21 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 24 HAZİRAN 2006 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Yaşadığımız Günlerde 1 Temmuz’a Doğru Ne demektir 1 Temmuz yaşadığımız günlerin koşullarında? Ne demektir söyler misiniz? Bence şu demek: Şimdilerde ülkemizde tanık olduğumuz olup bitenler, cumhuriyete içtenlikle sahip çıkan çevrelerde dinamik bir tepki yaratmış görünüyor. Laf ebeliğinden ibaret bir muhalefet ile değil, Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi ulusça tek bir yumruk, hem de sıkılmış bir yumruk olmakla bu dinamizmi akıllıca, hakça, uygarca ve demokratik bir şekilde kullanmamız tek çıkış yolu bizim için. Tek yol birlik.. başka çaremiz yok. si’nin 1 Temmuz’lardaki diploma törenleri genç denizciler olarak bizleri uzak denizlere açılmanın, ufkun ardındaki dünyalara ulaşmanın da kutlamaları olageldi. Çocukluğumun geçtiği, doğup büyüdüğüm Karadeniz kıyı kasaba ve kentlerindeki 1 Temmuz’ların hepsi görkemli, mutlu, coşkulu deniz şölenleriydiler. Şimdi ise bütün bunlar soluk fotoğraflardaki uzak masallar gibi geliyor bana. Nedenini, hiç değilse özetlemeye bilmem gerek var mı... Bizi zayıf, dağınık ve kolayca vurulabilir gördüklerinde yüzyılların hırsı, açlığı, o hiç değişmeyen amaçları ile karşımıza çıkan güçler oyunlarını artık açık oynuyorlar. Gözümüze soka soka. Ucu açık, içtenliği hatta ciddiyeti olmayan AB hikâyesinde bize karşı kullanılan, türlü istemler, dayatmalar, Yunanistan’ın bizi her zor durumda gördüğünde gündeme getirdiği 12 mil hikâyesi, Kıbrıs problemi, işte cumhuriyetimizin o unutulmaz mimarlarından bize emanet 1936 tarihli Montreux Antlaşması’na taraf olmayanların bile taşeronlar aracılığı ile Türkiye’nin Boğazların kontrol ve disipline edilmesindeki güçlü durumunu sulandırma girişimleri. En acısı da işte, Antik Çağlardan beri ‘‘Güneşin Doğduğu Ülke’’ diye anılan Anadolu’yu çevreleyen kıyılardaki limanların birbiri peşi sıra kiralanması, işbirliği vs. gibi kuşkulu nedenlerle yönetim ve kontrollerinin yabancılara devredilmesi. O güçlü, görkemli Osmanlı’nın yüz yıllarca bir yabancı kayık bile sokmadığı, günümüzde de gururumuz, güvencemiz Deniz Kuvvetlerimizin kuş uçurtmadığı Karadeniz’de üsler, istasyonlar gibi çeşitli istemlerle karşılaştığımız bir gerçek. Ne demektir liman, ki hemen hemen her dilde ‘‘kapı’’ anlamına gelir, kiralanması düpedüz kapımızı açıp kapama özgürlüğünün yitirilmesidir. Ne demektir koyların, kıyıların yabandan gelen görgüsüz zenginler tatil kentleri kursun diye kiralanması ya da satılması? Yarın şartlar oluşturulunca kendi bayrakları ile limanlarımız arsında yolcu da taşırlar bunlar, lüks yatları ile akla gelmedik işler de yaparlar. Ne demektir 1 Temmuz yaşadığımız günlerin koşullarında? Ne demektir söyler misiniz? Bence şu demek: Şimdilerde ülkemizde tanık olduğumuz olup bitenler, cumhuriyete içtenlikle sahip çıkan çevrelerde dinamik bir tepki yaratmış görünüyor. Laf ebeliğinden ibaret bir muhalefet ile değil, Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi ulusça tek bir yumruk, hem de sıkılmış bir yumruk olmakla bu dinamizmi akıllıca, hakça, uygarca ve demokratik bir şekilde kullanmamız tek çıkış yolu bizim için. Tek yol birlik.. başka çaremiz yok. * ‘‘Anılarda Gemiler, Ufkun Ötelerinde Kayboldular’’ Oktay Sönmez 239 sayfa, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları ** ‘‘Deniz Bilimleri Yüksek Okulu’’ Dikkat, sadece denizcilik değil, deniz bilimlerinin de okulu. PENCERE Erkek Adam Ağlar mı?.. RTE, TRT’de ağlamış... Kendisini izleyenlere duygulu anlar yaşatmış... Neden?.. İşten güçten, koşuşup koşturmaktan çocuklarını göremiyormuş; kızı kendisine demiş ki: ‘‘ Babacığım bir gününü de bize ayır...’’ RTE bunları anlatırken ne kendisini tutabilmiş ne de gözyaşlarını!.. Mendilini çıkarıp şıpır şıpır ağlamış... Doğrusu üzüldüm... ? Bizim Başbakan nerede ağlıyor?.. TRT 1’de... Çoğu kişi dedi ki: Ağlamak insanca bir davranış, duygusal bir dışavurumdur; aferin RTE’ye... Kimisi dedi ki: Ulan, erkek adam ağlar mı?.. Hele yürürken bile salına salına efelenen bir liderin TV’de gözyaşı dökmesi raconu bozmaz mı?.. Kimisi de: Efendim, dedi, mademki bu kadar özlem içindeymiş; şu gereksiz parti kongrelerinde sağa sola saldıran nutuklar atmaktan vazgeçsin de kızlarına şefkat ve ilgi göstersin!.. ? Kimisinin aklı fikri ise daha alengirli fitne fücurluğun peşinde... Ruh doktorları diyorlar ki: RTE çok gerilimli, gergin; Başbakan’ın sinirleri bozuk... Neden?.. Çünkü ülkede gerilim politikasına oynuyor!.. Kafasına koyduğu hedefler, amaçlar çok tehlikeli!.. Nasıl?.. Durup dururken rüyasında bile göremeyeceği bir tarihsel ve siyasal fırsat yakalamış; yüzde 25 oyla Meclis’in yüzde 65’ine el koymuş; hükümetini kurmuş; şimdi devletin başına oturmayı kafasına koymuş; ‘kriz politikası’ yani ‘bunalım siyaseti’ uygulayarak bu yolda hızla yürüyor; Cumhurbaşkanı, üniversiteler, yüksek yargı, asker ve kısa deyişle devletle kavgalı!.. Kürsüye çıkıp eline mikrofonu aldı mı bar bar bağırmaya, ona buna ders vermeye, şuna buna çatmaya başlıyor; öylesine gerilimli ki bir kibrit çaksan parlayacak ve patlayacak... Eeee?.. Birden çözülüp ağlamaya başlaması, boşalıp gözyaşı dökmesi bu gerilimin apaçık göstergesi!.. ? Bilmem ki doktorların bu çözümlemesi doğru mu?.. Yoksa erkek adam neden ağlasın?.. Tigana’nın İlkeleri BEŞİKTAŞ’IN teknik direktörü Jean Tigana akıllı adam. Geldi geleli hiç yanlış lâf etmedi. Son demeci de öyle. Sergen ve Tümer dolayısıyla ortaya çıkan sorunları konuşurken, ‘‘Gençleri altyapıda iyi eğitsek sorun çıkmaz’’ demiş. ‘‘Özkaynak’’ kavramını ortaya atan bir kulüp için elbet yeni sözler sayılmaz bunlar; ama en yetkili ağızlardan tekrarlanması gerekiyordu. Zaten, Tigana’nın asıl politikası da gençlere yönelik. Çevrenin zorlamasıyla yabancı oyuncu arama çırpınışından kendisini büsbütün kurtaramasa da, iç transferde büyük isim yerine yetenekli genç arıyor. Altyapıdan gelenlere kapıları hiç kapatmadan. ‘‘Sergen’i geç buldum’’ sözüyle de bizim toplumun ezeli kusurlarından birine dokunmuş. ‘‘İyi insan, büyük oyuncu, futbol dehası’’ dediği Sergen’i ‘‘geç’’ değil de ‘‘erken’’ ele alabilseydi belki dünyanın en büyük futbolcularından birini yetiştirmiş olurdu. Aynı şey, bütün insanlarımız için doğru değil mi? Aslında hamuru sağlam bir halkın insanlarını disiplinsizlik, savrukluk, akılcı çalışma eksikliği yüzünden heba etmiyor muyuz? a Tümer? Onun gidiş nedeninde de, çok farklı olmakla birlikte, yine bir başka ortak kusurumuz yatıyor: Belli ki Tümer ‘‘Askere mi dışa mı?’’ derken bocalamış ve Fenerbahçe, herhalde, dolgun transfer parasıyla birlikte, ‘‘Merak etme, askerlik işini biz bir şekilde çözeriz’’ diyerek yetenekli futbolcuyu kapmış. Bu ‘‘bir şekil’’ hep gizli tutulan, el altından yürütülen, ‘‘falanca görevlinin renk sevdası sayesinde çözülen’’ bir sorun olmaktan çıkarılıp açık seçik, hakça ve resmi bir çözüme dönüştürülemez miydi? lusal birçok sorun gibi, futbolda bu son iki örnekle gün ışığına çıkan sorunlara da akılcı çözümler getirmek gerekiyor. Örneğin, yabancı oyuncular konusu: FIFA ya da AB ne gibi kurallar koyarsa koysun, bizlerin bize özgü ilkelerle davranmamız gerekmez mi? Fenerbahçe Başkanı’nca savunulanın aksine, yabancı futbolcu sınırını altıdan da öteye götürmek şöyle dursun, uygulamada daha hasis davranmak ve yerli oyunculara fırsat kapısını genişletmek niçin düşünülmesin? Bu alandaki ‘‘dışalımdışsatım’’ dengemiz dış ticaretteki açığımızı bile geride bırakacak kadar kötü: Kulüplerimizin dıştan alıp oynattığı oyuncu sayısı Nihat ve Emre gibi dışa yolladıklarımızın kat kat üstünde. Geçen gün Tunus ulusal takımıyla Dünya Kupası’na çıkanlar arasında bizim kulüplerimizde oynayan tam dört kişi vardı. Türk futbolunu geliştirecek reçete, herhalde yabancı futbolcu ithalini büsbütün çığırından çıkarma türünden bir hovardalıkta değil, akıllı Tigana’nın aşılamak istediği basit ilkelerde yatıyor: Altyapıları güçlendirip gençliği öne çıkarmak, planlı çalışma ve disiplin. Oktay SÖNMEZ Denizci Yazar K Y U urtuluş Savaşı tek bir yürek olmuş tüm Anadolu insanının yarattığı bir mucizedir. Onu izleyen Lozan Konferansı da Anadolu’yu yüzyıllardır paylaşmak, halkını köleleştirmek isteyenlere karşı ikinci bir savaş olmuştur. Lozan Antlaşması ise özet bir deyimle üzerinde yaşadığımız bu toprakların ve orada kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur. Yaşadığımız günlerde bunları hiçe saymak için girişilen türlü densizlikler ne olursa olsun bunlar tarihimizde yerini almış gerçeklerdir. Duvarlardan fotoğrafları indirmek, heykelleri kırmak, sokak isimlerini değiştirmek, cumhuriyeti kuranların yaptıklarını yok etmek amacıyla teker teker yıkmaya kalkışmak, ne türlü azgınlıklara, akıl almaz entrikalara varmış olursa olsun hâlâ ona sahip çıkacak, onun için ölenleri unutmayacak insanların da yaşadığı bir ülkedir Türkiye Cumhuriyeti. ‘‘1923 yılının 23 Şubat/4 Mart tarihleri arasında, Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye’sinin en önemli olaylarından biri yaşanıyor. İzmir İktisat Kongresi. Tarihlere dikkat. Cumhuriyetin ilanına daha altı ay var. Ama o günler, gerçek devlet adamlarının kendilerini devlet ve ulusun varlığına adadığı günler. Özgürlük savaşının tozu dumanı tütüyor hâlâ yurdun her yanında. Elde yok, avuçta yok; sanayi yok, toplu iğne yok. Ama devleti yöneten bu adamların gözlerinde ışıltılar, içlerinde yürek var. Kafalarında hiç dinmeyen, takvimlere sığmayan bir çalışma ile ülkenin bin bir sorununu çözme, savaş denilen felaketin yıkıntılarından bir an önce sağlıklı günlere ulaşma sevdası var. Yıl 1926. Kongre’nin üzerinden henüz üç yıl geçmiş. Alınan kararlar yürürlüğe konmuş, idealist bürokratların, bir zamanlar bu ülkede de görev başında bulunan dinamik bir parlamentonun, adeta masal kahramanları gibi devlet adamlarının özverili çalışmaları ile bir sürü şaşırtıcı şeyler yapılmış ve yapılmakta. İşte böyle günlerin Türkiye’si. Cumhuriyet, henüz üç yılını doldurmuş ve kongrede alınan kararların gerçekleştirilmesi için deniz ticareti sektörüne ve ekonomiye denizlerden yarar sağlama konusuna da el atılmış.’’* Bunca kapsamlı atılımların orkestrasyonu o kısacık ömrünün çoğu cephelerde, siperlerde geçmiş bir eşsiz insanın beyninde planlanıyor ve tüm dünya buna şaşıyor. Yönetimde, çoğu Kurtuluş Savaşı’nda onun yanı başında olan gerçek devlet adamları var. İşte bu günlerin Cumhurbaşkanı Atatürk, daha nice yıllar denizciliğimizde parola olarak yaşayacak bir hedefi gösteriyor. ‘‘Denizciliği Türk’ün ulusal ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız.’’ Meclis’ten bu rüzgârı güçlendiren yasalar çıkıyor. Bunlardan biri 29 Temmuz 1926 tarihli resmi gazetede yayımlanıyor. Başlığı da şöyle; Türkiye Sahillerinde Nakliyatı Bahriye ve Limanlarla Karasuları Dahilinde İcrai Sanat ve Ticaret Hakkında Kanun. Bir başka deyim ve günümüzün Türkçesi ile bu yasaya göre Türkiye limanları ve/veya karasuları arasında deniz yoluyla taşımalar sadece Türk Bayraklı gemilerin tekelinde yapılacaktır. Oysa o güne kadar bu tür deniz taşımaları yani Türk limanları arasında ve karasularımızda çoğunlukla yabancı bayraklı gemilerle yapılagelmekteydi. Osmanlı’nın son yıllarında ekonomiye yerleşen kapitülasyon ortamının parazitleri de denizciliğimizle ilgili bu yasa ile ortadan kaldırılıyor. Bunu 19 Nisan 1926’da kabul edilen başta Şirketi Hayriye olmak üzere birçok denizcilik kurumunun devletleştirilmesi izledi ve bu bağlamda 815 sayılı yasanın yürürlüğe giriş tarihi olan 1 Temmuz’un Denizcilik Bayramı olarak kutlanması da kararlaştırıldı. O gün bugün 1 Temmuz bir denizcilik şöleni olarak Anadolu’yu çevreleyen kıyılardaki köy, kasaba, her yerde halkın denizle kucaklaştığı, cumhuriyetin bu armağanının türlü etkinliklerle doya doya kutlandığı bir bayram oldu. Yasanın çıkarılışındaki önemli temel unsurun sadece kıyılarımızdaki deniz taşımacılığının Türk Bayrağı tekeline verilmesinin yanında denizcilik endüstrisinin her sektöründe çalışacak kurum ve kişilerin de (rıhtım hamallığından balıkçılığa, gemiciliğe, tersanelere kadar) Türk uyruklu olmalarının karar altına alınmasında gösterilen titizlik ayrıca dikkate değer. Temel eğitim ve yapısı askerlik olan Büyük Atatürk’ün konuya böyle yaklaşımı şaşırtıcı bir vizyon işidir. Cumhuriyetimizin anıtsal deniz eğitim kurumları var. En önemlisi geçmişi 1773’e uzanan Mektebi Şahanei Fünunu Bahriye**, çağdaş ve güçlü deniz gücümüzün çekirdeği olan şimdiki Deniz Harp Okulu ile haklı olarak gururlanıyoruz. Bir diğeri de mezunu olmakla övündüğüm 1884’te yine Fermanı Şahane ile kurulan Ticareti Bahriye Mektebi Âli’si, Yüksek Deniz Ticaret Okulu daha sonra Yüksek Denizcilik Okulu olan ve şimdiki İTÜ Denizcilik Fakülte CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle