23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
10 KASIM 2007 CUMARTESİ CUMHURİYET SAYFA OLAYLAR VE GÖRÜŞLER 15 AÇI MÜMTAZ SOYSAL Kim Bu Atatürk!.. Emperyal Batı’nın Türkler hakkındaki bütün bu olumsuz, haksız, yersiz, önyargılı ve küçük düşürücü görüşlerine ve düşüncelerine “Bu husumet dünyası bizi reşit saymıyor” diyerek karşı duran Atatürk, Türk milletinin savaşın galipleriyle değil de, emperyalizm ile karşı karşıya olduğunu ilk gören ve teşhis eden devlet adamıdır. yet ve Tanzimat dönemi devlet adamlarının göremediği bu temel yapıyı ilk gören ve bunu Türk toplumunun devlet ve sosyal hayatına uygulayan ve Türk ulusunun Aydınlanma çağına giriş sürecini başlatan devlet adamıdır. Batı uygarlığının temel niteliği olan Aydınlanma’yı Türkiye’ye getirmeyi gerçekten arzu eden Atatürk, aydınlanma ile aklın yaşama ve hayata kılavuzluk edeceğine inanıyordu. üzere ve dünyanın sömürge ve yarı sömürge ülkelerinin ulusal kurtuluş mücadelelerine öncülük edecek olan Türk ulusal kurtuluş savaşını başlatmış ve başarıyla sonuçlandırmış olmasıdır. Buhranlı dönemlerimizde düşünceleriyle çıkış yolları işaret eden, yolumuzu aydınlatan sönmez bir meşale olan Atatürk, aynı zamanda sadece yaptıklarıyla “biten değil”, fakat fikirleriyle her yeni kuşakta “yeniden başlayan” bir düşünürdür. Atatürk kendisini unutmayanlar için sonsuz bir enerji kaynağıdır. O kahraman iradeyi unutturmamak ise hepimize düşen bir vatan borcudur. O’nu unutturmak isteyenler olabilir. Naçiz bedeni toprak olduysa da, birleştirici düşünceleri ve barışçı fikirleriyle Atatürk, her zaman aramızda yaşayacaktır. PENCERE 10 Kasım... Bizim tarihimizde şairin Batı’dakinden farklı bir yeri var; bizde ‘Aydınlanma’nın tohumları bir bakıma şiirle atıldı... ‘Vatan’ dediğimiz zaman aklımıza kim gelir? ‘Vatan şairi!..’ Kim o?.. Namık Kemal... İnsanın insanlaşıp kulluktan kurtulmasında Tevfik Fikret’in büyük payı var... 20’nci yüzyılda yetişmiş büyük şairlerimizin Mustafa Kemal için en güzel şiirleri yazmaları, Türkiye’ye özgü bir tarihsel bilincin edebiyata dönüşmesidir... ? Varoluş destanımız şiirimize öylesine işlemiştir ki bu gerçeği vurgulamak için bir tek dize yeter: “O saati sordu..” Kimdir “o” diye sorsanız, bu toprağın az buçuk mürekkep yalamış tüm insanları yanıtını bilir... Kimdir o?.. Mustafa Kemal!.. Bu memleketin hapishanelerinde inlettiğimiz şairimiz Nâzım Hikmet’in “Kuvayı Milliye Destanı”nı bilmeyen var mı?.. ? ‘Kurtuluş’umuz Batı uygarlığının emperyalizmine karşı “Milli Kurtuluş Savaşı” ile gerçekleşti; ‘Kuruluş’umuz Batı uygarlığının “Aydınlanma”sını bir devrimle öngördü... İkisinde de “Tek Adam” vardı.. Kimdi o?.. Mustafa Kemal!.. ? Batı, ne kurtuluşumuza sıcak baktı, ne de kuruluşumuza... Ne var ki Anadolu, Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamış ve duyumsamıştı... “Tek Adam”ın bugüne dek bir efsane gibi yaşayabilmesi, bu tarihsel, toplumsal ve ulusal algılama sayesindedir... ? Ancak her savaşın bir karşısavaşı, her devrimin bir karşıdevrimi vardır... Tarih böyle söylüyor... Toplumbilim böyle yazıyor... Bugün Türkiye’nin yaşadığı gerçeklerin anlaşılması için bu bilimsel kuralın iyice algılanması gerek... Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki ‘Kurtuluş’u ve ‘Kuruluş’u yıkarak yerle bir etmek isteyen iç ve dış güçlerin ittifakı bugün Türkiye’de iktidarı ele geçirmişlerdir... ? Atatürk 1938 yılında gözlerini hayata kapamıştı... 2007 yılındayız... Demek ki aradan 69 yıl geçmiş... İki karşıt gerçek bugünkü Türkiye’de bir arada yaşıyor; çelişki elle tutulurcasına somut... Çelişkiyi yaşayanlar kimlerdir?.. Bizleriz... Nâzım’ın diliyle: “Onlar ki suda balık Toprakta karınca Havada kuş kadar Çokturlar. Korkak, Cesur, Cahil, Hakîm ve çocukturlar.” Bir kurtuluş ya da kurtulamayış savaşı daha yaşıyoruz, yenilirsek elimizden kuruluşumuz da gidecek.. Bu ‘10 Kasım’da diyorum ki: Yenilmeyeceğiz!.. Okçular ve Bekir Usta CAMİ duvarına işenmemiş, ama kapısı yakılmaya çalışılmış. İs karası hâlâ duruyor. Kâğıt yığıp tutuşturmuşlar; bereket, yağmur söndürmüş. Oysa üç yıl önceki olayda caminin hepsi yakılmış, minaresiyle birlikte tam bir harabeye dönüştürülmüş. Belli ki köyde kalan birkaç Türk ailesini de bezdirip göçe zorlama çabası var. Eceli gelenler henüz yakalanıp cezalandırılmış değilse de, Evkaf’ın ve Gümülcine Başkonsolosluğu’nun çabalarıyla başarılan restorasyonla yeniden çok sevimli bir cami içi yaratılmış; oyma işçilikli minberiyle, İstanbul’dan getirtilen levhalarıyla. Avluda ufacık bir misafirhane; uğrayan konuk olursa orada kalsın diye. Bitişik küçük mezarlıkta birkaç Osmanlı kabri ve küçücük bebek mezartaşları. İmam, o taşlardan edindiği bilgiyle, caminin 1700’lerden kalmış olabileceğini söylüyor, ama şimdiki yapı galiba biraz daha yakın tarihten. Okçular, tütüncülüğüyle ünlü bir köy, Batı Trakya’nın en batısında, İskeçe’den de öteye, Türk azınlık için batı sınırı sayılan Karasu’dan önce. Anlamı ve önemi de bundan geliyor: İnsanlarını Yunanistan’a emanet bıraktığımız toprakların uç noktası. omşu, bu emanetin değerini biliyor mu acaba? Evet, Yunanistan açısından bir “değer” söz konusu. Çünkü Yunan vatandaşı bu insanlarımız, ister Gümülcine’de ister İskeçe’de olsun, ister köyde ister kasabada, topraklarından hep “memleketimiz” diye söz ediyorlar. Artık kentli de olsalar, çoğu köy kökenli, yani toprağa bağlı, ondan kopamayan, bırakıp gitmek istemeyen. Bununla birlikte, kendilerine eziyet çektiren devlete isyan ya da ihanet etmeyen, şiddete başvurmayan, vergilerini verip ödevlerini yerine getiren. Tek istedikleri, kendilerine “Yunan vatandaşı Türkler” denmesi. Böylesine uysal bir azınlığın baş tacı edilmesi gerekmez mi? Hayır, Yunanistan etmiyor; “Siz sadece ‘Müslüman’ Yunanlısınız” diyor. Yani, bizde kullanılan terimlerle anlatmak gerekirse, “vatandaşlık” üst kimliğinin hemen altına “dinsel” kimliği koymakla yetinip orası için diliyle, kültürüyle, tarihiyle bir “soy” kimliği olan Türklüğü yok sayıyor. Niçin? Çünkü Lozan’da Türkiye’deki “gayrimüslim” azınlıklara “simetrik” olarak ora için “Müslüman” azınlıktan söz edilmiş. Türkiye, başlangıçtan beri, gayrimüslim azınlıkların Rum, Ermeni, Musevi kimliklerini kabul ettiği, okullar, dernekler, vakıflar için bu sıfatların kullanılmasını serbest bıraktığı halde Yunanistan, Kıbrıs geriliminden beri, “Türk” sözünü yasaklıyor, bu sıfatı kullanan kuruluşları yasadışı ilan edip kapatıyor, yenilerinin kurulmasına izin vermiyor. atı Trakyalılardan Bekir Usta ve arkadaşlarının yıllar önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdükleri dava tam bu konuda. Mahkeme, nihayet 11 Ekim 2007’de verdiği bir kararla, “kamu düzenini bozmadığı sürece” Türk sözünü kullanan bir derneğin kuruluşuna müsaade edilmemesini insan haklarına aykırı saydı. Sıra, kurulu derneklerin de “Türk” sözünü kullanmasına izin vermeye geldi sayılır. Atina’nın bunu yapması, pek övündüğü Avrupalılığın da gereği değil midir? Prof. Dr. Metin KALE Osmangazi Üniv. Tıp Fak. Eskişehir “Vatan mutlaka selamet bulacak, millet mutlaka mesut olacaktır. Çünkü kendi selametini, kendi saadetini memleketin, milletin saadet ve selameti için feda edebilen vatan evlatları çoktur” Atatürk (10 Kasım 1929) irinci Dünya Savaşı sonunda, Türkiye işgal edilmiş, parçalanmış ve emperyal Batı tarafından, kendi güdümlerinde Ege ve Marmara’da İyonya, Karadeniz’de Pontus, Doğu Anadolu’da Ermenistan ve Güney Doğu’da Kürdistan kurulmak istenmiştir. Böylece “Doğu Sorunu”da çözümlenmiş ve Ortadoğu’ya yerleşmiş olacaklardı. İngiltere 13 Kasım 1918’de İstanbul’u işgale başladığında kafasında bu düşünceler vardı. Emperyal Batı, Türk milleti ve onun tarihi ile hesaplaşmak, hatta onu tarihten silmek gerektiğine inanıyordu. Bu konuda belli başlı Batılılar şunları ileri sürmekteydiler : “Türkler reşit değildir ve insan haklarına da layık değildir” Tarihçi Albert Vandal, “Türkler Batı’nın çıkarlarına göre resen ıslah edilmeliydiler.” Düyunu Umumiye Başkanı Sir Adam Block, “Almanya kazanırsa Alman sömürgesi olacaksınız, İngiltere kazanırsa mahvolacaksınız” diyordu. Lloyd George “Türkler bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yara” derken, Lord Curzon da “Türkler için askerlik mesleği kapanmıştır, Fransız lejyonuna gidebilirler” diyecektir. Victor Hugo “Türkler oradan geçti, her şey matem ve harabe ” diyordu bir şiirinde. Fransız Cumhurbaşkanı Clemenceau ise “Türk ele geçirdiği her yere yıkım getirmiş savaşta kazandığını barış dönemlerinde geliştirmek yeteneğini gösterememiştir” diyordu. Lord Asquith’e göre “Osmanlı devleti kılıçla gelmişti, kılıçla ölmeliydi”. Anadolu’da başarılmış bir ulusal bağımsızlık hareketi de öteki mazlum milletlere, Hindistan ve Mısır gibi sömürgelere de örnek olmamalıydı. İşte emperyal Batı’nın Türkler hakkındaki bütün bu olumsuz, haksız, yersiz, önyargılı ve küçük düşürücü görüşlerine ve düşüncelerine “Bu husumet dünyası bizi reşit saymıyor” diyerek karşı duran Atatürk, Türk milletinin savaşın galipleriyle değil de, emperyalizm ile karşı karşıya olduğunu ilk gören ve teşhis eden devlet adamıdır. Yol gösterici bilim Bir Aydınlanmacı hümanist olarak Atatürk, Osmanlı’nın ayağına bağ olan kara cehaleti, kör bağnazlığı çok iyi fark etmiş, onunla mücadeleye kendini adamış ve çağdaş uygarlığa ancak bilgi ve teknik ile ulaşılabileğini ve bu değerlerin nerede ise, oradan alınmaları gerektiğini vurgulamıştır her konuşmasında. Bilime ve bilim adamına önem ve değer veren Atatürk “Hayatta en hakiki yol gösterici, bilimdir” sözü ile ulusa ve gelecek nesillere bilimin değerini her zaman hatırlatır ve hatırlatılmasını ister. “Türk ulusunun yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale pozitif bilimdir” der. Atatürk ortaçağı temsil eden bir yapıdan, yeni çağa bir bütün olarak geçiş kararını verirken amacını “yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını bütünüyle çağdaş ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum durumuna getirmektir. Devrimimizin temel ilkesi budur” sözleriyle ifade ediyordu. Atatürk içinden çıktığı Türk halkının kaderine etki edip ona damgasını vurmuş bir tarihi şahsiyettir. O’nu çağdaş ve tek kılan, bir dünya savaşının sonucunda yıkılan bir imparatorluğun enkazı üzerine ulusal, bağımsız ve laik bir devlet kurmak K B Dogmalara karşı Bugün de aramızda yaşama hakkını ve saygınlığını kazanmış, ulusun gönlünde yer etmiş olan Atatürk, tarihimiz içinde bir uygarlık simgesi olmuştur. Atatürk “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır….Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar” diyordu. “Benim müstesna olduğuma dair yasa yoktur” diyen Atatürk’ü, tabulaştırmadan, efsanelerden uzak ve ne kadar akılcı gözle görürsek, o kadar gerçeğe yaklaşırız. Bu görev yeni kuşakların olmalıdır. Çünkü azgelişmiş kafalar, azgelişmiş ülkeleri kurtarmaya yetmediği gibi, küçük kafalar da bir devletle bağdaşmaz. Yeni devlet Daha işin başında, amacının ne olduğunu, Mütareke günlerinde İstanbul’dan ayrılmadan evvel “.. bu vaziyet karşısında tek bir karar vardı, o da milli egemenliğe dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni Türk devleti kurmak. İşte daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar bu karar olmuştur” sözleriyle açıklar. Batı uygarlığının temelinde “Aydınlanma ilkeleri” olduğunu gören Atatürk Meşruti B mumtazsoysal@gmail.com DOSYA NO: 2007/123 Esas Davacı Murat Kalaycı’yı temsilen Gün Albayrak tarafından, davalılar Raiba Türk, Hilmi Türk, Yılmaz Kalaycı, Devrek Nüfus Müdürlüğü ve Hazineyi Temsilen, Devrek Malmüdürlüğü aleyhine mahkememize açılan babalık davasının yapılan açık yargılaması sırasında verilen ara kararı gereğince; Davacı mahkememize verdiği 03.05.2007 tarihli dava dilekçesiyle, Devrek Sulh Hukuk Mahkemesinin 27/03/2006 tarih ve 2006/70 esas, 2006/249 karar sayılı ilamı ile Zonguldak ili, Devrek ilçesi Yılanlıcakuz köyü nüfusuna kayıtlı Yılmaz ve Rabia’dan olma, 1999 doğumlu Murat Kalaycı’ya, Devrek Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açılan babalığın tespiti davasında, temsilci kayyım tayin edildiğini, Devrek 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2006/13 esas sayılı dava dosyasından da anlaşılacağı üzere, Rabia Türk ile Yılmaz Kalaycı’nın resmen evlilikleri sırasında temsilcisi olduğu Murat Kalaycı’nın dünyaya geldiğini, Rabia ile Yılmaz’ın 1996 tarihinde boşandıkları, ancak Yılmaz’a tebligatın yapılamadığından, boşanma ilamının 16/01/2004 tarihinde kesinleştiğini, Rabia ile Yılmaz’ın evlilikleri resmen devam ederken, Rabia’ın Hilmi Türk isimli şahısla gayrı resmi evliliğinden, 10/02/1999 doğumlu Murat Kalaycı’nın dünyaya geldiğini, Murat’ın 14/09/2004 tarihinde gerçek babası olan Hilmi Türk’ün nüfusuna kaydedildiğini, ancak her nasılsa nüfus kaydının iptal edilerek, evlilik birliği içersinde doğmuş gibi, Yılmaz Kalaycı adına yeniden tescil edildiğini, iddia ederek, Küçük Murat’ın babasının Hilmi Türk olduğunun tespiti ile babalık kaydının düzeltilmesine karar verilmesini mahkememizden talep ve dava etmiş olup, davalı Yılmaz Kalaycı’nın adresi meçhul olduğundan adına dava dilekçesi tebliğ edilemediğinden ilanen tebliğine karar verilmiştir. Davalının, ilanımızın yayınlandığı tarihten sonra yapılacak olan 22.11.2007 günkü, saat 12.00’deki duruşmada, mahkememizde hazır bulunması veya kendisini bir vekille temsil ettirmesi, aksi takdirde yokluğunda karar verileceği hususu, dava dilekçesi duruşma gününü bildirir davetiye yerine kaim olmak üzere ilanen tebliğ olunur. (Basın: 57452) DEVREK 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NE CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle