda bulunmuş, 6’sı sivil, 2’si asker 8 İsraillinin ölümüne yol açmıştı. Olayda ayrıca yedi saldırgan hayatını kaybetmiş, 25 kişi de yaralanmıştı. Hamas, olayın Gazze ile ilişkisi olmadığını beyan etmiş, öte yanda çatışmada ölen 5 Mısırlı polis için İsrail Mısır’dan özür dilemiştir. Ancak Mısır Tel Aviv elçisini geri çağırmıştır. Durum gergindir, daha gerginleşerek çatışmaya sürükleneceğinden de kuşku duyulmaktadır. BM Genel Sekreteri Ban Kimoon, tarafları gerilimi arttırmamaları konusunda uyarmıştır. Anlaşılan yeni “bahane” bu. Netanyahu için içteki sosyal patlamayı durdurmak pek zor görünmüyor. Küçük bir çatışma, ülkenin bekası ve güvenliği öne sürülerek sosyal istemlerin ertelenmesini sağlamak işten bile değil. Ama Filistinlilerin BM’de 1967 sınırları içinde, başkenti Doğu Kudüs olan bir devlet kurmasını önlemesi o kadar kolay olmayacak... İtalyancadan çeviren: Aslı Kayabal (La Repubblica, 17 Ağustos 2011) UWE VORKÖTTER vrupa’da hep böyle olmuştur: İşler ciddiye bindiğinde, Almanya ve Fransa duruma el koyarlar. Yarım yüzyıl önce Konrad Adenauer ile Charles de Gaulle “Ortak Pazar”ı yarattıklarında da böyle başlamıştı. Ortak Pazar, o zamanlar öncelikle ortak bir tarım pazarıydı. 1970’li yıllarda, Helmut Schmidt ile Valery Giscard d’Estaing petrol krizi ve resesyona karşı harekete geçtiklerinde ve Avrupa Para Sistemi’ni yarattıklarında da böyleydi. En sonunda Helmut Kohl ve François Mitterand, Doğu Avrupa ülkelerine Avrupa Birliği (AB) kapılarını ardına kadar açtıkları ve Avro’yu kabul ettirdiklerinde de böyleydi. Hani şu, dolaşıma girdikten 10 yıl sonra, bugün, Avrupa krizinin merkezinde duran Avro. Demek ki, şimdi de Angela Merkel ve Nicolas Sarkozy sırada. Avro’yu kurtarırlar mı? Avrupa’nın geleceğine yönelik bir fikirleri var mı gerçekten? Yoksa bir zirveden diğerine, bir kurtarma paketinden diğerine, bir krizden diğerine mi asılıyorlar? Vahşileşen finans piyasalarının baskısıyla şimdilerde üzerinde uzlaştıkları şey, büyük bir işmiş gibi görünüyor gerçekten de: Avrupa’nın bir ekonomi hükümeti olmakta, tüm üyeler Almanya’yı örnek alıp borçlarını frenlemekte ve ortak bir finans piyasaları vergisi ortaya çıkmaktadır. Böyle planlar yapan, AB’nin öncülüğüne de talip olmuş çok Avrupa, şu demek: Sadece parasal birimi değil, devlet maliyelerini de ortak örgütlemek, ulusal egemenlikten vazgeçmek, şu ünlü Avro bonolarına (Eurobonds) yönelmek, yani ortak kredi almak. Bu yolu izlemek istemeyen, mevcut Avro bölgesini kurtaramayacaktır. Çünkü Yunanistan ve Portekiz, belki İtalya da, spekülatif saldırılara dayanabilecek durumda değildir. O zaman ikinci yol kalıyor geriye: Daha küçük bir Avro bölgesi veya hemen eski Alman Markı’na dönüş. Böyle bir durumda, Almanya, tıpkı İsviçre Frankı gibi güçlü olan tekrar kendi parasına dönecektir, Tabii bununla da İsviçre’nin sahip olduğu tüm sorunları önünde bulacaktır: Düşen rekabet gücü, çöken ihracat ve daha ucuz olduğu için yurtdışında alışveriş yapan tüketiciler. Konrad Adenauer, Helmut Schmidt ve Helmut Kohl için verilecek karar gayet açıktı. Avrupa onlar için kalplerinde taşıdıkları çok önemli bir şeydi ve aynı zamanda da bir devlet sorunuydu. Merkel daha ayık hareket ediyor, maliyetleri ve yararları tartıyor. Örneğin, Avro bonolarında: Neden, Yunanlıların daha az faiz ödemesi için Almanlar daha çok faiz ödesin? Gerçekten de neden? Çünkü, coşkuların ve devlet sorunlarının ötesinde, Almanlar Avrupa entegrasyonundan en kazançlı çıkanlardır. Sadece bu gerçeği algılamak istemiyorlar. Almancadan çeviren: Osman Çutsay (Frankfurter Rundschau, Almanya 18 Ağustos 2011) A BerlinParis planı: Sürekli kriz yönetimi demektir. Bu bakımdan Merkel ve Sarkozy, seleflerinin geleneğini sürdürmektedir. Ama bir talepte bulunmak, tek başına yetmez. En azından iki şey eksik şu anda. Birincisi, Avrupa’nın hangi yöne çekileceğidir. İkincisi de, bu ortak planların nasıl uygulamaya sokulacağıdır. diplomasisinin bulutlardan yarattığı bir şatodan başka bir şey değil. Merkel ve Sarkozy, kulağa hoş gelen formülasyonların ötesinde işin esasına yönelik bir şey sunabildikleri yolunda bir sinyal vermiş değiller. Yani sürekli bir kriz yönetiminin ötesinde bir şey yok. Oysa bir soruyu yanıtlamaları şarttır: Avro’nun yapılanmasındaki hatayı, başından beri bilinen ve borç krizinde korkunç etkileriyle serpilen bu hatayı nasıl ortadan kaldırabiliriz? Yapısal hata: Ortak bir paranın, sadece ortak bir ekonomi ve finans politikası üzerinden bir işlevi olabilir. Böyle bir politika yoksa ki bu, Avrupa’nın gerçeğidir tek tek ulusal ekonomiler birbirlerinden uzaklaşarak büyür. Bu yüzden zayıf paraların değer yitirmesi, güçlülerin de değer kazanması zorunlu olurdu. Oysa bu, mümkün değil, çünkü herkes Avro kullanıyor. Sonuçta zayıflar daha zayıf oluyor. Ama en sonunda güçlüler de zayıflaşacaktır. İşte bu sistematik hatayı aşabilmenin iki yolu var: Daha çok Avrupa ve daha az Avrupa. Daha Kulağa hoş gelen formülasyonlar... Ekonomi hükümeti örneği; bu, Fransızların da hoşuna gittiği gibi, büyük bir laf. Ama ilk bakışta göze çarpmayacak kadar küçük harflerle yazılmış, bu hükümetin ne olması gerektiğini içeren şeyler var: Yılda iki kez toplanacak, ama 27 üyenin hükümet başkanlarından değil, 17 Avro ülkesinin hükümet başkanlarından oluşan zirveler. Büyük laf, küçük bir adım, yanlış bir etiket. Bunun kimi etkilemesi gerekiyor? Piyasaları mı? Yurttaşları mı? Herkes için borçların frenlenmesi örneği. AlmanFransız fikir yarışmasında elbette bu da Merkel’in önerisi. Sarkozy, bu öneriyi kabul etti, çünkü o da çok iyi biliyor ki, ne Avro’yu kurtarırlar mı? Avrupa’nın geleceğine yönelik bir fikirleri var mı gerçekten? Yoksa bir zirveden diğerine, bir kurtarma paketinden diğerine, bir krizden diğerine mi asılıyorlar? Almanya Başbakanı ne de kendisi bu kararı ortaklar nezdinde kabul ettiremez. Sarkozy, her ülke parlamentosunun tek tek, anayasayı değiştirecek bir çoğunlukla borçların frenlenmesini karara bağlamak zorunda olduğunu da biliyor. Bu, Alman Avro Merkel ve Sarkozy C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle