17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
17 HAZ RAN 2011 CUMA CUMHUR YET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 17 Bir ödül töreninin düşündürdükleri Nefret Kültürü ve Yarının Tarihi (2) Geçen haftaki yazım şöyle bitiyordu: “Bu seçimin kazananı olmayacak. Buna karşılık, kaybeden’i bundan belki haftalar önce belli olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti’nde 2011 genel seçimleri, geçmişteki benzerlerinden çok daha ileri ölçüde, siyasi bir kampanya değil, fakat neredeyse uçsuz bucaksız diye nitelendirilebilecek bir ‘nefret kampanyası’nın temeline dayandırıldı. Türk toplumunun beyni, haftalar, belki de aylar boyunca, anayasa hukukuna göre ‘demokrasinin beşiği’ sayılması gereken siyasi partilerin temsilcilerince demokrasi açısından ‘öteki’ partilerin de gerekliliği ilkesine duyulması gereken inançla değil, fakat neden ‘olmamaları gerektiği’ne ilişkin sloganlarla yıkandı...” Evet, sayısal seçim sonuçları artık belli oldu. Yinelenen söylemlere göre, ‘demokratik’ bir seçim. Yapıldı. ‘Halk’ seçti. Bunların hepsi doğru. Ama bu doğrular, yukarıdaki alıntıda dile getirilenleri değiştirmiyor. ‘Nefret kültürü’ ortadan kalkmadı. Tam tersine, belki daha da yoğunlaştı. Türk toplumu, gerçek bir demokrasi bağlamında ‘partilerin birlikteliği’ doğrultusunda değil, fakat ‘birbirlerini yok saymaları’ bilinciyle eğitildi. Şimdi, gelecekte tanık olacağımız şiddetli bölünmeler karşısında şu soru sorulacak: “İyi ama, biz son derece demokratik bir seçimi geride bıraktık. O halde bu ayrılıklar neden? Özlenen iç barış ortamı neden oluşmuyor?” Kitle psikolojisi diye adlandırılan dalın gerçekleri, bize kitlelerin içine sürüklendiği ruhsal durumların bir düğmeyi çevirircesine değiştirilemeyeceğini ve ortadan kaldırılamayacağını gösteriyor da, ondan! Stefan Zweig’ın 1939’da, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde verdiği “Yarının Tarihçiliği” başlıklı konferanstan bir alıntı yapalım: “...Özellikle Avrupa’ya bakıldığında, bütün halkların ve ulusların hastalıklı bir duyarlılığı yaşadıklarını hissetmemek olanaksız… Gerek bireyler, gerekse ırklar, sınıflar ve devletler, birbirleriyle anlaşmaktan çok birbirlerinden nefret etmek eğilimindeler. Huzurlu, verimli bir gelişmeye ne bireyler ne de uluslar güveniyorlar. Tersine, Avrupalılar olarak hepimiz, kaba güç ürünü bir patlamanın her an olabileceği korkusuyla yaşıyoruz…” Yazar, bu durum saptamasının ardından, ilk dünya savaşının üzerinden neredeyse yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen nefretin hâlâ dinmemiş olmasının nedenini şöyle açıklıyor: “Öyle sanıyorum ki, bu hastalığa yol açan, hâlâ o eski mikrop; kan dolaşımında savaşın kalıntısı olan mikrop. Savaş yılları, bütün ülkelerdeki insanları duygular açısından normal zamanlara oranla daha yüksek düzeyde ve daha şiddetli yoğunlaşmalara alıştırdı. Savaşlar, serinkanlılıkla sürdürülemez … dört yıllık bir dünya savaşını sonuna kadar götürebilmek için duyguları tutkuların şiddetinde, olağanüstü bir yoğunluk düzeyine getirmek zorunluydu. Nefret, öfke gibi içgüdülerin …sürekli körüklenmesi gerekiyordu …Nefret, öfke, savaşma isteği yapıları gereği kısa süreli coşkulardır; bunları yapay biçimde uzatabilmek için adına propaganda denilen o korkunç bilimin bulunması gerekliydi. Böylece aslında barışçı yaradılışta milyonlarca insan …doğal sayılabilecek ölçünün çok üstünde nefret ve düşmanlık üretmeye alıştırıldı. Sonra barış geldi ve o ana kadar görev diye belletilmiş nefretin, öldürmelerin, tutkuların bir buyrukla musluk kapatılırcasına kesilmesi beklendi. Oysa böyle bir beklenti doğaya aykırıdır…” Yani, bir nefret kültürünün egemenliğinde gerçekleşen duygusal doz aşımı durumunda, ne savaş için söylenenler yalnızca savaşta ne de seçim için söylenenler yalnızca seçim meydanlarında kalabiliyor! Bunun sonuçları üzerinde haftaya, yazımın son bölümünde duracağım. Birlikte yaşayabilmek... iyana’nın göbeğindeki o görkemli Hofburg Sarayı’ndayım. Avusturya Macar İmparatorluğu’nun “evi” fazla görkemli… IPI Uluslararası Basın Enstitüsü’nün “Basın Özgürlüğü Diyalog Ödülü” için buraya girdiğimde akşam saat 19.00’du. Dev sarayın beyaz mermerleri, günbatımı kızıllığına bürünmüştü. 600 yıllık yapı… İmparator Franz Jooseph ve “Sisi” Elizabeth salonu bir yanda, Marie Antoinette’in doğduğu oda öte yanda… Ortada, son katta ben ve çekirdek aile… (Sevgili okurlar, kendimden söz etmek, sık yaptığım bir iş değil, uluslararası çapta böylesi önemli bir ödülü almak ise ilk kez başıma geliyor! Haberini önceki gün okudunuz. Gittim, konuşmamı yaptım, ödülü aldım ve döndüm. Ancak, tören boyunca yüreğimden ve aklımdan geçenleri siz okurlarımla paylaşmayıp kimlerle paylaşacağım…) V Törende ödülü bana takdim eden Avusturya Şansölyesi ve Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger ile IPI Direktörü Alison Bethel McKenzie, her ikisi de demokrasilerde sivil toplum kuruluşlarının (STK) önemini vurgulayan konuşmalar yaptılar. Sahnede yer alan perdede, WINPEACE çalışmaları gösteriliyordu. Arada gözüm kayıp Yunanistan ve Türkiye’den “bizim kızları” ekranda gördükçe heyecanım yatışıyordu! O zaman ülkemdeki STK’leri düşünüyordum. Madem yeni bir seçimden çıktık, Meclis çalışmalarına STK’leri daha yakından katmak, onlara kulak vermenin yollarını aramak gerek diyordum… Demokrasi gereğiydi. Kaçınılmazdı! Şimdi “diyalog” zamanı! Gecenin konuk konuşmacısı Slovak Başbakanı İveta Radicova da Avusturya ile Slovenya arasındaki sorunları çözmekte diyaloğun önemini vurgularken şu gerçeğin altını defalarca çiziyordu: Özgürlük olmadan diyalog olamaz! Diyalog deyince… “Diyalog” iki ya da daha çok kişinin karşılıklı konuşmalarıdır. Ancak “ne var ne yok?”; “İyilik, sende ne var ne yok?” ya da televizyonlarda izlediğimiz her konuşma diyalog olamaz… Sözcüğün Yunanca aslını, Türkçeye çevirirsek, asıl anlamı şöyle: “Düşünceyi takip etmek”… Sadece karşılıklı konuşmak yetmez! Hem özgür olacaksınız hem de iletmek istediğiniz bir düşünceniz olacak diyalog kurabilmeniz için… Gece boyunca kendi ülkemdeki “diyalog” anlayışını kafamdan ve yüreğimden geçiriyordum. Şimdi, evet tam da şimdi diyalog zamanı. Türkiye Yunanistan; Filistin İsrail diyaloğundan söz etmiyorum. Şu coğrafyada yaşayan insanlar arasında... Yüze 49.9, yani her iki kişiden biriyle, öteki arasında... Yani KürtTürk arasındaki diyalogdan söz ediyorum… İnatlaşma, dayatma, küfür, azarlama, hakaret, tehdit... Bunlarla diyalog olmaz, olamaz. Bir süre önce sevgili meslektaşım Ferai Tınç, hükümete, anayasayla birlikte, basın özgürlüğü önündeki engelleri kaldırmak için yasal değişiklik yapmaya çağırıyordu. Bu çağrıya canı yürekten katılırken işe basın kuruluşlarıyla diyaloğa geçerek başlanabilir diyorum. çimdeki ‘Ah!’ Tören 7.30’da başladı. Sahnede yer alan konuşmalar, teşekkür faslı neredeyse 2 saat sürdü. Sonra onar kişilik çok şık sofralarda yemek… Gece 12.00’de bitti… Bütün o süre boyunca şu duygu beni terk etmedi: Benim meslektaşlarım ülkemde hapis yatarken… Kimi neden içeride olduklarını bilmezken… Kimi tuttuğu notlar, kimi henüz yayınlanmış kitabı, kimi sadece muhalif olduğu ya da sorguladığı için içerdeyken… Kimi hücrelere tıkılmışken… Şimdi, şu anda benim burada olmam, bu akşamı yaşıyor olmam ne büyük saçmalık, ne korkunç çelişki, uyumsuzluk! “Absürd Tiyatro”nun ustalarına, Ionesco’ya, Beckett’a, Alfred Jerry’ye göz kırpmak geliyordu içimden… Hem insanlarla konuşuyor, tebrikleri kabul ediyor, herkesle kucaklaşıyor, hem de gözümün önünden içerideki gazetecilerin yüzleri geçiyordu… Elbet tanıdıklarımın yüzleri… Ama tanımadığım, adlarını bilmediğimiz ve medyaya yansımayan daha STANBUL MÜZ K FEST VAL ’NDE BUGÜN ‘Rüyaların Dili’ konseri Kültür Servisi 39. İstanbul Müzik Festivali’nin bu yılki yeni mekânlarından santralistanbulEnerji Müzesi’nde, bugün saat 21.00’de ‘Hezarfen Ensemble’ topluluğunun “Rüyaların Dili” başlıklı konseri gerçekleştirilecek. “Konsere Doğru” etkinlikleri kapsamında da 20.00 20.45 saatleri arasında santralistanbul Enerji Müzesi Kontrol Odası’nda Hezarfen Ensemle’ın şefi ve besteci Michael Ellison ve Turgut Pöğün ile bir söyleşi yapılacak. öyle çok, öyle çok meslektaş var ki… Ödülü almamın ancak tek anlamı olabilirdi. Ülkemde basın özgürlüğü önündeki engelleri, tehditleri, baskıları kaldırtmak için değilse bile, kalkmasına yönelik kamuoyunun dikkatini çekebilmek… Ödülü ya “içeridekiler” adına alacaktım ya da hiç almayacaktım. Ben ilkini seçtim. Törende neden anneme ve Abdi İpekçi’ye de teşekkür ettim diye soranlar çok oldu: Açıklayayım: Annemden “empati”yi öğrendim; Abdi Bey’den her olayın birkaç yüzü olduğunu… (Konuşmamın tümünü www.zeyneporal.com’da yarından itibaren okuyabilirsiniz.) ivil toplum kuruluşlarının önemi İçimdeki “Ah”larla boğuşurken, çevremi Filistinli ve İsrailli gazeteciler sardı. “Winpeace TürkiyeYunanistan Kadın Barış Girişimi” örneğindeki gibi, Filistin ve İsrailli Gazeteciler de “diyalog” arayışı için bir araya gelmişlerdi. WINPEACE üzerine soruları yanıtlamaya; Boğaziçi Üniversitesi’nde kurulan Barış Uygulama ve Araştırma Merkezi’ni, barış eğitimlerini, “sorun çözümleyici” gençlik kamplarını anlatmaya çalışıyordum. S Hezarfen Ensemble C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle