19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 16 EKİM 2007 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Söylev (Nutuk) 80 Yaşında… Hikmet ALTINKAYNAK Yıldız Teknik Üniversitesi Öğr. Gör. PENCERE Asimetrik Türkiye... Okul eğlencesiydi.. Ortasına bir damla mürekkep damlattıktan sonra kâğıdı ikiye katlardık... Katlama çizgisinin iki yanında birbirinin aynı iki leke oluşurdu... İki simetrik leke... Simetrinin Türkçesi ne?.. Bakışım!.. ? Bir insanın iki yanı simetriktir... İki göz.. İki kaş.. İki kulak.. İki ciğer.. İki böbrek.. İki meme.. İki kol.. İki bacak.. Çocuk oyunu gibi görünen simetri gırgırı, gerçekte alabildiğine derin bir felsefe ve bilim yelpazesi gibi açıldıkça açılabilir... Peki, bu konuya neden el atılıyor?.. Diyorlar ki: Dünyada asimetrik savaşlar dönemi başladı... Nasıl?.. ? Terör yeni bir savaş yöntemi mi?.. Artık asker askere karşı değil.. Ordu orduya karşı değil.. Çünkü terörist, asker sivil demiyor.. Kadın erkek, çoluk çocuk, yaşlı başlı demiyor.. Teröristin savaşı, savaş değil; tam bir cinayet... Otobüse atılan bomba, yola yerleştirilen dinamit en aşağılık cinayet tuzağıdır... Demek ki asimetrik savaşı oluşturan yöntem, aşağılığın da aşağılığı bir içerik taşıyor... ? Asimetri.. Ya da simetri.. Yalnız savaşlarda değil, politikada da geçerli olabilir... Kavramın geniş anlamı içinde merkez sağ ile merkez sol birbirinin simetriği sayılabilir miydi?.. Belki.. Türkiye’de merkez sağ sizlere ömür... Merkez sağın yerini ‘Ilımlı İslam’ denen kökü dışarıda dincilik aldı... Bu durumda Türkiye’deki çok partili rejim asimetrik bir içerik kazandı... Merkez solun karşısına İslamcıdinci parti çıktı... Batı’da demokrasi, laik parti ile laik partinin rekabetine dayanıyor... Bizdeki çok partili rejim ise laik parti ile dinci partinin çatışmasıyla müsemma ve meşhur... ? İlginç bir konumdayız... Particiliğimiz asimetrik... Güneydoğu’da ABDPKK ile terör savaşımız asimetrik... Asimetriklik bir anlamda çarpıklık demektir... Evet, çarpıldık... Düzelmek için yeniden ve bu kez kökünden çarpılmaktan gayrı bir çare görülmüyor... Hüseyin Rahmi’den Yazarlık Öğütleri... “ Aman birader! Ne var? Halim harap. Ev kirası, üst baş masrafı, boğaz derdi. Yetişir, dert dinleyecek halim yok. Bu saydıkların hepimizin başında. Fakat senin kılık kıyafetin düzgünce, çenen de hiç durmuyor, kahve değirmeni gibi bir şeyler öğütüyor. Ne yiyorsun? Arkadaşım elime üçdört tane sıkıştırarak: Taze fındık, mide aldatıyorum. Bugün beni birkaç fındıkla başından savamazsın. Bana bir akıl ver! Ne gibi? Geçinemiyorum. Ne iş görüyorsun? Gördüğüm işleri sana anlatsam bana hem güler, hem acırsın. Ama biriki işle geçinmek mümkün değil ki... Sermayen var mı? Sermayem olsa hiç sana gelir miydim? Bana sermayesiz bir iş söyle! Yazar ol, işlek kalemin vardır. Bilirim, pekâlâ yazar çizersin. Yazarlık büsbütün sermayesiz bir meslek midir? Ona da ilim irfan varlığı ister. Düşündüğün şeye bak. Ne demek düşündüğün şeye bak! Yazarlık demek, senden daha akılsız olanlara kâğıt üzerinden akıl satmak değil midir? Benim herkesten fazla aklım olacak da bunu satarak geçineceğim! Monşer, sen zamane adamı değilsin. Gözlerini aç, hakikati anla. Bu vakitte iş demek, karşındakini aldatmak demektir. Günde ne kadar çok adam aldatabilirsen, o kadar çok kazanırsın, eski kafa ile yeni ticaret işinde yaşayamazsın. Yazar, bir kitap yazar. Kırk kuruş kıymet kor. Bir kitapçı vitrininde onu teşhir etmek, ‘Bana kırk kuruş veriniz, bakınız size neler söyleyeceğim’ demek değil midir? Yalan volanla halkı aldatmak!.. Ohoo, ne kalın kafalısın be! Neden? Çünkü bazen kendinde on paralık akıl bulunmadığı halde yazar ince kıyım moralden bahseder, yapraklarını bile çevirmemiş olduğu fenlerden, ilimlerden, sanatlardan dem vurur. Gitmediği, görmediği yerler, manzaralar hakkında uydurma resimler yapar. Kaç defa söyleyeyim, her sanatın büyük adamları, aldatmayı en iyi bilenlerdir... Yazarlıktan ne kazanılıyor? Günde on liradan yirmi liraya kadar, yazarına göre. Fena para değil. Fakat benim gibi adı sanı olmayan bir yazara ne verirler? Başlangıçta çok bir şey değil. Lakin zihnin dalavereleri hemen kavrarsa hemen üne kavuşursun. Hangi dalavereleri? Pek çok, hangisini söyleyeyim? Önemlilerden birkaçını. Tanınmış insanlara karşı daima düşündüren sözler fırlatırsın, ün yapmış edipleri taşlamak fırsatını iş güç edinirsin. Onlar bir müddet aldırmazlar, nihayet bir gün birisinin sinirli bir saatine tesadüf eder, sana hakaretlerini geri çevirerek cevap verir. İşte o zaman işin iştir! O zatın yumruğu reklam yerine geçer. Kim olduğunu merak ederek yazılarını okumaya başlarlar. Kendini methettirecek arkadaşlar bulmalısın. Yazarlık dünyasında yalancı şahitliğin büyük etkisi vardır. Her kapıya dalmalı, yılan gibi her deliğe, kovuğa girip çıkmalısın. Her konuya atılmalı, her meseleye karışmalısın. İyikötü, daima kendinden söz ettirmeye çabalamalısın... Benim hiçbir şey hakkında yeteri kadar bilgim, uzmanlığım yok!.. Bilgi yetersizliği yazarlık için bir engel değildir...” ??? Yazının sonunda akıl veren yazar, yazarlık heveslisi arkadaşına şu öğüdü verir: “Cesaretli ol. Sekizon sene öncesinde her ne herze yersen ye. Seni yalanlamak için hakikati araştıracak kimse yoktur. Olmayacak şeyleri olacak şekilde göster! Her şeyde bilgisizlik! Cesaret, küstahlık! Anladın mı efendim!” ??? Okuduğunuz bu yazı, 2 Ağustos 1920 günü “İkdam” gazetesinde yayımlanmıştır. Yazarı Hüseyin Rahmi... ek parti istediği kadar renksiz anayasayı dayatmaya, Atatürk’ü anayasadan, ders kitaplarından çıkarmaya kalksın; bunu başaramaz. Bunu başaramayacağı gibi, hiç kimsenin kalbinden de Atatürk sevgisini silemez! Anayasayı değiştirme rolü oynayabilir! Takıyye yapabilir! Hatta oylarını yüzde 47’ye de çıkarabilir. Bu olabilir. Ama bir bakarsınız, yüzde 7’yle ortada kalakalır! Sonra yüzde 7’yi mercekle arayabilir. Yeter ki güneş doğsun, her yer aydınlansın! Gerçekler ortaya çıksın! Nedir gerçek? Temel gerçek şudur: Atatürk, Türkiye’dir. Türkiye, Atatürk’tür. Atatürk, Türkiye’nin güneşi, gökkuşağı, şemsiyesi, hepimizin en büyük ortak değeridir. Siz bakmayın arada bir misyoner partililerinin nabız yoklayan çıkışlarına… Onların da kendi varlık nedenlerini yok saymaya vicdanlarının terazisi sanırım izin vermez. Teraziyi birileri bozarsa, bilemem! Bana, bu kadar iyimser olma diyebilirsiniz, ama ben iyimserlik bir yana, öncelikle bir gerçeği, toplumun tüm dokularına sinmiş, Atatürk sevgisini vurgulamak istiyorum. Evet, bu nedenle iyimserim! İyimserlik deyince şu günlerde İstanbul Bienali aklımdan çıkmıyor. Bilineceği gibi, 8 Eylül’de başlayıp 4 Kasım’da sona erecek olan 10. Uluslararası İstanbul Bienali’nin teması: “İmkânsız değil üstelik gerekli: Küresel savaş çağında iyimserlik”. Teması iyimserlik olsa da bienalin küratörü Hou Hanru, açılış konuşmasında “Yıllardır hayal ettiğim İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü yaptığım için artık çok mutluyum” da diyordu, dinledim, ama sergi kataloğuna yazdığı yazıda o gün katalog yoktu pek de Türkiye’nin gelişmesinden mutlu olmadığını okuyunca üzüldüm. Ona göre, Kemalist proje tarafından savunulan modernleşme modeli, çözülemez çelişkiler ve ikilemlerle doluymuş, tepeden inme ve dayatmaymış! Öyle yazıyor sayın küratör! Bunu yazması herhalde bazıları gibi, Kemalizmi anlamamasından, herhalde Mustafa Kemal’in emperyalizme karşı verdiği savaşı bilmemesinden kaynaklanı T yor olmalıydı ki, özet olarak Kemalizmden vazgeçin, belki de ‘küresel savaş çağında’ Kemalizmle savaşın demeye mi getiriyordu? 20 yıllık bienal tarihinde böylece bir ilk de yaşanmış oldu. Bunu Japon kökenli bir Fransız olan Hanru’nun tek başına yapamayacağı da ileri sürüldü. O zaman içerden yardım aldığı savını bize düşündürtüyor ki, bu durum, daha da kötüydü… Böylece küratör, ‘köratör’e dönüşmüş oldu!? Bu durum gazetelerde haber olunca Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. değerli ressam arkadaşım, Sayın Nazan Erkmen, fakültesinin 131 öğretim elemanı adına Hou Hanru’yu kınadı ve bienale gölge düşürülmüştür dedi. Sayın Erkmen’e katılıyorum. Öte yandan İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Hanru’nun sözlerini, onun ‘söz özgürlüğüdür’ savunmasına da doğrusu anlam veremiyorum. Eğer bu açıklama kataloğun sunuş yazısında belirtilseydi, belki o zaman vakfın işin farkında olduğunu söylemek olasıydı. Ama tepkiler sonrası, tepki gösterenlere söz özgürlüğü tanımayıp küratöre bu özgürlüğün tanınması, bence küratörü değil, bienali savunmak için yapılmış zoraki bir açıklama gibi geliyor ki, bu konudaki iyimserliğim de umarım beni yanıltmaz. Ayrıca Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sayın Necla Pur’un, dekanını üniversitesinin açılış töreninde bu tepkiden dolayı kutlamasını, desteklemesini; her türlü övgüye değer buluyorum. Ve ekliyorum: Böyle rektörümüz, böyle dekanımız olduğu sürece neredeyse tümü Türkiye’nin içte ve dışta cumhuriyetini yıkmaya, Atatürk’ü anayasadan çıkarmaya kimsenin gücü yetmeyecektir! Çünkü bu ülke kolay kazanılmadı. İşte Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk, bunu 80 yıl önce Söylev’inde dile getirdi, anlattı. Söylev kitaplaştırıldı. 10. Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer, ziyaret ettiği her okulda öğrencilere bunu armağan etti. Okumayan kalmadı. Çünkü Söylev, Atatürk’ün 1520 Ekim 1927 tarihleri arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi salonunda, altı günde 36 saatlik bir konuşmasını içeriyor. Bu konuşma, ulusal olduğu ka dar edebiyat değeri de olan çok güzel bir konuşmadır. İşte bu ay onun 80. yıldönümüdür. Bütün bu olupbiten karmaşa içinde unutmasın, derim. Bu arada da ilköğretim 8’inci sınıfta okutulan Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük kitabından bu yıl Atatürk’ün 10’uncu Yıl Nutku’nun niçin çıkarıldığı geçen günlerde önergeyle soruldu, ama hâlâ yanıtlanmadığını sayın ilgililere hatırlatmak isterim. Söylev’in amacı Atatürk, Söylev’e niçin gerek gördüğünü şöyle anlatıyordu: “Sayın Baylar, sizi günlerce işlerinizden alıkoyan ayrıntılı sözlerim, en sonunda tarihe mal olmuş bir çağın öyküsüdür. Bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmişsem kendimi mutlu sayacağım. Bu Söylev’imle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük Türk ulusunun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son verilerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun köşesini sulayan kanların karşılığıdır.” Bunları da küratörün okumasını isteyecek değilim elbet, istesem ne olacak ki… O zaten başka telden çalıyor. Ona katkıda bulunanların okumasını isterdim. Bir güzel sanatlar fakültesinin yönetim kurulunun kınamasındaki duyarlılığı görmezden gelenlerin okumasını isterdim. Çünkü bu ülkenin dört bir yanı kanla sulanarak kuruldu. Daha önce okusun okumasın, ulusu için kaygı duyanlar 80. yıldönümünde Söylev’i yeniden okumalıdırlar. Ülkenin karanlığa gidişine engel olmalıdırlar. Bunu içtenlikle yapmalıdırlar. Öteden beri Kanaltürk’te Söylev’in her gün bir bölümünün okunması, boşuna değil. Boşuna değil, işsizliğin, açlığın, terörün, her gün artan şehit sayısının olduğu bir ortamda, seçimden bu yana geçen üç aya yakın sürede yalnızca yeni bir anayasa diye tutturanların, kendilerinden başka da hiç kimseyi görmeyenlerin gözü dönmüş telaşı; bu acil eylemleri!.. Nedir böyle? Nedir niyetleri? Ne? CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle