04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Ş ikago’da ağustos ayõnda bile yanõ- nõzda rüzgârlõğõnõz olmalõ; “rüz- gârlı şehir” deniyor buraya. Bazõ zamanlar uçaklar inmekte zorlanõyorlar. Dünyanõn en yüksek gökdelenleri bura- da. Şikago Nehri şehrin içinden geçiyor, bir tarafõnda da masmavi Michigan Gö- lü... Urbana’da bize el açan tek bir dilenci görmemiştik, Michigan Caddesi’nde yü- rürken bozuk para isteyen dilencilerle de karşõlaşõyoruz. Kimi bir marifetini ser- gileyerek önündeki kutuya para atmanõ- zõ bekliyor. Büyük kentlerde zenginliğin yanõnda yoksulluk da var, Urbana’nõn ter- sine, büyük kentlerde yoksulundan kork- mayan bir varsõllõktan söz etmek zor. İs- kele boyunca turistik eşya satõlan dük- kânlarda, gelinimizin elindeki 5 dolarõ na- sõl kaptõrdõğõmõzõ anlayamadõk. Taksilerde şoförü korumak için ön tarafõ arka kol- tuklardan tellerle ya da darbelere daya- nõklõ şeffaf gereçlerle ayõrarak özel ön- lemler alõnmõş. Taksisine bindiğimiz şo- för başõnõ çevirip şöyle hepimizi bir süz- dükten sonra hareket ediyor. Ameri- ka’da dilenciler size yapõşmõyorlar, ar- kanõzdan yürümüyorlar, gezgin dilenci- ler yok. Sakat dilenci, kadõn ya da çocuk dilenci de görmedim... Ancak Şikago’da gördüğüm dilencilerin hepsi siyah... Bir yerde; “Zenci olduğum için para ver- miyorsunuz, değil mi?” diye laf atan bi- riyle karşõlaştõk. Demek ki Amerika’da beyaz dilenci de varmõş... Beyaz bir di- lenciyle Washington’da, hem de Beyaz Saray’a yakõn bir yerde karşõlaştõm. Adam kaldõrõmõn ortasõnda oturduğu yerden gözlerinin içiyle gülerek size öy- le bir bakõyor ki, dünyanõn en keyifli işi- ni yaptõğõnõ sanõrsõnõz. Bir dilenci değil de rolünü yanlõş oynayan bir oyuncu ya da şakacõktan oraya oturmuş muzip biri... Kendini kimseye acõndõrma çabasõ yok. Sonra düşündüm de gördüğüm dilenci- ler içinde yalnõz bu adam rolünü doğru oynuyordu aslõnda. Şikago küllerinden yaratõlmõş bir şehir... 1871’de çõkan yangõda şehrin tamamõ yanmõş. Bir tek su kulesi kurtulmuş. Taş kule bugün tarihi eser olarak koru- nuyor. Bu bilgileri bize Şikago Nehri’nde yaptõğõmõz vapur gezintisinde rehberimiz veriyor. Rehberimiz tombulca, çocuk yüzlü bir Amerikalõ kõz... Esprileriyle yol- cularõ eğlendirmeye çalõşõyor. Şikago’yu küle çeviren o büyük yangõnõ bir kadõ- nõn üstüne atmõşlar. Oysa sonra, yõllar sonra halk o kadõnõn suçsuz olduğuna inanmaya başlamõş. Çocuk yüzlü rehbe- rimiz suçun neden o kadõna yõkõldõğõnõ şöyle açõklõyor: Bir, kadõn Katolikti; iki, İrlandalõydõ; üç, kadõndõ... Oysa aradan çok zaman geçince, yangõnõ bir parti sõ- rasõnda bazõ gençlerin çõkardõğõ söylen- tisi yayõlmõş. Bu büyük yangõndan Amerikalõlar ba- zõ dersler de çõkarmõşlar. İtfaiyenin önem- li hatalarõ olmuş, kentte ilk itfaiye oku- lu bu acõ deneyden sonra açõlmõş. Çocuk yüzlü rehberimiz, elinde mik- rofonla, nehrin iki yakasõndaki gökde- lenlerle ilgili bilgiler de verdi. Bu yüksek binalarõn tepelerine doğru uzun süre ba- karsanõz, boyun fõtõğõ bile olabilirsiniz. Art arda sõralanmõş gökdelenlere bakmaktan boynumda ağrõlar hissetmeye başladõm. Gördüğümüz binalar içinde 16 bin pen- ceresi olandan tutun da, ayrõ posta kodu olan binalar bile vardõ. Yani her biri ay- rõ bir semt gibi. Birinin tepesi altõnla kap- lanmõş gibi, sarõ bir õşõğõn içindeydi. Şi- kago, mõsõrõ bol olan bir bölge, herhalde bu yüzden olacak, yan yana iki mõsõr ko- çanõ gibi duran gökdelenler de epey il- gimizi çekti. Bu dev yapõlarõn bazõlarõnõn 80 yõlõ bulan bir geçmişi var, yapõlarõn ba- zõlarõ son kõrk-elli yõl içinde, bazõsõ ise da- ha yakõn zamanlarda yapõlmõş. Şikago Nehri durgun, ağõr ağõr akõyor, üstünde- ki yolculuğumuz da yavaş, ağõr ağõr geçti. Bir yerleri gezerken, Evliya Çelebi’yi hatõrlamamak olasõ mõ? Evliya Çelebi, zor geçen bir Karadeniz yolculuğundan son- ra İstanbul’a dönünce, annesinden ba- basõndan önce Eyüp Sultan’a koşmuş, bir daha Karadeniz’de vapur yolculuğuna çõk- mayacağõna dair “Nasuh tövbesi” etmiş. Bizim Karadeniz’de değil ama, Akdeniz kõyõlarõnda dalgalar yüzünden kötü geçen bir tekne gezimiz olmuştu. Nehir turunun ardõndan, Michigan Gölü’nde yapmayõ dü- şündüğümüz geziden bu tür kaygõlardan çok, göl kenarõnda vapur bekleyen uzun kuyruklar yüzünden vazgeçtik. CMYB C M Y B 30 EYLÜL 2008 SALI CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 AKP medyasındaki yazarlar Baş- bakan Erdoğan’ın gazete boykotu çağrısının işe yaramadığını görünce fetva yayımlamaya başladılar. Yeni Şa- fak’tan Hayrettin Karaman 25 Ey- lül’de, “Bir Müslüman olarak, ‘İslamı rehber ediniyorum’ diyenlere, ekono- mik menfaatı için her şeyi mübah sa- yan medyayı boykot etmenin farz, onları desteklemenin haram olduğu- nu ifade etmek isterim” diye yazdı. Hürriyet’ten Mehmet Y. Yılmaz, Cu- martesi günü Karaman’ı, “Kitapta olmayan yeni bir şey icat ediyor?” di- ye eleştirdi. Ancak Karaman’a en sert tepki okurlarından gelmişti. De- niz Feneri rezaletine dikkat çekiyor- lardı. Karaman’ın pazar günkü köşe- sinde yer verdiği mektuplardan ilki Af- şin Bozkurt imzalıydı: “Sayın Hocam, dini kullanarak rant sağlayan yüzlerce şirket aleyhine hiç- bir cemaat iki kelime etmedi. İktidar ve yerel yönetimlerdeki yolsuzluk diz bo- yu. Müslüman olsun da ne olursa ol- sun diyorsanız bir şey diyemeyeceğim. Değişen bir şey yok hocam. Hor- tumcular değişti. Nerede Seyyit Ku- tup vb.’yi okuyanlar; hepsi ihale pe- şinde. Siz bir ilim adamısınız ve öyle kalın.” İbrahim Gölbaşı adlı okuru ise Karaman’a, “Bir sonraki yazınızda ve- rilen sadakaların yerli yerince sarf edilmediğinin fetvasını da verirseniz Müslümanlara iyilik yapmış olursunuz” diye seslenmişti. Karaman yazısının sonunda, “Bu iki mektubu özeleştiri olarak kabul etmek gerekir” demişti. Oysa kendisi bir özeleştiri yapamamıştı. Mesela bir başbakanın siyasal öfkesine destek için fetva vermeyi göze alabilen bir din adamının salt inandırıcılığını yitirme- diğini aynı zamanda eğitimini aldığı İs- lam hukukuyla çeliştiğini de yazabilirdi! Eskiden şeriatçılar toplumu İslam hu- kukuna uydurmak için çabalardı. Si- yasallaşan dincilik bunun tam tersini zorluyor! Artık din siyasete uydurulu- yor! Ancak Hz. Ömer’in adaletine ina- nan Anadolu Müslümanı bunu ya- panlara dersini de ağzının payını da çok güzel veriyor! Yukarıdaki iğrenç başlığı Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Vakit ga- zetesi dün manşetine çıkarmıştı. Bu gazete ulusalcı general, politikacı ve bilim adamlarının, Kemalist ga- zetecilerin ve Türkiye’yi kuşatan cemaat örgütlenmesini “F tipi” diye deşifre eden polis şefinin “çeteci” id- diasıyla cezaevine konulmasıyla ye- tinmemişti. Hedef tahtasında bu kez Ahmet Necdet Sezer vardı. Vay efendim Sezer ADD’ye para aktar- mışmış, Tuncay Özkan’la ilişki kur- muşmuş! Sayın Sezer bir yakınının türbanı yüzünden ülkesini AİHM’ye şikâyet etseydi, hocası Erbakan’la kayıp trilyon davasında suç ortağı ol- saydı, Meclis’teki, Köşk’teki porse- lenleri Deniz Feneri’ne gönderseydi, Atatürk ve laiklikle ilgili ağzına geleni söyleseydi ve birkaç tetikçiyi uça- ğında gezdirseydi bugün bu çamu- run hedefi olmazdı! Koltuğunda otu- rur, ülkeyi gül gibi yönetmeye devam ederdi! Bakalım daha neler görece- ğiz? İyi bayramlar Türkiye!.. Bencillik! AKP’li gazetelerde son yıllarda nük- seden “benimkisi” hastalığı giderek ya- yılıyor! Bunların en radikali, bir yazar- ları tecavüz olayına karışınca “Benim sapığım iyidir” konusunda günlerce rol kesmişti! Sonra aynı gazetenin bir yazarı Deniz Feneri konusunda yanlı olduğunu anlatırken, “Be- nim hırsızım iyidir” anla- yışını itiraf etmişti. Cemaat yoldaşlığında safları sıklaştırma bencil- liği, “Benim onurlum”a kadar geldi! Eski ülkücü Mümtaz’er Türköne de bugün durduğu safın hakkını veren yazarlardan biri! Zaman gazetesinde pazar günkü yazısını Kı- lıçdaroğlu - Fırat tartışmasına ayıran Türköne, Fırat’ın adının uyuşturucu ti- caretiyle yan yana anılmasından epe- yi rahatsız olmuştu. Ona göre Kılıç- daroğlu uyuşturucu iddiası nedeniy- le Fırat’tan özür dilemeliydi! Aksine, “Siyasetçinin onurunu kim koruya- cak”tı?.. Türköne, acaba kimin onu- rundan söz ediyordu? “Ulan”, Müfte- ri”, “Şerefsiz”, “Sülün Os- man”, “Ruhen sahtekâr” diye hakaretlere uğrayan Kılıçdaroğlu’ndan değil mi?.. Hayır!.. Türköne, “Tartışmadan geriye kalan yegâne şeyin, Fırat’ın zedelenen onu- ru olduğu açık değil mi?” diye yaza- rak ne pahasına olursa olsun “Be- nimkinin onuru” demişti!.. Evet, Ra- dikal’in de yazdığı gibi Fırat ve Türköne âlemi kör, milleti sersem mi sanıyor! Kolbastı!.. Gerçek Hayat adlı dergi geçen haftaki sayısında Deniz Feneri vur- gunuyla ilgili İslamcı yazarların gö- rüşlerine yer vermişti. Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak, “Kol kı- rılıp yen içinde kalınca kollar kangren oluyor, çolak kalıyor” yorumunu yap- mıştı! Zaman gazetesi yazarı Ali Bu- laç ise belediyelerdeki yolsuzlukları 2006 yılında dile getirdiği için tehdit edildiğine dikkat çekmişti. Yani biri- leri ona, “Bunları yazma elini kolunu kı- rarız” demeye getirmişti! Ona göre “Kol kırılır yen içinde kalır anlayışının bırakılması gerekiyor”du! “Hırsızın sa- vunması olmaz” diyen Bulaç, “Bizim tarikattan dersek Allah sille vurur” diye isyan etmişti. Mektup dergisinden Emine Şenli- koğlu’nun yanıtına bakılırsa ortada “sille” falan yoktu! Tüm olanlara kar- şın belli ki “Allah’ın sopası yok sözü- nü” de es geçmişti!.. Emine Hanım, kimsenin 5 kuruş çaldığına inanma- dığını söylemiş ve bu yüzden de “Eleştiri yapmaya gerek duymuyorum” demişti! Gurbetteki Müslümanlar inanç sömürücülerine ellerini verince kollarını da kaptırmışlardı. İslamcı yazarlar halen “Kol kılırsa yen içinde kalır” mı kalmaz mı diye kolbastı oy- nuyorlar! Evlere şenlik yani! “Sosyolog Max Weber ticarete dalan sofu Protestan tarikatla- rının başardığı ekonomik dinamiz- mi anlatırken, bu ‘dünyevileşme’ yüzünden eski ruhaniyetin kay- bolduğunu yazmıştı. Aynı çalkan- tılı süreci yaşıyoruz! Türkiye zen- ginleşirken geleneksel değerlerin içi boşalıyor! Çok büyük iki sorun var: Ticari kazanç iyidir ama dü- rüstlük için ‘dindarlık’ yeterli de- ğildir.” Taha Akyol, Milliyet “Daha ilginç durum da şudur: AKP Genel Başkanı’nın yaptı- ğı boykot çağrısı, parti il ve ilçe teş- kilatlarında mâkes bulmadı. 16 milyondan fazla oy vereni bulunan, her il ve ilçede teşkilatlanmış bir si- yasî örgüt böyle hararetli bir çağ- rıya sessiz kalıyorsa parti kurmay- larının bunu etraflı bir şekilde de- ğerlendirmesi gerekiyor.” Ekrem Dumanlı, Zaman e-posta: [email protected] MED CEZİR MEHMET FARAÇ Fetvacıya Dersler!.. 28Eylü2008(Sözcügazetesi) ‘Sezer Çetenin Neresinde?’ TOKİ!.. Toplu Konut İdaresi (TOKİ) Baş- kanlığı dar gelirlileri ev sahibi yapma iddiasıyla kurulmuştu. Oysa kurum son yıllarda AKP’lileri ihya etmekle uğraşıyor. MHP Genel Başkan Yar- dımcısı Murat Şefkatli, 1 Mart 2007’de düzenlediği basın toplantı- sında, TOKİ’nin Eşkişehir yolunda yaptırdığı 400 bin YTL değerindeki Erler Mahallesi konutlarının, AKP’li- lere 160 bin YTL’ye satıldığını söy- lemişti. TOKİ Başkanı Erdoğan Bay- raktar ise eski ve yeni 150 millet- vekilinin kurumdan konut aldığını açıklamak zorunda kalmıştı. Konu- yu son olarak 26 Eylül’de Yeni- çağ’dan Sabahattin Önkibar gün- deme getirdi. TOKİ’den lüks konut alan AKP’li milletvekilleri arasında Veysel Eroğlu, Egemen Bağış, Suat Kılıç, Süleyman Çil, Sabri Va- ran, Seyfi Terzibaşoğlu, Zeynep Tekin Börü, Mehmet Danış, Bekir Bozdağ, Mevlüt Akgün, Suat Pa- muklu da varmış. Aralarında Zahid Akman’ın bulunduğu çok sayıda bürokrat da TOKİ’den ev almış! Önkibar hazır Ankara’dayken, İs- tanbul Ümraniye’deki Yeşilvadi ko- nutlarından kimlerin nemalandığını da araştırabilir mi acaba?.. Belki orada da “Dünyada iman, ahirette mekân” deyişini “Dünyada TOKİ ahirette mekân”a çevirenler vardır! Çelişkiler ülkesi Amerika Çok farklõ yaşam tarzlarõnõ birlikte görebildiğiniz ABD’de Avrupa’nõn tersine ne hõzlõ trenler var ne de Türkiye’deki gibi büyük otobüs şirketleri İ nsan yolculuklarõnõ ya- zacaksa hemen yazma- lõ, sonra yazarõm derse- niz olmuyor. Gördükle- riniz, yaşadõklarõnõz bir düş gibi çabucacõk uzaklaşõ- yor sizden. Hatta başkalarõnõn gördüğü bir düş gibi... Sonra yazarõm dediğim için iki Al- manya gezimle ilgili tek bir sa- tõr yazamadõm. Katõldõğõm okuma etkinliklerini düzen- leyen yazar dostlarõm Aydın Yeşilyurt’un, özellikle Erol Yıldırım’õn verdiği bilgiler hâlâ notlarõm arasõnda duruyor. İlk Almanya gezimde, Duis- burg’da dinleyiciler arasõnda Fakir Baykurt’u da görmek, ayrõ bir heyecan vermişti ba- na. O yolculuklarõmõ demlen- me süresini uzun tuttuğum için yazamadõm. Bir ay süren Amerika gezi- sinden döndükten sonra bu kez sõcağõ sõcağõna sarõlõyorum kaleme. Yurtdõşõ yolculukla- rõnda herkesin ortak gözlemi şu olsa gerek: Bizler Batõlõla- ra göre daha sabõrsõz, aceleci insanlarõz, dahasõ bir sürü ka- balõklarõmõz var. Yaşamõn her alanõnõ bir can pazarõ gibi gö- rüyoruz, her iş yitirilecek bir fõrsat ya da görülecek bir he- sap gibi geliyor bize. Davra- nõşlarõmõzda, kibar göründü- ğümüz zamanlarda bile, bir tehdit her zaman kendini bel- li eder. Amerika’dan önce, son Al- manya yolculuğumdan küçük bir gözlemle başlamak istiyo- rum yazõma. Köln’den Stutt- gart’a giderken, hõzlõ trene bin- meyi özellikle istemiştim. Çün- kü aynõ günlerde bizim elimi- ze yüzümüze bulaştõrdõğõmõz bir “hızlı tren” projemiz var- dõ. Ünlü Dom Kilisesi karşõ- sõndaki Köln İstasyonu’ndan kalabalõğa rağmen itilip kakõl- madan rahatça bindim trene, iki saat geçmeden Stuttgart’tay- dõm. Yol boyunca ulaştõğõmõz hõz, oradaki devletin gücünü de düşündürüyordu bana: Saatte 300 km. Koltuklar dolu oldu- ğu için tuvalete yakõn, ayakta yer bulabilmiştim. Tuvalet için gelen her yolcu önce bana da- nõşõyor, sonra içeri giriyordu. Kendime bir eğlence bulmu- şum gibi yerimden ayrõlmadõm, sõkõşmõş birinin bu nezaket ku- ralõnõ bozacağõnõ düşündüm. Hayõr, çok zor durumda bile ol- salar, her gelen aynõ nezaketi gösterdi. Ancak Almanya’da şöyle bir olayla da karşõlaştõm: Yeğenimin arabasõyla Stutt- gart’õn çamlar içindeki küçük bir kasabasõnda dar bir sokağa girmiştik. Sola park edilmiş bir otomobil yolu daralttõğõn- dan, o sõrada sağa, onun karşõ- sõna yanaşan yaşlõ Alman’dan kibarca yol istedik. Adam ha- talõ olanõn kendisi değil, soldaki araç olduğunu söyleyerek evi- ne girdi. Bize de geri vitesine takõp kendimize başka bir yol aramak düştü. Adamõn bu tav- rõna bir anlam verememiş, ya- bancõ düşmanlõğõna bile yor- muştuk. Benden daha sakin davranan direksiyondaki ye- ğenime; “Sizi bu yaşlı Al- manlar olgunlaştırıyor gali- ba” demiştim. İşsizlerin telaşı fazla Batõlõlarõn ilk gezilerimden bildiğim nezaketini, Amerika yolculuğum sõrasõnda daha uça- ğa binerken görmeye başla- dõm. Yabancõlar yolunu kapa- yan birini hemen uyarmõyorlar, sõkõntõsõnõ anlamaya çalõşõp sa- bõrla bekliyorlar. İşsizlerin, eli boşlarõn, aylaklarõn telaşõ her- halde daha fazla oluyor. Şikago Havaalanõ’nõn pasa- port işlemleri için geçtiğimiz uzun koridorlarõ büyük boy resimlerle süslenmiş; bir süre kapõsõz penceresiz devam eden yüksek duvarlarõn tekdüzeliği, sõkõcõ görüntüsü bu tablolarla giderilmiş. Kalabalõğa, uzun kuyruklara rağmen, işlemleri- miz çabuk bitti. Park yerinde bizi bekleyen oğlumun minibüs biçimindeki büyük Amerikan arabasõna eş- yamõzla birlikte rahatça sõğdõk. Anneler, babalar, Tanrõ’nõn bi- ze verdiği aklõn hepsini de ço- cuklarõna vermekle sorumlu görürler kendilerini, her fõr- satta bu sorumluluğumuzu ye- rine getirmeye çalõşõrõz. Geçen yõl oğlum telefonda ikinci el büyük bir araba aldõğõnõ söy- lediğinde, keşke küçüğünü al- saydõn diye akõl verecektim. Bi- raz yaşadõkça gördüm ki, Ame- rika’da büyük arabadan zarar gelmiyor. Almanya’da gördü- ğüm hõzlõ trenler burada yok, şehirlerarasõ otobüsler nerdey- se yok denecek kadar az... En büyük yollarõnda bile bizim Varan’larõ, Ulusoy’larõ, Koç’la- rõ hatõrlatan tek bir firma adõna rastlamadõm. Gittiğiniz her yerde kolayca kiralõk araba bulabiliyorsunuz. Şehirlerara- sõ otobüslere daha çok yoksul- lar, garibanlar biniyorlarmõş. Türkler (sanõrõm öteki yaban- cõlar da) burada bir dayanõşma içinde yaşõyorlar, havaalanõ- na gidip gelenleri arkadaşlarõ taşõyorlar. Oğluma da böyle birkaç görev düştüğünde, bü- yük arabanõn ne işe yaradõğõnõ gördüm. SÜRECEK DÜNYA RESMİNİN DEVLERİ Şikago Sanat Enstitüsü, Michigan Caddesi üzerinde, kentin içlerine doğru yürürken, büyük yangõndan kurtulan o tek yapõ Su Kulesi’ne gelme- den önce, sağda bir yerde... Bu- rada aklõnõza gelebilecek bütün büyük ressamlarõn birkaç tab- losunu görme şansõnõ yaşa- dõk. En başta Renoir karşõladõ bizi. Paul Cézanne’õn (1839- 1906) Elma Sepeti (1895), Yõ- kananlar, Marsilya Kõyõlarõn- da (1886-90) tablolarõnõn ya- nõna karõsõnõn portresi de kon- muştu. (Madame Cézanne, biraz suratsõz bir kadõn olma- lõ.) Claude Monet’nin (1840-1926) Vaterloo Köprüsü ve tar- lalarõ... Paule Gaungine’in (1848-1903) resimlerinden sonra karikatürlerinden de bildiğimiz Poul Klee (1879-1940) çõkõ- yor karşõmõza. Onun, organlarõn geometrik çizildiği Pireli Ha- yalet’ine (1929) bakõyoruz uzun uzun. Dört kişilik grubumuz, ilk kez bu resimlere bakarken uzaklaşõyor birbirinden, renklerin, çizgilerin dünyasõnda büyülenip kalõyoruz. Henri Matise’in (1869-1954) Pembe Divandaki Kadõn resmine bir Türk res- mine bakar gibi bakõyorum, divanda oturan kadõnõn bacağõn- da kõrmõzõ, paçalõ şalvar, ayaklarõ çõplak... Bunun gibi Türk re- simlerini, bizim renklerimizi hatõrlatan resimler var ama, bu bü- yük ressamlar arasõnda keşke bir Türk’ü de görebilseydik. Ker- Xavier Roussel’in Renoir’a benzeyen Çiçekler’i (1904) M. Chagalle’õn (1887-1885) Çarmõha Gerilmiş İsa’sõ, önünden ay- rõlamadõğõmõz yüzlerce tablodan bazõlarõ. Salvador Dali’nin, Picasso’nun resimleri ayrõ bir he- yecan veriyordu izleyenlere. Pi- casso’nun burada gördüğüm re- simlerine bakõnca, onun 1910’lara kadar gerçekçi, daha sonra asõl ki- şiliğini bulduğu kübik resimlere yöneldiğini anlayabiliyorum. Bu tablolarõn hangisine bakmalõ, han- gisini anlatmalõ... Gitarist’ine ba- kõyorum uzun uzun... Kucağõndaki gitar dimdik duruyor, adamõn başõ vurulmuş gibi öne düşmüş, zayõf, çökmüş bir yüz sol cepheden gö- rülüyor. Gözleri kapalõ, kör... İn- cecik parmaklarõ, gitarõn telleri gi- bi incelmiş, derisinin içinde oyna- yan parmak kemikleri çizgi çizgi or- tada. Ayaklarõ çõplak. Adam gitarõ öyle bir kucaklamõş ki... yok- sulluk da her ikisini kucaklamõş. Bu resme erbabõ baksa gita- rõn çõkardõğõ sesleri de gösterebilir bize, Picasso, resme sesi de sokmuş sanki. Kedili Çõlgõn Kadõn (1901), Çõplak Kadõn (1906), Kõrmõzõ Koltuk (1931) onun tekrar tekrar dönüp baktõğõm re- simlerindendi. Bu büyük ustanõn burada bulunmayan bazõ re- simlerini de (Yelpazeli Kadõn vb.) Washington’da başka bir mü- zede gördük. Şikoga’daki müzede, resmin büyük dehasõ Sal- vador Dali’nin o büyüleyici fantastik tablolarõ da vardõ: Ca- navarlarõn İcatlarõ, Sonsuzluğun Görüntüsü vb. Aynõ müzede birkaç heykel de sergilenmişti. Boudlair’in büs- tünü Raymond Duchamp-Villon (1911) yapmõş. Dudaklarõ çiz- gi gibi ince, ucu sivri bir burun, saçlarõ epeyce dökülmüş. Za- yõf yüzünün çizgileri düzgün... Rodin’den de “Çıplak Kadın” heykeli sergilenmişti. Rüzgârlõ şehir: Şikago
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle