Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ş
ikago’da ağustos ayõnda bile yanõ-
nõzda rüzgârlõğõnõz olmalõ; “rüz-
gârlı şehir” deniyor buraya. Bazõ
zamanlar uçaklar inmekte zorlanõyorlar.
Dünyanõn en yüksek gökdelenleri bura-
da. Şikago Nehri şehrin içinden geçiyor,
bir tarafõnda da masmavi Michigan Gö-
lü... Urbana’da bize el açan tek bir dilenci
görmemiştik, Michigan Caddesi’nde yü-
rürken bozuk para isteyen dilencilerle de
karşõlaşõyoruz. Kimi bir marifetini ser-
gileyerek önündeki kutuya para atmanõ-
zõ bekliyor. Büyük kentlerde zenginliğin
yanõnda yoksulluk da var, Urbana’nõn ter-
sine, büyük kentlerde yoksulundan kork-
mayan bir varsõllõktan söz etmek zor. İs-
kele boyunca turistik eşya satõlan dük-
kânlarda, gelinimizin elindeki 5 dolarõ na-
sõl kaptõrdõğõmõzõ anlayamadõk. Taksilerde
şoförü korumak için ön tarafõ arka kol-
tuklardan tellerle ya da darbelere daya-
nõklõ şeffaf gereçlerle ayõrarak özel ön-
lemler alõnmõş. Taksisine bindiğimiz şo-
för başõnõ çevirip şöyle hepimizi bir süz-
dükten sonra hareket ediyor. Ameri-
ka’da dilenciler size yapõşmõyorlar, ar-
kanõzdan yürümüyorlar, gezgin dilenci-
ler yok. Sakat dilenci, kadõn ya da çocuk
dilenci de görmedim... Ancak Şikago’da
gördüğüm dilencilerin hepsi siyah... Bir
yerde; “Zenci olduğum için para ver-
miyorsunuz, değil mi?” diye laf atan bi-
riyle karşõlaştõk. Demek ki Amerika’da
beyaz dilenci de varmõş... Beyaz bir di-
lenciyle Washington’da, hem de Beyaz
Saray’a yakõn bir yerde karşõlaştõm.
Adam kaldõrõmõn ortasõnda oturduğu
yerden gözlerinin içiyle gülerek size öy-
le bir bakõyor ki, dünyanõn en keyifli işi-
ni yaptõğõnõ sanõrsõnõz. Bir dilenci değil
de rolünü yanlõş oynayan bir oyuncu ya
da şakacõktan oraya oturmuş muzip biri...
Kendini kimseye acõndõrma çabasõ yok.
Sonra düşündüm de gördüğüm dilenci-
ler içinde yalnõz bu adam rolünü doğru
oynuyordu aslõnda.
Şikago küllerinden yaratõlmõş bir şehir...
1871’de çõkan yangõda şehrin tamamõ
yanmõş. Bir tek su kulesi kurtulmuş.
Taş kule bugün tarihi eser olarak koru-
nuyor. Bu bilgileri bize Şikago Nehri’nde
yaptõğõmõz vapur gezintisinde rehberimiz
veriyor. Rehberimiz tombulca, çocuk
yüzlü bir Amerikalõ kõz... Esprileriyle yol-
cularõ eğlendirmeye çalõşõyor. Şikago’yu
küle çeviren o büyük yangõnõ bir kadõ-
nõn üstüne atmõşlar. Oysa sonra, yõllar
sonra halk o kadõnõn suçsuz olduğuna
inanmaya başlamõş. Çocuk yüzlü rehbe-
rimiz suçun neden o kadõna yõkõldõğõnõ
şöyle açõklõyor: Bir, kadõn Katolikti; iki,
İrlandalõydõ; üç, kadõndõ... Oysa aradan
çok zaman geçince, yangõnõ bir parti sõ-
rasõnda bazõ gençlerin çõkardõğõ söylen-
tisi yayõlmõş.
Bu büyük yangõndan Amerikalõlar ba-
zõ dersler de çõkarmõşlar. İtfaiyenin önem-
li hatalarõ olmuş, kentte ilk itfaiye oku-
lu bu acõ deneyden sonra açõlmõş.
Çocuk yüzlü rehberimiz, elinde mik-
rofonla, nehrin iki yakasõndaki gökde-
lenlerle ilgili bilgiler de verdi. Bu yüksek
binalarõn tepelerine doğru uzun süre ba-
karsanõz, boyun fõtõğõ bile olabilirsiniz. Art
arda sõralanmõş gökdelenlere bakmaktan
boynumda ağrõlar hissetmeye başladõm.
Gördüğümüz binalar içinde 16 bin pen-
ceresi olandan tutun da, ayrõ posta kodu
olan binalar bile vardõ. Yani her biri ay-
rõ bir semt gibi. Birinin tepesi altõnla kap-
lanmõş gibi, sarõ bir õşõğõn içindeydi. Şi-
kago, mõsõrõ bol olan bir bölge, herhalde
bu yüzden olacak, yan yana iki mõsõr ko-
çanõ gibi duran gökdelenler de epey il-
gimizi çekti. Bu dev yapõlarõn bazõlarõnõn
80 yõlõ bulan bir geçmişi var, yapõlarõn ba-
zõlarõ son kõrk-elli yõl içinde, bazõsõ ise da-
ha yakõn zamanlarda yapõlmõş. Şikago
Nehri durgun, ağõr ağõr akõyor, üstünde-
ki yolculuğumuz da yavaş, ağõr ağõr
geçti.
Bir yerleri gezerken, Evliya Çelebi’yi
hatõrlamamak olasõ mõ? Evliya Çelebi, zor
geçen bir Karadeniz yolculuğundan son-
ra İstanbul’a dönünce, annesinden ba-
basõndan önce Eyüp Sultan’a koşmuş, bir
daha Karadeniz’de vapur yolculuğuna çõk-
mayacağõna dair “Nasuh tövbesi” etmiş.
Bizim Karadeniz’de değil ama, Akdeniz
kõyõlarõnda dalgalar yüzünden kötü geçen
bir tekne gezimiz olmuştu. Nehir turunun
ardõndan, Michigan Gölü’nde yapmayõ dü-
şündüğümüz geziden bu tür kaygõlardan
çok, göl kenarõnda vapur bekleyen uzun
kuyruklar yüzünden vazgeçtik.
CMYB
C M Y B
30 EYLÜL 2008 SALI CUMHURİYET SAYFA
DİZİ 9
AKP medyasındaki yazarlar Baş-
bakan Erdoğan’ın gazete boykotu
çağrısının işe yaramadığını görünce
fetva yayımlamaya başladılar. Yeni Şa-
fak’tan Hayrettin Karaman 25 Ey-
lül’de, “Bir Müslüman olarak, ‘İslamı
rehber ediniyorum’ diyenlere, ekono-
mik menfaatı için her şeyi mübah sa-
yan medyayı boykot etmenin farz,
onları desteklemenin haram olduğu-
nu ifade etmek isterim” diye yazdı.
Hürriyet’ten Mehmet Y. Yılmaz, Cu-
martesi günü Karaman’ı, “Kitapta
olmayan yeni bir şey icat ediyor?” di-
ye eleştirdi. Ancak Karaman’a en
sert tepki okurlarından gelmişti. De-
niz Feneri rezaletine dikkat çekiyor-
lardı. Karaman’ın pazar günkü köşe-
sinde yer verdiği mektuplardan ilki Af-
şin Bozkurt imzalıydı:
“Sayın Hocam, dini kullanarak rant
sağlayan yüzlerce şirket aleyhine hiç-
bir cemaat iki kelime etmedi. İktidar ve
yerel yönetimlerdeki yolsuzluk diz bo-
yu. Müslüman olsun da ne olursa ol-
sun diyorsanız bir şey diyemeyeceğim.
Değişen bir şey yok hocam. Hor-
tumcular değişti. Nerede Seyyit Ku-
tup vb.’yi okuyanlar; hepsi ihale pe-
şinde. Siz bir ilim adamısınız ve öyle
kalın.”
İbrahim Gölbaşı adlı okuru ise
Karaman’a, “Bir sonraki yazınızda ve-
rilen sadakaların yerli yerince sarf
edilmediğinin fetvasını da verirseniz
Müslümanlara iyilik yapmış olursunuz”
diye seslenmişti.
Karaman yazısının sonunda, “Bu iki
mektubu özeleştiri olarak kabul etmek
gerekir” demişti. Oysa kendisi bir
özeleştiri yapamamıştı. Mesela bir
başbakanın siyasal öfkesine destek
için fetva vermeyi göze alabilen bir din
adamının salt inandırıcılığını yitirme-
diğini aynı zamanda eğitimini aldığı İs-
lam hukukuyla çeliştiğini de yazabilirdi!
Eskiden şeriatçılar toplumu İslam hu-
kukuna uydurmak için çabalardı. Si-
yasallaşan dincilik bunun tam tersini
zorluyor! Artık din siyasete uydurulu-
yor! Ancak Hz. Ömer’in adaletine ina-
nan Anadolu Müslümanı bunu ya-
panlara dersini de ağzının payını da
çok güzel veriyor!
Yukarıdaki iğrenç başlığı Atatürk
ve Cumhuriyet düşmanı Vakit ga-
zetesi dün manşetine çıkarmıştı.
Bu gazete ulusalcı general, politikacı
ve bilim adamlarının, Kemalist ga-
zetecilerin ve Türkiye’yi kuşatan
cemaat örgütlenmesini “F tipi” diye
deşifre eden polis şefinin “çeteci” id-
diasıyla cezaevine konulmasıyla ye-
tinmemişti. Hedef tahtasında bu
kez Ahmet Necdet Sezer vardı. Vay
efendim Sezer ADD’ye para aktar-
mışmış, Tuncay Özkan’la ilişki kur-
muşmuş! Sayın Sezer bir yakınının
türbanı yüzünden ülkesini AİHM’ye
şikâyet etseydi, hocası Erbakan’la
kayıp trilyon davasında suç ortağı ol-
saydı, Meclis’teki, Köşk’teki porse-
lenleri Deniz Feneri’ne gönderseydi,
Atatürk ve laiklikle ilgili ağzına geleni
söyleseydi ve birkaç tetikçiyi uça-
ğında gezdirseydi bugün bu çamu-
run hedefi olmazdı! Koltuğunda otu-
rur, ülkeyi gül gibi yönetmeye devam
ederdi! Bakalım daha neler görece-
ğiz? İyi bayramlar Türkiye!..
Bencillik!
AKP’li gazetelerde son yıllarda nük-
seden “benimkisi” hastalığı giderek ya-
yılıyor! Bunların en radikali, bir yazar-
ları tecavüz olayına karışınca “Benim
sapığım iyidir” konusunda günlerce rol
kesmişti! Sonra aynı gazetenin bir
yazarı Deniz Feneri konusunda yanlı
olduğunu anlatırken, “Be-
nim hırsızım iyidir” anla-
yışını itiraf etmişti.
Cemaat yoldaşlığında
safları sıklaştırma bencil-
liği, “Benim onurlum”a
kadar geldi! Eski ülkücü Mümtaz’er
Türköne de bugün durduğu safın
hakkını veren yazarlardan biri! Zaman
gazetesinde pazar günkü yazısını Kı-
lıçdaroğlu - Fırat tartışmasına ayıran
Türköne, Fırat’ın adının uyuşturucu ti-
caretiyle yan yana anılmasından epe-
yi rahatsız olmuştu. Ona göre Kılıç-
daroğlu uyuşturucu iddiası nedeniy-
le Fırat’tan özür dilemeliydi! Aksine,
“Siyasetçinin onurunu kim koruya-
cak”tı?.. Türköne, acaba kimin onu-
rundan söz ediyordu? “Ulan”, Müfte-
ri”, “Şerefsiz”, “Sülün Os-
man”, “Ruhen sahtekâr”
diye hakaretlere uğrayan
Kılıçdaroğlu’ndan değil
mi?.. Hayır!.. Türköne,
“Tartışmadan geriye kalan
yegâne şeyin, Fırat’ın zedelenen onu-
ru olduğu açık değil mi?” diye yaza-
rak ne pahasına olursa olsun “Be-
nimkinin onuru” demişti!.. Evet, Ra-
dikal’in de yazdığı gibi Fırat ve Türköne
âlemi kör, milleti sersem mi sanıyor!
Kolbastı!..
Gerçek Hayat adlı dergi geçen
haftaki sayısında Deniz Feneri vur-
gunuyla ilgili İslamcı yazarların gö-
rüşlerine yer vermişti. Vakit gazetesi
yazarı Abdurrahman Dilipak, “Kol kı-
rılıp yen içinde kalınca kollar kangren
oluyor, çolak kalıyor” yorumunu yap-
mıştı! Zaman gazetesi yazarı Ali Bu-
laç ise belediyelerdeki yolsuzlukları
2006 yılında dile getirdiği için tehdit
edildiğine dikkat çekmişti. Yani biri-
leri ona, “Bunları yazma elini kolunu kı-
rarız” demeye getirmişti! Ona göre
“Kol kırılır yen içinde kalır anlayışının
bırakılması gerekiyor”du! “Hırsızın sa-
vunması olmaz” diyen Bulaç, “Bizim
tarikattan dersek Allah sille vurur”
diye isyan etmişti.
Mektup dergisinden Emine Şenli-
koğlu’nun yanıtına bakılırsa ortada
“sille” falan yoktu! Tüm olanlara kar-
şın belli ki “Allah’ın sopası yok sözü-
nü” de es geçmişti!.. Emine Hanım,
kimsenin 5 kuruş çaldığına inanma-
dığını söylemiş ve bu yüzden de
“Eleştiri yapmaya gerek duymuyorum”
demişti! Gurbetteki Müslümanlar
inanç sömürücülerine ellerini verince
kollarını da kaptırmışlardı. İslamcı
yazarlar halen “Kol kılırsa yen içinde
kalır” mı kalmaz mı diye kolbastı oy-
nuyorlar! Evlere şenlik yani!
“Sosyolog Max Weber ticarete
dalan sofu Protestan tarikatla-
rının başardığı ekonomik dinamiz-
mi anlatırken, bu ‘dünyevileşme’
yüzünden eski ruhaniyetin kay-
bolduğunu yazmıştı. Aynı çalkan-
tılı süreci yaşıyoruz! Türkiye zen-
ginleşirken geleneksel değerlerin
içi boşalıyor! Çok büyük iki sorun
var: Ticari kazanç iyidir ama dü-
rüstlük için ‘dindarlık’ yeterli de-
ğildir.”
Taha Akyol, Milliyet
“Daha ilginç durum da şudur:
AKP Genel Başkanı’nın yaptı-
ğı boykot çağrısı, parti il ve ilçe teş-
kilatlarında mâkes bulmadı. 16
milyondan fazla oy vereni bulunan,
her il ve ilçede teşkilatlanmış bir si-
yasî örgüt böyle hararetli bir çağ-
rıya sessiz kalıyorsa parti kurmay-
larının bunu etraflı bir şekilde de-
ğerlendirmesi gerekiyor.”
Ekrem Dumanlı, Zaman
e-posta: [email protected]
MED CEZİR
MEHMET FARAÇ
Fetvacıya Dersler!..
28Eylü2008(Sözcügazetesi)
‘Sezer Çetenin Neresinde?’
TOKİ!..
Toplu Konut İdaresi (TOKİ) Baş-
kanlığı dar gelirlileri ev sahibi yapma
iddiasıyla kurulmuştu. Oysa kurum
son yıllarda AKP’lileri ihya etmekle
uğraşıyor. MHP Genel Başkan Yar-
dımcısı Murat Şefkatli, 1 Mart
2007’de düzenlediği basın toplantı-
sında, TOKİ’nin Eşkişehir yolunda
yaptırdığı 400 bin YTL değerindeki
Erler Mahallesi konutlarının, AKP’li-
lere 160 bin YTL’ye satıldığını söy-
lemişti. TOKİ Başkanı Erdoğan Bay-
raktar ise eski ve yeni 150 millet-
vekilinin kurumdan konut aldığını
açıklamak zorunda kalmıştı. Konu-
yu son olarak 26 Eylül’de Yeni-
çağ’dan Sabahattin Önkibar gün-
deme getirdi. TOKİ’den lüks konut
alan AKP’li milletvekilleri arasında
Veysel Eroğlu, Egemen Bağış,
Suat Kılıç, Süleyman Çil, Sabri Va-
ran, Seyfi Terzibaşoğlu, Zeynep
Tekin Börü, Mehmet Danış, Bekir
Bozdağ, Mevlüt Akgün, Suat Pa-
muklu da varmış. Aralarında Zahid
Akman’ın bulunduğu çok sayıda
bürokrat da TOKİ’den ev almış!
Önkibar hazır Ankara’dayken, İs-
tanbul Ümraniye’deki Yeşilvadi ko-
nutlarından kimlerin nemalandığını da
araştırabilir mi acaba?.. Belki orada
da “Dünyada iman, ahirette mekân”
deyişini “Dünyada TOKİ ahirette
mekân”a çevirenler vardır!
Çelişkiler ülkesi Amerika
Çok farklõ yaşam tarzlarõnõ birlikte görebildiğiniz ABD’de Avrupa’nõn
tersine ne hõzlõ trenler var ne de Türkiye’deki gibi büyük otobüs şirketleri
İ
nsan yolculuklarõnõ ya-
zacaksa hemen yazma-
lõ, sonra yazarõm derse-
niz olmuyor. Gördükle-
riniz, yaşadõklarõnõz bir
düş gibi çabucacõk uzaklaşõ-
yor sizden. Hatta başkalarõnõn
gördüğü bir düş gibi... Sonra
yazarõm dediğim için iki Al-
manya gezimle ilgili tek bir sa-
tõr yazamadõm. Katõldõğõm
okuma etkinliklerini düzen-
leyen yazar dostlarõm Aydın
Yeşilyurt’un, özellikle Erol
Yıldırım’õn verdiği bilgiler
hâlâ notlarõm arasõnda duruyor.
İlk Almanya gezimde, Duis-
burg’da dinleyiciler arasõnda
Fakir Baykurt’u da görmek,
ayrõ bir heyecan vermişti ba-
na. O yolculuklarõmõ demlen-
me süresini uzun tuttuğum
için yazamadõm.
Bir ay süren Amerika gezi-
sinden döndükten sonra bu
kez sõcağõ sõcağõna sarõlõyorum
kaleme. Yurtdõşõ yolculukla-
rõnda herkesin ortak gözlemi
şu olsa gerek: Bizler Batõlõla-
ra göre daha sabõrsõz, aceleci
insanlarõz, dahasõ bir sürü ka-
balõklarõmõz var. Yaşamõn her
alanõnõ bir can pazarõ gibi gö-
rüyoruz, her iş yitirilecek bir
fõrsat ya da görülecek bir he-
sap gibi geliyor bize. Davra-
nõşlarõmõzda, kibar göründü-
ğümüz zamanlarda bile, bir
tehdit her zaman kendini bel-
li eder.
Amerika’dan önce, son Al-
manya yolculuğumdan küçük
bir gözlemle başlamak istiyo-
rum yazõma. Köln’den Stutt-
gart’a giderken, hõzlõ trene bin-
meyi özellikle istemiştim. Çün-
kü aynõ günlerde bizim elimi-
ze yüzümüze bulaştõrdõğõmõz
bir “hızlı tren” projemiz var-
dõ. Ünlü Dom Kilisesi karşõ-
sõndaki Köln İstasyonu’ndan
kalabalõğa rağmen itilip kakõl-
madan rahatça bindim trene, iki
saat geçmeden Stuttgart’tay-
dõm. Yol boyunca ulaştõğõmõz
hõz, oradaki devletin gücünü de
düşündürüyordu bana: Saatte
300 km. Koltuklar dolu oldu-
ğu için tuvalete yakõn, ayakta
yer bulabilmiştim. Tuvalet için
gelen her yolcu önce bana da-
nõşõyor, sonra içeri giriyordu.
Kendime bir eğlence bulmu-
şum gibi yerimden ayrõlmadõm,
sõkõşmõş birinin bu nezaket ku-
ralõnõ bozacağõnõ düşündüm.
Hayõr, çok zor durumda bile ol-
salar, her gelen aynõ nezaketi
gösterdi. Ancak Almanya’da
şöyle bir olayla da karşõlaştõm:
Yeğenimin arabasõyla Stutt-
gart’õn çamlar içindeki küçük
bir kasabasõnda dar bir sokağa
girmiştik. Sola park edilmiş
bir otomobil yolu daralttõğõn-
dan, o sõrada sağa, onun karşõ-
sõna yanaşan yaşlõ Alman’dan
kibarca yol istedik. Adam ha-
talõ olanõn kendisi değil, soldaki
araç olduğunu söyleyerek evi-
ne girdi. Bize de geri vitesine
takõp kendimize başka bir yol
aramak düştü. Adamõn bu tav-
rõna bir anlam verememiş, ya-
bancõ düşmanlõğõna bile yor-
muştuk. Benden daha sakin
davranan direksiyondaki ye-
ğenime; “Sizi bu yaşlı Al-
manlar olgunlaştırıyor gali-
ba” demiştim.
İşsizlerin telaşı fazla
Batõlõlarõn ilk gezilerimden
bildiğim nezaketini, Amerika
yolculuğum sõrasõnda daha uça-
ğa binerken görmeye başla-
dõm. Yabancõlar yolunu kapa-
yan birini hemen uyarmõyorlar,
sõkõntõsõnõ anlamaya çalõşõp sa-
bõrla bekliyorlar. İşsizlerin, eli
boşlarõn, aylaklarõn telaşõ her-
halde daha fazla oluyor.
Şikago Havaalanõ’nõn pasa-
port işlemleri için geçtiğimiz
uzun koridorlarõ büyük boy
resimlerle süslenmiş; bir süre
kapõsõz penceresiz devam eden
yüksek duvarlarõn tekdüzeliği,
sõkõcõ görüntüsü bu tablolarla
giderilmiş. Kalabalõğa, uzun
kuyruklara rağmen, işlemleri-
miz çabuk bitti.
Park yerinde bizi bekleyen
oğlumun minibüs biçimindeki
büyük Amerikan arabasõna eş-
yamõzla birlikte rahatça sõğdõk.
Anneler, babalar, Tanrõ’nõn bi-
ze verdiği aklõn hepsini de ço-
cuklarõna vermekle sorumlu
görürler kendilerini, her fõr-
satta bu sorumluluğumuzu ye-
rine getirmeye çalõşõrõz. Geçen
yõl oğlum telefonda ikinci el
büyük bir araba aldõğõnõ söy-
lediğinde, keşke küçüğünü al-
saydõn diye akõl verecektim. Bi-
raz yaşadõkça gördüm ki, Ame-
rika’da büyük arabadan zarar
gelmiyor. Almanya’da gördü-
ğüm hõzlõ trenler burada yok,
şehirlerarasõ otobüsler nerdey-
se yok denecek kadar az... En
büyük yollarõnda bile bizim
Varan’larõ, Ulusoy’larõ, Koç’la-
rõ hatõrlatan tek bir firma adõna
rastlamadõm. Gittiğiniz her
yerde kolayca kiralõk araba
bulabiliyorsunuz. Şehirlerara-
sõ otobüslere daha çok yoksul-
lar, garibanlar biniyorlarmõş.
Türkler (sanõrõm öteki yaban-
cõlar da) burada bir dayanõşma
içinde yaşõyorlar, havaalanõ-
na gidip gelenleri arkadaşlarõ
taşõyorlar. Oğluma da böyle
birkaç görev düştüğünde, bü-
yük arabanõn ne işe yaradõğõnõ
gördüm.
SÜRECEK
DÜNYA RESMİNİN DEVLERİ
Şikago Sanat Enstitüsü,
Michigan Caddesi üzerinde,
kentin içlerine doğru yürürken,
büyük yangõndan kurtulan o
tek yapõ Su Kulesi’ne gelme-
den önce, sağda bir yerde... Bu-
rada aklõnõza gelebilecek bütün
büyük ressamlarõn birkaç tab-
losunu görme şansõnõ yaşa-
dõk. En başta Renoir karşõladõ
bizi. Paul Cézanne’õn (1839-
1906) Elma Sepeti (1895), Yõ-
kananlar, Marsilya Kõyõlarõn-
da (1886-90) tablolarõnõn ya-
nõna karõsõnõn portresi de kon-
muştu. (Madame Cézanne,
biraz suratsõz bir kadõn olma-
lõ.) Claude Monet’nin (1840-1926) Vaterloo Köprüsü ve tar-
lalarõ... Paule Gaungine’in (1848-1903) resimlerinden sonra
karikatürlerinden de bildiğimiz Poul Klee (1879-1940) çõkõ-
yor karşõmõza. Onun, organlarõn geometrik çizildiği Pireli Ha-
yalet’ine (1929) bakõyoruz uzun uzun. Dört kişilik grubumuz,
ilk kez bu resimlere bakarken uzaklaşõyor birbirinden, renklerin,
çizgilerin dünyasõnda büyülenip kalõyoruz. Henri Matise’in
(1869-1954) Pembe Divandaki Kadõn resmine bir Türk res-
mine bakar gibi bakõyorum, divanda oturan kadõnõn bacağõn-
da kõrmõzõ, paçalõ şalvar, ayaklarõ çõplak... Bunun gibi Türk re-
simlerini, bizim renklerimizi hatõrlatan resimler var ama, bu bü-
yük ressamlar arasõnda keşke bir Türk’ü de görebilseydik. Ker-
Xavier Roussel’in Renoir’a benzeyen Çiçekler’i (1904) M.
Chagalle’õn (1887-1885) Çarmõha Gerilmiş İsa’sõ, önünden ay-
rõlamadõğõmõz yüzlerce tablodan bazõlarõ. Salvador Dali’nin,
Picasso’nun resimleri ayrõ bir he-
yecan veriyordu izleyenlere. Pi-
casso’nun burada gördüğüm re-
simlerine bakõnca, onun 1910’lara
kadar gerçekçi, daha sonra asõl ki-
şiliğini bulduğu kübik resimlere
yöneldiğini anlayabiliyorum. Bu
tablolarõn hangisine bakmalõ, han-
gisini anlatmalõ... Gitarist’ine ba-
kõyorum uzun uzun... Kucağõndaki
gitar dimdik duruyor, adamõn başõ
vurulmuş gibi öne düşmüş, zayõf,
çökmüş bir yüz sol cepheden gö-
rülüyor. Gözleri kapalõ, kör... İn-
cecik parmaklarõ, gitarõn telleri gi-
bi incelmiş, derisinin içinde oyna-
yan parmak kemikleri çizgi çizgi or-
tada. Ayaklarõ çõplak. Adam gitarõ öyle bir kucaklamõş ki... yok-
sulluk da her ikisini kucaklamõş. Bu resme erbabõ baksa gita-
rõn çõkardõğõ sesleri de gösterebilir bize, Picasso, resme sesi de
sokmuş sanki. Kedili Çõlgõn Kadõn (1901), Çõplak Kadõn (1906),
Kõrmõzõ Koltuk (1931) onun tekrar tekrar dönüp baktõğõm re-
simlerindendi. Bu büyük ustanõn burada bulunmayan bazõ re-
simlerini de (Yelpazeli Kadõn vb.) Washington’da başka bir mü-
zede gördük. Şikoga’daki müzede, resmin büyük dehasõ Sal-
vador Dali’nin o büyüleyici fantastik tablolarõ da vardõ: Ca-
navarlarõn İcatlarõ, Sonsuzluğun Görüntüsü vb.
Aynõ müzede birkaç heykel de sergilenmişti. Boudlair’in büs-
tünü Raymond Duchamp-Villon (1911) yapmõş. Dudaklarõ çiz-
gi gibi ince, ucu sivri bir burun, saçlarõ epeyce dökülmüş. Za-
yõf yüzünün çizgileri düzgün... Rodin’den de “Çıplak Kadın”
heykeli sergilenmişti.
Rüzgârlõ
şehir:
Şikago