19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 23 EKİM 2007 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL İkinci Sevr AB’nin Son Çığlığı AB ikinci bir Sevr’i Türkiye’ye dayatarak miadını doldurduğu itiraf edilen kimliğini canlı tutmayı umuyor. Buna karşı ulusal çıkarlarına sahip çıkan bir Türkiye, yeni uluslararası sisteme aykırı hareket etmiş olmaz. Tabii, Atatürk’ün “Hayat demek, mücadele, müsademe demektir” sözlerini hatırlayıp bunların gereklerini yerine getirmek kaydıyla. PENCERE Türklerdeki Bu Zekâ Akıllara Seza... İnsanlığın bugün ulaştığı düzeyde, gezegenimizin her coğrafyasında paylaşılan ortak değer yargıları vardır... Uygarlık bunu öngörür ve gerektirir... Terör, uygarlığa aykırıdır. Bir öldürüm yöntemidir... Kişi, insansa, teröre karşı çıkar... Kişi, insansa, terörü mahkum eder... Teröristi lanetler... ? Yukarıdaki temel kurala ek olarak bir noktayı daha tüm saydamlığıyla vurgulamak gerekir... Şöyle ki: Bir dava, haklı olsa bile, terörle savunulamaz!.. Teröre başvuran haklı dava haksızlaşır... Çünkü terör cinayettir... Cinayetin haklısı olmaz!.. ? Türkiye insanı terörle karşı karşıyadır... Kuzey Irak, terörün dünyaca ve en yakından da ABD’ce bilinen üssüdür... Bu duruma göre, Türkiye’nin karşısında ve PKK terörünün yanında kimler var?.. Barzani.. Talabani.. Kuzey Irak yönetimi.. Irak devleti.. ABD.. Amerika, Irak ve Kuzey Irak’ı işgal etmiştir; ama, terör örgütüne ve üslerine dokunmamakta; tersine PKK’yi korumaktadır... ? Türk halkı bu gerçeğin farkındadır... Farkında olduğu için halkın ABD’ye karşı tutumu kısa sürede değişmiştir... Bugün ülkede yaşayan her 10 kişiden 9’u Amerika’ya olumsuz, karşıt, kuşkuyla bakıyor... Neden?.. ? Anadolu’da terörü ve teröristi himaye eden Amerika’yı Türk halkı bağrına mı basacaktı?.. Türklerin gözünde ABD, PKK teröristiyle özdeşleşiyor... Elbette bunun bir bedeli de olacaktır... Bedeli ödemeye hazır mıyız?.. ? Evet, terör insanlık suçudur... Soykırım da insanlık suçudur... ABD bugün Türkiye’ye karşı işlenen elle tutulur terör suçunu düpedüz himaye ediyor... Ve yüz yıl önce Anadolu’da işlendiği iddia edilen soykırım suçunu Türkiye’ye yüklemeye çalışıyor... Bugünkü PKK terörünü Türkiye’ye karşı destekleyip, yüz yıl önceki sözde Ermeni soykırımını Türkiye’nin sırtına vurmaya çalışan bu ABD, üstelik “stratejik müttefikimiz” mi oluyor?.. Bu yazının son sözü: Türklerdeki bu zekâ.. Akıllara seza... Sonsuz Bir Sabır! Diyelim Atatürk dönemindeyiz!.. Sınırlarımızdan durmaksızın girip askerlerimizin şehit edilmesi!.. Diyelim İnönü dönemindeyiz... Sınırlarımızdan girip askerlerimizin şehit edilmesi... Diyelim Ecevit dönemindeyiz... Sınırlarımızdan girip askerlerimizin şehit edilmesi!.. Yıllardır, aylardır, özellikle AKP’nin tek başına iktidarı ele geçirmesinden bu yana, hemen her hafta birer ikişer, derken.. beşer onar askerimizin şehit edilmesi!.. Atatürk de, İnönü de, Ecevit de bu denli bir aşağılanmaya, durmaksızın şehit üstüne şehitler verilmesine böylesine sessiz, suskun kalabilirler miydi? Atatürk, Hatay’ı Fransızlardan nasıl çekip aldıysa, birkaç sözle, davranışla, küçük bir gösteriyle; İnönü, ABD Başkanı Johnson’un karşı çıkmasına aldırmadan Türk uçaklarını Kıbrıs üstüne göndermesiyle; en sonuncu olarak da Bülent Ecevit’in yine ABD’nin, İngiltere’nin her türlü engelini hiçe sayarak Barış Harekâtı yapmasıyla... ??? On beş asker şehit, derken bir on beş daha, derken bir daha!.. Sonra Başbakan konuşuyor. “Toplandık, konuştuk, toplanıp konuşacağız, ABD’ye gidip Bush’la görüşeceğim.” Gitti, konuştu, kaç kez, kaç kez!.. PKK kimden destek alıyor? Silahlar nerden geliyor? Irak’a girip PKK’yi ortadan kaldırmamızı kim önlüyor? Bunu herkes biliyor! En başta da Başbakan Tayyip Bey!.. Bir de kalkmış soruyor: “ABD ta uzaklardan nasıl girdi Irak’a? O nasıl yaptıysa biz de aynını yaparız.” Hadi yap, yapabiliyorsan!.. ??? Hiç kimse savaştan yana değil. Türk askerinin sınır ötesinde kanını dökmesini istemiyor. Ama Türk halkı, hain çetelerin sınırlarımızı geçip ikide bir askerlerimizi şehit etmelerini de istemiyor. İstediği; katillerin cezalandırılması, durmaksızın akan kanın her türlü yola başvurularak durdurulması; analar, babalar, kardeşler, eşler, çocuklar.. dolayısıyla tüm milletimizin ‘’Artık yeter, söz bitti, eyleme geçmek baş koşul oldu’’ dediğini sağır kulakların duyması... Ecevit’in, bir barış eylemiydi yaptığı, başardığı. Yıllarca iç kavgalar, çarpışmalarla yaşayan, Türk kanının aktığı Kıbrıs’ı, barış eylemi adını verdiği bir sınır dışı savaşımla kurtardığını nasıl unuttuk! ABD’nin karşımıza tüm gücüyle dikildiğini, ama bizim korkmadan, çekinmeden onurumuzla başarıya ulaştığımızı... ??? Bir ülke yalnız savaşla üstünlüğünü kanıtlamaz, kanıtlamaya da durup dururken kalkışmaz! Davranışıyla, konuşmasıyla, güven vericiliğiyle, etkileme gücüyle gereken sonucu elde etmesini bilir. Konuşmasıyla, davranışıyla, kişiliğiyle dünyayı etkileyen, sözünü geçiren; önemini, etkisini duyurabilen bir lider, bir adam!.. Ama nerde?.. Halil KARAVELİ Gazeteciyazar T arihçi Halil İnalcık AB hakkında “Avrupa Birliği diye bilin, ben Allahın belası diyorum” demiş. Sevr’in “hortladığı” apaçık ortada. Avrupa ve Amerika, Rum, Ermeni ve Kürt milliyetçiliklerini körüklüyor. Tarih bir anlamda tekrar ediyor. Fakat Anadolu’yu Rumlar, Ermeniler, Kürtler arasında paylaştıran Sevr’i Osmanlı’ya empoze edebilen Batı ile bugün benzeri bir planı uygulayan Batı’nın hareket noktaları ve ideolojik güç pozisyonları birbirinden farklı. Birinci ve ikinci Sevr arasındaki benzerlikler kadar farkı da algılamak Türkiye için yaşamsal önem taşıyor. Birinci Sevr, Batı’nın 19. yüzyılın başından itibaren ihraç ettiği etnik temelli devlet düşüncesinin ve emperyalizmin Osmanlı’yı getirdiği son nokta idi. İkinci Sevr sonuçta aynı yıkımı getirecek olsa da birincisinden farkı, bu kez “aydın” liberal ilkelerden kaynaklanıyor olması. Bu sinsilik tehlikeyi bir bakıma daha zor bertaraf edilir kılıyor. İngiliz “Economist” dergisinden Bruce Clark, Lozan Antlaşması ve TürkYunan nüfus mübadelesini konu alan “Twice a Stranger” adlı kitabında, 1920 ile bugün arasındaki tehlikeli benzerliğe dikkat çekiyor: Bir zamanlar nasıl Batı kaynaklı etnik milliyetçilik Osmanlı dünyasını kan gölüne çevirmiş idiyse, bugün yine Avrupa’nın ihraç ettiği başka bir model –ulus devlet karşıtlığı– bu defa sözde yüksek, liberal ilkeler adına aynı coğrafyada etnik bölün meleri kışkırtarak benzer tehlikeler yaratıyor. Bu saptama, Kemalizmle hesaplaşmakla meşgul Türk liberallerini kendi düşün temellerini sorgulamaya davet niteliğini taşıyor. Liberallere şunu hatırlatmak gerek: Lozan sadece Batı emperyalizminin yenilgisini tescil etmekle kalmamıştı. Yenilgiye uğratılan, aynı zamanda Batı’nın başat ideolojisi etnik milliyetçilik, dolayısıyla faşizm idi. Cumhuriyet Türkiyesi’nin doğuşu ile bu virüsü Anadolu’nun Hıristiyan nüfusundan sonra Müslüman nüfusunun da içine salma projesine dur denmişti. Ulusallığın etnik milliyetçilikle bir tutulması, faşizmin, etnik milliyetçiliğin Avrupa’ya egemen olduğu bir dönemde Atatürk’ün Türkiye’de bambaşka bir ulus anlayışının temellerini atmış olmasının önem ve değerinin liberaller tarafindan kavranmasını engelliyor. Tarihi yanlış okuyan geleceği temsil edemez. Liberalizmin de geleceğin ideolojisi olmadığı giderek belirginleşiyor. Türkiye liberal, küreselleşmeci söylemin ablukası altında olduğu için uluslararası sistemin dinamiklerinin hızlı bir değişim süreci içinde olduğu gerçeği gözlerden kaçabiliyor. Halbuki liberal “okul”un hiç beklemediği yeni bir dünya doğuyor ve bu dünyada bağımlılık değil, bağımsızlık başat değer. Avrupa’nın temsil edegeldiği ve Türkiye’de hegemonya kurmuş liberal ideoloji üstünlüğünü giderek yitiriyor. Birinci Sevr’i dayatmaya çalışan Avrupa, bunu mutlak, si yasi/askeri ve ideolojik bir güç pozisyonundan yapmıştı. İkinci Sevr’i tezgâhlayan Avrupa ise bu güçten yoksun. Yeni dünya ortamında Avrupa Birliği ve onun siyasal modeli tam tersine giderek aykırı olanı temsil eder duruma düşüyor. Bunu da AB’nin yandaşları kendileri söylüyorlar. Fransız AB uzmanı, AB eski komisyon başkanlarından Jacques Delors’un danışmanlığını yapmış olan Laurent CohenTanugi “Guerre ou paix” adlı yeni çıkan denemesinde, Avrupa Birliği’nin temel taşının ulusal egemenlik kavramının terk edilmesi olduğunu hatırlattıktan sonra, bu tutumuyla AB’nin dünyada yalnız kaldığını tespit ediyor: “AB’nin ideolojik özellikleri, ulusal egemenliğin kısıtlanması ve pasifizm, simetrik bir gerileme kaydediyor. Tarih, yani uluslararası siyasetin klasik jeopolitik çıkar çatışmaları, geri döndü.” “21. yüzyılın başının güçlü devletlerinin hepsi geçmişleri ve kültürleri itibarıyla ulus devlete ve onun sınırsız egemenliği ilkesine sıkı sıkıya bağlı devletlerdir’’ dedikten sonra, CohenTanugi, ABD, Çin, Hindistan, Rusya, Japonya, İran, İsrail ve Venezüella’yı örnek veriyor ve aslında dünya devletlerinin hemen hepsi, bu arada bağları gevşemiş AB’nin bile üyeleri, kendi erklerini ve kimliklerini savunma ve yüceltmede birleşiyorlar, sonucuna varıyor. İlk Sevr’e boyun eğmekten başka çare olmadığını düşünen Osmanlı’ya şaşmamak gerek. Fakat ikinci bir Sevr rüyası görenleri bozguna uğratmak için Mustafa Kemal’in cesareti ve dehasına sahip olmak gerekmiyor. AB ikinci bir Sevr’i Türkiye’ye dayatarak miadını doldurduğu itiraf edilen kimliğini canlı tutmayı umuyor. Buna karşı ulusal çıkarlarına sahip çıkan bir Türkiye, yeni uluslararası sisteme aykırı hareket etmiş olmaz. Tabii, Atatürk’ün “Hayat demek, mücadele, müsademe demektir” sözlerini hatırlayıp bunların gereklerini yerine getirmek kaydıyla. Savaş mı Diplomasi mi?.. Doç. Dr. Hüner TUNCER D evletlerarası ilişkileri yürütmenin başlıca iki yöntemi vardır: Savaş ve diplomasi. Devletlerarası ilişkileri güç kullanma yoluyla yürütmeye kalkışırsanız, savaş yöntemini; devletlerara sı sorunları barış yoluyla çözme çabasında bulunursanız, diplomasi yöntemini kullanmış olursunuz. Türkiye, Cumhuriyetin kuruluş döneminde, doğusundaki komşularıyla olan sorunlarını ön ce güç kullanarak, yani savaş yöntemini uygulayarak çözme çabası içine girmiş; güç kullanımıyla sağladığı sonuçların ertesinde ise bu devletlerle uzun sürede barış içinde birlikte yaşayabilme yolunu aramıştı. Yolun sonu Devletimiz, çok uzun bir süredir, PKK terörüyle başa çıkma yolları arayışı içerisindedir. Devletimiz, çok uzun bir süredir, bu son derece çetrefilli sorunu diplomasi yoluyla, yani barışçı çabalar çerçevesinde çözmeye çalışmıştır; ancak bu yolun, kanıma göre, sonuna gelinmiştir. Ben Oslo Büyükelçiliğimizin müsteşarı olarak 19921993 yıllarında görev yaparken hemen hemen her gün Norveç Dışişleri Bakanlığı’na PKK terörüne kurban giden askerlerimizin ve vatandaşlarımızın bir listesini gönderirdik; ancak Norveç Dışişleri Bakanlığı’ndan bu konuda hiçbir yanıt alamamamızın yanı sıra Norveç makamları, kayıplarımız için bir taziye yazısı bile yazmak zahmetine katlanmazdı. Aradan uzun yıllar geçti ve bugüne geldik. Bugün de PKK terörüne kurban vermekteyiz ve bugün de Batılı devletler bu konuda kıllarını bile kıpırdatmamakta diretmekte! ABD, 2001 yılında kendisinin karşı karşıya kaldığı terör olayı üzerine, Ortadoğu’yu adeta bir cehenneme çevirdiği halde, “stratejik müttefiki” olan Türkiye’nin teröre verdiği kurbanların karşısında sessizliğini korumakta ve üstüne üstlük, PKK terör örgütünü perde arkasından desteklemektedir. Artık Türkiye Devleti’nin önündeki başlıca seçenek, bu soruna güç kullanmak yoluyla, bir çözüm arayışı içerisine girmektir. PKK terörü sorununu güç kullanarak, yani “sınır ötesi harekât”ta bulunarak çözmeye çalışırken, bize bu güç yolda rehberlik edecek olan, yine bü yük Atatürk olacaktır. Atatürk, “Biz kimsenin düşmanı değiliz, yalnızca insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız” derken eşsiz bir insan sevgisinden ve insan saygısından söz etmiştir. (1) Mustafa Kemal’in, Sakarya Savaşı’nın kazanılmasının ertesinde, TBMM’de 19 Eylül 1921 günü söylemiş olduğu şu sözleri, onun savaşta dahi ne denli barıştan yana olduğunu göstermekte ve adeta günümüze bir ışık tutmaktadır: “Efendiler! Bütün cihanın bilmesi lazımdır ki, Türk halkı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türk hükümeti, uşak muamelesine tahammül edemez. Her medeni millet ve hükümet gibi, varlığının, hürriyet ve istiklalinin tanınması talebinde katiyen (kesinlikle) musirdir (diretir). Ve bütün davası da bundan ibarettir. Biz cenkçi (savaşçı) değiliz. Sulhperveriz (barıştan yanayız). Ve bir an evvel sulhun teessüsünü (yerleşmesini) görmek ve ona yardım ve hizmet etmek isteriz.” (2) Biz onun dışında değiliz. Doğu’da büyük bir devletle ya da Batı’da birkaç devletle ilişki kurarak, anlaşmalar, bağlaşmalar yaparak, denge alanında yerimizi saptamak düşüncesi akla gelebilir. Ne Doğu’ya ne Batı’ya önem vermeyerek, yalnız kendi varlığımıza dayanmakla yetinilebilir mi sorusu da akla gelmiyor değil. Doğrusu, şu anda güvenilebilir politika, yalnız kendi varlığımıza dayanmaktır. Başkalarına güvenle gönül bağlayamayız.” (4) Havada kalan sözler Büyük Atatürk’ün 1920’li ve 30’lu yıllarda söylediği sözler, bugün bize rehber olmalıdır! Türkiye, barışçı çabalarının bir sonuç vermemesinin ertesinde, yalnızca kendi gücüne dayanarak ve başka bir devletin arkasına sığınma gereksinmesini duymadan, kendi güvenliğini sağlayabilmek ve bağımsızlığına gölge düşürmemek amacıyla askeri güçlerini devreye sokmalı ve çok uzun bir süredir ülkemizin üzerine bir karabasan gibi çöken PKK sorununu kökten çözüme kavuşturmalıdır. Hükümetimiz, PKK terörü sorununu kökten çözmede kararlı olduğunu ve bu kararını uygulamaya yeterli gücü olduğunu tüm dünyaya duyurmalıdır! Güçle ve kararlılıkla desteklenmeyen sözler, havada kalmaya mahkumdur ve havada kalan sözler, ülkemizin dünya toplumu nezdinde itibarını yitirmesine neden olur! (1) Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, ikinci baskı, Ankara, Edebiyat Yayınevi, 1971, s. 322. (2) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I (19191938), İstanbul, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayımları No. 1, 1945, ss. 180181. (3) Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İstanbul, Çağdaş Yayınları, Şubat 1991, s. 177. (4) İbid., ss. 171172. Türkiye’nin güvenliği Atatürk’ün savaş ve barışa ilişkin söylemiş olduğu şu sözler, dünya tarihine geçmiştir: “Eğer bir ulusun yaşamı tehlikede değilse, o zaman savaş bir cinayet olur. Savaşın yapılabilmesi için yaşamsal ve önlenemez bir durumun söz konusu olması gerekir.” Atatürk, Kasım 1931’de şöyle demekteydi: “Amacı Türkiye’nin güvenliği olan ve hiçbir ulusa karşı olmayan bir barış yolunu izlemek, bizim her zaman ilkemiz olacaktır.” (3) Atatürk’ün görüşüne göre Türkiye, öncelikle kendi gücüne dayanacaktı. Atatürk, Osmanlı devletinin çöküş nedenlerinden birinin, kendi gücüne dayanmaktan uzaklaşmak olduğunu çok iyi saptayarak aynı yanlışlığa sürüklenmemeye özen göstermişti. Atatürk şöyle demekteydi: “Dünyada denge diye bir şey vardır. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle