18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 28 MART 2007 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Cumhurbaşkanlığı Seçimi Prof. Dr. Tayfun AKGÜNER İKÜ Hukuk Fakültesi umhurbaşkanlığı seçimine az kaldı. Süreç 16 Nisan 2007’de başlayacak. Cumhuriyet anayasalarının tümü “Cumhurbaşkanının TBMM tarafından seçilmesi ilkesi”ni benimsemiştir. Her ne kadar, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları yapılırken, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi önerilmişse de, kurucu meclisler bu önerileri benimsememişlerdir. Hükümet, Meclis’teki sayısal çoğunluğuna dayanarak, kendi partisinden birini cumhurbaşkanı seçmek istiyor. İlk bakışta, böyle bir yaklaşımda sorun yokmuş gibi gözüküyor. Ancak toplumun önemli bir kesimi, muhalefetle ve sivil toplum örgütleriyle bir uzlaşma (consensus) sağlanarak bu seçimin yapılması gerektiğini savunuyor. Bu kesim anayasanın 102’nci maddesini yorumlarken, nitelikli toplantı ve karar yetersayılarının dikkate alınması üzerinde duruyor. Böylece, cumhurbaşkanının yansızlığının sağlanabileceğini ileri sürüyor. 1982 Anayasası, cumhurbaşkanına özel bir statü tanımıştır. Örneğin, anayasada yasama dönemi beş yıl olarak saptanmışken, cumhurbaşkanının seçim dönemi yedi yıl olarak gösterilmiştir. Cumhurbaşkanı yeniden seçilemez. Varsa partisi ile ilişiği kesilir. Milletvekilliği sıfatı sona erer. Böylece, devletin başı olan ve Türk ulusunun birliğini temsil eden cumhurbaşkanından, bağımsız, partiler üstü bir statüde görev yapması beklenir. Aslında sorun şuradadır: Bu Meclis cumhurbaşkanlığı seçimi yapabilir mi? Yapmalı mıdır? Yanıt şudur: Bu Meclis biçimsel olarak seçimi yapabilir. Ancak, yapmamalıdır... Niçin yapmamalıdır? Çünkü, 2007 cumhurbaşkanlığı seçiminde hem “meşruiyet” hem de “kanunilik (yasallık, hukuksallık)” sorunları vardır. Kanunilik sorununun nasıl çözüleceği, Yargıtay Onursal C. Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından açıkça ortaya konulmuştur ve birçok anayasa hukukçusu da bu çözüme katılmıştır. Ana muhalefet partisi bu çözüm çerçevesinde konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğini açıklamıştır. Ancak, cumhurbaşkanlığı seçiminde karşılaşılan bu kanunilik sorunu yanında, bir de PENCERE ‘Atatürkçülüğün Yeri ve Anlamı’ Aşağıdaki yazı 1968’de, demek ki yaklaşık 40 yıl önce bu köşede yayımlanmıştı. Hiçbir yorum yapmadan yine aynı başlıkla yayımlıyorum. ? “1 DEĞİŞİM İnsan toplumları devamlı değişim içindedirler. Bu değişimi hiçbir güç durduramaz. Evrenin kanunları evrenin bir parçası olan insan toplumunda da geçerlidir. Madenler ısıtılınca genişler; su belirli bir sıcaklıkta kaynar. Toplum işte bu soydan kanunlara bağlıdır. Ne var ki biz toplumun kanunlarını ancak tarihin laboratuvarında açıkseçik görebiliyoruz. Çünkü madenlerin ısınması için nasıl bir zaman parçası gerekiyorsa, insan toplumundaki değişiklik için bir süre gereklidir. Bu süre gereklidir. Bu sürenin bazan çok uzun oluşu insanları aldatabilir; “hiçbir şey değişmiyor” duygusu yaratabilir. Tarihin derinliklerine bakınız: İnsan toplumlarının ilkel yaşayıştan kölelik düzenine geçtiğini, kölelikten sonra feodalitenin başladığını göreceksiniz. Feodaliteden sonra gelen burjuvazi, uygarlık tarihinde kapitalizm aşamasına damgasını basmıştır. Kapitalizmin ardından sosyalizm gelmektedir. Her bir değişimde, insan toplumlarındaki imtiyazlar biraz daha tasfiye edilmiş, özgürlük biraz daha kazanılmıştır. 2 DEVRİM İşte yukarıdaki değişimi insan iradesiyle ileriye doğru hızlandırmak devrimi yaratır. Demek ki kölelikten sosyalizme doğru yürüyen evrensel değişimde ileriye doğru her bir hızlı adım, bir devrim sayılır. Türkiye’de Atatürk devrimlerinin değeri işte buradadır. Kapitalizmin emperyalizmini Anadolu’da kan ve ateşle yenmek bir devrimdir; Cumhuriyeti ilan etmek bir devrimdir; laikliği devlet yönetiminde geçerli kılmak bir devrimdir. Geleceğin toplumu, Cumhuriyet biçiminde antiemperyalist ve laik olacaktır. Geleceğin toplumuna giden yolun temel taşlarını büyük iradesiyle yerli yerine koyan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk tarihinin yetiştirdiği en büyük devrimcidir. Eğer Atatürk olmasa idi, uzun bir tarih süreci içinde Türkiye gene Cumhuriyete kavuşacak, laikliği gerçekleştirecekti. Çünkü yakın bir tarihte, dünyada ne şah, ne padişah, ne kral kalacaktır; yakın bir tarihte bütün insan toplumları laik olacaktır. Ama Türkiyemizin bu gidişte şerefle öncelik alması Atatürk sayesindedir. 3 KARŞIDEVRİM Yazımıza başlarken toplumun devamlı ve kaçınılmaz değişim içinde bulunduğunu söylemiştik. Bu değişim ileriye doğrudur. Bu değişimi sosyalizme doğru hızlandırmak insan iradesiyle nasıl mümkünse ve bunu sağlamak nasıl devrimi yaratıyorsa; toplumun kaçınılmaz değişimini bir süre için geciktirmek veya geriye çevirmek de insan iradesiyle mümkündür. İşte toplumun ileriye doğru değişimini bir süre için geciktirebilen veya geriye çevirebilenler karşıdevrimci’lerdir. Toplumun tabiî değişim kanunları içinde bu irade çatışma halindedir. Türkiye’de bugün ileriye gidişi durdurmak isteyen güçler dışardaki karşıdevrimci çevrelerle işbirliği halindedirler. Bunların husumeti, Türk tarihinin en büyük devrimcisi Atatürk üstüne yoğunlaşmaktadır. 4 EMPERYALİZM İnsanın insanı sömürmesi yanında bir yabancı devletin bir başka milleti sömürmesi vardır. Bugün Türkiye’de emperyalizm basit bir tarifle yabancıların Türk milletini sömürmesidir, diye tanımlanabilir. Emperyalizm milli bilincin ve devrimci şuurun uyanmasını istemez. Çünkü bir toplumun milli bilinci keskinleşir ve bir millette devrimci şuur uyanırsa, sömürücü güçleri tasfiye etmek imkânları kuvvetlenir. Bunun içindir ki, emperyalistler Türkiye’de karşıdevrimcilerle ittifak halinde şu programı uyguluyorlar: a) Milli bilinci körletmek için ümmetçiliği ve şeriatçılığı körüklüyorlar. b) Devrimci şuuru uyutmak için devrimci güçleri çürütmeye çalışıyorlar veya satın almaya uğraşıyorlar. Eğer milliyetçi güçler yabancı bir devletin nüfuzunu kabullenecek kadar yozlaşırsa Türk milleti emperyalizme tam anlamıyla teslim olacak ve uygarlık yarışında ileriye gidiş bir süre için karşıdevrimciler ve yabancı ortakları eliyle durdurulacaktır. ? İşte bu açık seçik tablo içinde “Atatürkçüyüm” diyen kişinin, devrimcinin iradesini hangi yönde kullanacağı bilimsel bir gerçek olarak ortaya çıkar. “Atatürkçülük” lâf ü güzaf değil, evrenin bilim kanunları içinde değeri, yeri ve anlamı olan bir tarihi olgudur. 12 Ekim 1968” Bir Hüzün Gecesi OYA BAYDAR’IN “Kedi Mektupları” 12 Mart ve 12 Eylül mezaliminden Avrupa’ya sığınmış solcuların hallerini anlatır, kedilerinin diliyle. Kediler, kokularıyla konuşur ve insanların üstüne sinen kokularıyla yazışırlar. Kedilerden biri sahibinin düzenlediği yılbaşı gecesini anlatır arkadaşına. Sığınmacılar, Sovyet sisteminin yıkılışıyla gelen kasveti ve boşa giden devrimciliğin acısını gidermek niyetiyle içerek eğlenmeye, geçmişteki çabalarını anımsayarak şakalaşmaya, içlerindeki üzüntüyü dağıtmaya çalışmışlardı ama heyhat, “odaya bu yenik insanların anıları, kavgaları, isyanları, boyun eğişleri çökmüştü. Binlerce kilometre uzaktaki bir ‘memleket’, onlarca insan yılı uzaktaki bir umut ve sarhoşluğun bulandırdığı bir keder doldurmuştu odayı.” Kısacası, yenilginin onulmaz yarası, kedilerin bile sezdiği bir hüzün. umhuriyetin hırpalanması, kemirilmesi ve ardı ardına iki seçimden sonra bambaşka bir rejime dönüştürülmesi, acaba bu gidişi önlemek için çırpınanları bir gün böyle bir hüznü paylaşmaya iter mi? Yılların ötesinden bugünlere bakıp “Niçin başarılı olamadık? Göz göre göre gelen yıkılışı neden durduramadık?” diye sorar mıyız acaba birbirimize? Bir yerlerde, kutlanmaz olmuş bayramları anmak için toplandığımızda. Kimlerin nasıl yan çizdiğini, hiç gelmeyecek fırsatlar için gönüllerinin “derin soğutucuları”nda kendilerini nasıl saklı tuttuklarını, seferberlik çabalarımızın nasıl boşa çıktığını ve sonra cumhuriyeti rezil edenlerin zafer borazanları çalarken nasıl kedere boğulduğumuzu anımsayarak. Bedri Baykam, dünkü yazısında, halk için artık “sokağa çıkma” gününün geldiğini anlatırken coşmuştu ve halk “meydanları dolduracak, sivil darbe ya da askeri müdahale yaşanmadan bu ülkenin yörüngesini düzeltecek” demekteydi. Kastettiği, 14 Nisan Ankara mitingi ya da yürüyüşüydü. Cumhurbaşkanı seçimini etkilemeyi amaçlayan böyle bir girişimle toplanacak insan sayısının önemini biliyordu herhalde. Müthiş etkileyici bir kalabalık toplanmadıkça, daha doğrusu “turuncu devrim” provasına benzer son bir cenaze törenindeki kadar insan bir araya gelmedikçe o zayıf görüntüyü cumhuriyetin cenaze töreni olarak yorumlayanlar çıkacağını da. Böyle düşünürken, birden ne duyuyorsunuz: Meğer bir siyasal parti, 8 Nisan’da aynı amaçla bir başka miting yapmayı planlıyormuş ve 14 Nisan bir “sivil toplum kuruluşu”nun girişimi olarak kalacakmış. Sanki şu günler, örgüt türleri arasında ayrım yapılacak günlermiş gibi. Sanki bir ortak komite kurup bütün girişimleri birleştirmek ve güçleri bir araya toplayıp etkinin yoğunluğunu arttırmak çok zormuş gibi. Geleceğin o hiç gelmemesi umulan bir hüzün gecesinde herhalde en çok üzüntü verecek anılar, bu dağınıklığın, bilinçsizliğin ve miyop bencilliğin anıları olur bu gidişle. [email protected] C C meşruiyet sorunu vardır ve bu sorun yeterince irdelenmemiştir. Meşruiyet, sosyolojik bir kavramdır. Kısaca, kamuoyunun vicdanı olarak tanımlanabilir. Eğer bir konu, kamuoyunun (halkın) aklında ve vicdanında makul, adaletli, mantıklı ve kabul edilebilir görülüyorsa, meşrudur. Yasallık ise bu konunun yürürlükteki kurallara uygun olup olmamasına göre belirlenir. Meşruiyet güncel, vicdani, etik (aktöresel) ve ahlaki (töresel) yönler içerir. Her ne kadar, hukuk kurallarının meşruiyeti gerçekleştirmek için kabul edildiği ileri sürülebilirse de, hukuk kuralları yürürlüğe girdikleri yerin ve zamanın meşruluk anlayışını yansıtırlar ve bu anlayışı nesnel konuma getirirler. Meşruiyet anlayışı ise sürekli bir devinim içindedir ve güncel toplumsal durumu ya da vicdani değerlendirmeleri yansıtır. TBMM, cumhurbaşkanını seçme yetkisi bakımından meşruiyet sorunu ile karşı karşıyadır. Bu sorun, “seçim sisteminden” ve “3 Kasım 2002 seçim sonuçlarından” kaynaklanmaktadır. 1980 yılından bu yana 1983, 1987, 1991, 1995, 1999 ve 2002 yıllarında genel seçimler yapılmıştır. Bu altı seçimden 1983 seçimleri dışındaki seçimler adaletsiz sonuçlar doğurmuştur. Üstelik, adaletsiz sonuçlar doğuran öteki beş seçimden en adaletsiz olanı 2002 seçimleridir. Oyların çok sayıda partiler arasında dağılması ve ülke barajını sadece iki partinin aşması sonucunda, barajı aşamayan partilerin aldığı yüzde 45 oranında oy, TBMM’de temsil edilememiştir. Sonuçta, Meclis’e giren partilerin temsil oranında adaletsiz (meşru olmayan) sonuçlar ortaya çıkmıştır. Örneğin, seçimlerden birinci parti olarak çıkan AKP, aldığı yüzde 34.4 oya karşılık, yüzde 66.4 milletvekili çıkarmıştır. Böylece bu partinin artık temsil oranı yüzde 32 olmuştur. Meclis’e giren öteki parti CHP de, aldığı yüzde 19.41 oy karşılığında yüzde 32.18 milletvekili çıkarmış ve yüzde 13 artık oy oranı elde etmiştir. Bu durumda, 1950’den bu yana yaptığımız 14 genel seçimde en adaletsiz olanı 2002 genel seçimidir. 2002 yılında ortaya çıkan seçim sonuçları, 195060 arasında uygulanan ve birçok yakınmayı birlikte getiren listeli çoğunluk sisteminden daha da ada letsizdir. 195060 döneminde en adaletsiz sonuçlar doğuran 1954 seçimlerinde Demokrat Parti (DP), aldığı yüzde 57 oyla Meclis’te yüzde 93 temsil oranı sağlamıştır. Yani bu oran, aldığı oyun yaklaşık üçte ikisidir. Oysa, 2002 seçimlerinde AKP, aldığı yüzde 34 oyla, yüzde 66 milletvekili elde ederek, aldığı oyun yaklaşık bir katına yakın artık temsil oranına sahip olmuştur. Türk seçmenin sadece yüzde 43.3’ünü temsil eden bu Meclis’in cumhurbaşkanını seçmesi, anayasanın sözü ve ruhu ile bağdaşmaz. Unutulmamalıdır ki, anayasa bir tür toplum sözleşmesidir. Bu nedenle, Meclisler, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde meşruiyete uygun davranmalıdırlar. Meclis’te ulusun çoğunluğunu temsil etmeden yeterli bir sayıya sahip olmak, anılan meşruiyeti gerçekleştirmek için yeterli değildir. Meclis’in, cumhurbaşkanını uzlaşma ile seçmesi gerekir. Meclis’e giremeyen siyasal partilerle de uzlaşma sağlanmalıdır. Anayasanın öngördüğü nitelikli toplantı ve karar yetersayılarını dikkate almadan yapılacak bir seçim meşru olamaz. Cumhurbaşkanını seçen Meclis’in, tüm seçmeni temsil oranı yüksek sayılarda olmalıdır. Eski cumhurbaşkanlarımız seçilirken bu temsil oranları şöyleydi: Celal Bayar (yaklaşık) yüzde 76 ve üstü, Cevdet Sunay yüzde 69, Fahri Korutürk yüzde 67, Turgut Özal yüzde 72, Süleyman Demirel yüzde 83 ve Ahmet Necdet Sezer yüzde 70... Görüldüğü gibi, cumhurbaşkanlarımızı seçen Meclislerin tüm seçmeni temsil oranı 2/3’ün üstündedir. Günümüzde de Meclis bu yüksek oranları tutturmalıdır. Unutulmamalıdır ki, TBMM’nin oluşumunda ve Türkiye’nin Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kökeninde meşruiyet yatar. Açık bir Meclis’le ve bu Meclis’in denetimi altında, Kurtuluş Savaşı yürüten ve bağımsızlığını kazanan dünyada başka bir ülke yoktur. O dönemin Meclis’i, Türk ulusunun çağdaş uygarlık düzeyine çıkmasını sağlayan devrimci ve görkemli bir Meclis’ti. Antiemperyalistti, ulusalcıydı, aydınlanmacıydı, demokratikti. Meclis, cumhurbaşkanı seçiminden önce karşılaştığı yasallık ve meşruiyet sorunlarını çözmelidir. TBMM ve Cumhurbaşkanlığı, sürekli meşruiyet tartışmaları ile karşı karşıya bırakılmamalıdır. 1920’lerin Almanya’sıBugünün Türkiye’si Osman İKİZ illiyetçiliğin yükseldiği birdenbire büyük haber oldu. Sanki milliyetçilik insanın doğasına çok yabancı, toplumsal olaylardan, siyasal M gelişmelerden bağımsızmış gibi çok kişiyi şaşırttı. Şaşıracak bir şey yok. Asıl böyle bir dalganın kabarmamasına şaşmak gerekirdi. Bir ülkenin içinde etnik milliyet çiler silahlı mücadele yürütür, uluslararası ekonomik ve politik dayatmalar o ülke insanlarını isyan edecek düzeye getirirse başka ne beklenebilir ki... Asıl üzerinde durulması gereken, milliyetçi diye lümpenlerin, marjinal grupların öne çıkması. Tuhaf bir durum, insanlar “Yurtseverim” diyor da “Milliyetçiyim” diyemiyor. Oysa milliyetçiliğin ırkçılıkla, kendini başka uluslardan üstün görmekle hiçbir ilgisi yok ki. Tabii kendini üstün ırk olarak görenlerin de kendilerini milliyetçi olarak tanımlamaları yüzünden birçok kişi sessiz kalmayı tercih ediyor. Ama anketler gerçeği ortaya çıkarıyor. Batı medyasında milliyetçiliğin yükseldiği Türkiye’de, AB düşmanlığının arttığı yolunda haberler yoğunlaşmaya başladı. Türkiye kökenli yorumcuların neler söylediklerini tahmin edebilirsiniz. Malum nakarat. Askerin ve AB karşıtlarının milliyetçiliği körüklediğini geveleyip duruyorlar. Oysa sağduyulu yabancı yorumcular, hatta politikacılar, Brüksel’in itici politikalarının tepki yaratabileceğine öteden beri dikkat çekmekteydiler. Liberal Türk yazarlarıyla akademisyenleri arasında bu sağduyulu yaklaşımı gösterenlerin sayısı ne yazık ki çok fazla değil. Liberal olmak, ülkesinin çıkarlarını göz ardı etmek değildir. Batı ülkelerinde, liberali de, sağcısı da, solcusu da, ideolojik mücadele içinde olsalar bile ulusal çıkarlar konusunda birbirlerine ters düşmezler. Bu anlayış dış ekonomik ilişkilerde de, politikada da geçerlidir. Örneğin AB’nin gelecekte alacağı biçim konuşuluyor, ama ulusal devlet ortadan kalkmış gibi davranılmıyor. Bizdeyse neredeyse haraç mezat. Bir akademisyen, faşizm tehlikesine işaret etmiş. Türkiye’de 1920 Almanya’sının atmosferi varmış. 1919’daki Osmanlı’nın dönemi de diyebilirdi. Niçin Almanya benzetmesini yaptı acaba? Naziler ve tarihin kara lekesi Hitler çağrışımı tabii ki bayağı sarsıcı. Üstelik “Kavgam” da on binlerce sattığına göre değerlendirme yerine oturuyor gibi. Türkiye ile 1920 Almanya’sı arasında paralellik kurulabilir elbette. Birinci Dünya Savaşı’nın yenik devleti Almanya, 1919’da imzalanan, 1920’de yürürlüğe giren Versay Barış Antlaşması’nın yaptırımları altında kıvranıyordu. Bismarck Almanya’sı dağıtılmış, sınırlar ye niden çizilmişti. Yenik Almanya, müttefiklere on yıl içinde 139 milyar mark savaş tazminatı ödeyecekti. Bu tazminatın bu süre içinde ödenemeyeceğini herkes biliyordu. Müttefikler ödemediği takdirde tekrar Almanya’nın tepesine binmeye hazırdı. Zaten beklendiği gibi de oldu. Fransa borç ödemesindeki aksaklık yüzünden 1923’te Ruhr bölgesini işgal etti. Erkekler çalışma kamplarına alındı. Kadınlar ve çocuklar da ülkelerinde başka bölgelere sürgüne gönderildi. Kadınlar kendilerine yatacak yer ile bir dilim ekmek verecek olana kız çocuklarını teklif edecek kadar aciz durumda kaldı. Alman hükümeti, borçları ödemek için para bastı. Enflasyon ayyuka çıktı. İnsanlar bir torba alışveriş için bir çuval para ödedi. Bu sefaleti yaşayan Almanlar, 1920’li yıllarda İngilizlerle Fransızların alay konusuydu. Aşağılanmışlık duygusu Alman ulusunu ruhen çökertti. Hitler, aşağılanmış Alman ulusunun içindeki öç duygusunu ateşledi. Adolf Hitler işte bu psikolojik ortamın eseridir. Bugünün Türkiye’si ile 1920’lerin Almanya’sı arasında kurulacak paralellik sadece kabaran milliyetçilikle kalmamalı. Türklere reva görülen davranışlar, IMF bürokratlarının, AB politikacılarının aşağılama düzeyindeki üsluplarıyla tablo daha iyi ortaya çıkabilir. AB, Kıbrıs Rum kesimini, uyarıldığı halde meydan okurcasına, bile bile tam üye yapmadı mı? Şimdi “Kıbrıs Rum kesimini tam üye yapmakla hata ettik” diye Türklerin gönlünü kazanmaya çalışan Avrupalı politikacının samimiyetine kim inanır... Ekonomi IMF mengenesinde. Talancılar, Türkiye’nin kalkınmasına katkıda bulunacak küresel aktörler olarak sunuluyor. Kaç tanesi fabrika açtı? Ne kadar istihdam yarattı, soran yok. Yeraltı zenginlikleri kimlere peşkeş çekiliyor, anlaşmalarda neler yazılı, irdeleyen var mı? Bu millet Düyunu Umumiye’yi gördü. Bugün modern versiyonu vizyonda. Tehlikenin farkında mısınız? Türkiye’de ürkütücü buldukları milliyetçilik kabardıysa liberaller hiç şikâyet etmesin. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle