18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 15 NİSAN 2006 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Yakınma ve Aldatma Politikası Doç. Dr. Tonguç GÖRKER ktidar olmak demek, yalnızca astığı astık, kestiği kestik olmak demek değildir. Toplum düzeninin uyumundan sorumlu olmak, zıtlaşmalardan ve çatışmalardan uzak durulmasına özen göstermek, yolsuzlukların yoksulluğa neden olmasını önlemek, eleştirileri serinkanlılıkla karşılayıp devlet adamına yakışır yanıtlarla ve ilişkilerle uzlaşmaya yönelmek demektir. Günümüzde izlediğimiz politika ise oldukça farklıdır. Eleştirilere aşırı tepki gösterilmekte, tepkinin dozu her eleştride çoğalmakta, seksen yıllık Cumhuriyetimizde görülmemiş, alışılmamış tavırlar ve sözler izlenmektedir. Eleştiriler yakınmalarla yanıtlanmaktadır. Bilim adamları suçlanmakta, Cumhurbaşkanının gözetiminden yakınılmakta, demokrasi adına savunulan sıkmabaşın ve erkek egemenliğinin benimsenmemesi suçlanmakta, Türkiye’yi içten çökertmek için kendilerine destek olan sömrgeci Batı ülkelerinin din devleti kurmalarına destek vermemelerine tepki gösterilmekte, yoksulluğun ve işsizliğin dorukta olduğu eleştirilerine saldırgan yanıtlar verilmekte, istikrarı koruma demagojisine sığınarak sağlık emekçilerinin üzerine gidilmektedir. Toplum yönetimiyle, dinle, imanla ilgisi olmayan konuları ortaya atıp, kargaşa arasında devletin yönetim düzenini bozacak, dışarıdan yönetmek isteyenlere destek verecek, sosyal güvenliği altüst edecek kanunlar araya sıkıştırılmakta, adım adım geriye gidilerek dönüşü olamayacak bozuk düzene ortam hazırlanmaktadır. Avrupa Birliği’ni dilinden düşürmeyen, Batı’dan ülkemize yönelik aşağılamaları görmezden gelen Sayın Başbakan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin sıkmabaşı reddeden kararı karşısında nasılsa tepki göstermiştir. İslam dininde kadınlara sıkmabaş zorunluluğunun bulunmadığını açıkla PENCERE Vatan?.. ‘Vatan’ kavramı Osmanlı’da 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında oluşmaya başladı; ondan önce ‘mülk’ vardı... Ulus kavramını da 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde bellemeye başladık... Namık Kemal ‘Vatan şairi’ diye önce bilinçlere sonra belleklere yazıldı: ‘‘Ölürsem görmeden millette ümit ettiğim feyzi.. yazılsın sengi kabrime vatan mahzun ben mahzun..’’ Ne var ki Namık Kemal Osmanlı mülkünde ‘vatan’ı dile getirmekle imparatorluğu parçalamaya dönük bir edebiyat yapmıyor muydu?.. ? Tarihsel süreçleri kesin sınırlarla birbirinden ayırmak çok güçtür, belki de olanaksızdır; ama, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra verdiğimiz ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla kendimizi bir vatanda uluslaşmış olarak bulduk... Çağdaşlaşmanın da gereğiydi bu aşama; her iki kavram da Fransa’nın ‘Aydınlanma Devrimi’nde oluşmuş, sonra dünyaya yayılmıştır... Üstelik vatan (yurt) ve millet (ulus) sürecimizin pekişmesi yalnız bizim bilincimizde yaşanan bir serüven değildir; dünya âlemde dost düşman, ‘Lozan Konferansı’nda bu aşamayı uluslararası bir belgeye bağlamak zorunda kaldı... Oysa elâlemin gerçek niyeti bozuktu... Bozuk niyetin belgesi Sevr’dir.. Lozan’da da iyi niyet değil, zoraki onay vardır... ? ‘Mülk’ten ‘vatan’a geçtikten sonra, tek yurt bize yetmediğinden, bir aşamaya daha yönelmekten kendimizi alamadık... Bir vatanla yetinmedik.. Üç vatanımız oldu.. Biri anavatan: Orta Asya!.. İkincisi vatan: Türkiye!.. Üçüncüsü yavruvatan: Kıbrıs!.. Hepimiz çok vatansever olduğumuzdan üç vatanımız olmasına şaşılmaz... Ne var ki bu vatanlardan Orta Asya zaten vaktiyle elden çıkmıştı; daha doğrusu biz onu terk etmiştik.. Yavru vatan Kıbrıs’a bir türlü doğru dürüst sahip olamadık.. Geriye kaldı Türkiye.. Yani Anadolu!.. Gidişata bakarsanız bu vatanımız da elden çıktı, çıkacak... ? Sevr’den bu yana Anadolu’yu Türklere çok görenler artık göz göre göre birleşmiş durumdalar.. Lozan artık tu kaka!.. İçerde buna yakın bir hava var, toplumda garip rüzgârlar esiyor... Millet ya da ulus üzerine de yorumlar ilginç mi ilginç... İslamcı diyor ki: ‘‘ Ulus yok, ümmet var..’’ Entel diyor ki: ‘‘ Ulus devletin modası geçti..’’ Dışardan ve içerden esen rüzgârlar bir yönde birleşiyorlar.. Ne dersiniz?.. Yoksa Namık Kemal’le başlayan vatan öyküsü Tarih Baba’nın beşiğinde görülmüş kısa bir düş müydü?.. Altı Yetmez mi? DAUM, ‘‘yetmez’’ diyor. Kendi açısından belki haklı da. Öyle ya, Şampiyonlar Ligi’ne gelecek AB ülkelerinin takımlarına, altı değil, dokuza kadar müsaade varmış; iki yerli oyuncu oynatmak koşuluyla, gerisi yabancılarla doldurulabiliyor. Sadece altı yabancıyla sahaya çıkacak bir Fenerbahçe onlarla baş edebilir mi? Yabancı teknik direktör, takımın başarısına bakar; bulunduğu ülkenin spor politikasıyla ilgilenmez. Takımı başarılı olmalı ki, onun ünü artsın. Yabancı oyuncu sayısına ilişkin tartışmanın geldiği nokta ilginçtir; üzerinde durmaya değer. ünkü, küreselleşmenin spor gibi bir alanda bile ne türden ‘‘tahribat’’a yol açtığını en iyi bu konuda görebilirsiniz. Spor mu? ‘‘Ne münasebet, futbol nihayet bir oyun; profesyonellerce oynanan, büyük paraların döndüğü, seyri keyifli bir oyun’’ diyenler çıkacaktır. Evet, oyun ama; ‘‘sportif’’ bir oyun. Sportif, yani oynayanlardan sporculuk bekleyen, disiplin, çalışma ve centilmenlik isteyen. Daha önemlisi, sonuçta getirdiği ün ve para dolayısıyla yüz binlerce genci aynı sporu yaparak yükselmeye heveslendiren. Boş arsalarda top peşinde koşan çocukların hepsi yalnız oyun hoşlarına gittiği için koşmaz; küçük yüreklerde başka hevesler de vardır. Profesyonel futbolun çekiciliği bu. Yabancı oyuncu sayısını arttırıp arttırmamak işte tam bu konuyla ilgili: Büyük takımlara yabancıları doldurunca, alttan gelip o kadrolara girmek için didinenlere ayrılabilecek yerleri de azaltmış oluyorsunuz. Geçen hafta rast gele iki takımın sahaya çıkardığı şu adlara bakın: Fenerbahçe’de Luciano, Aurelio, Appiah, Alex, Nobre; Trabzonspor’da Jefferson, Lee Young, Yattara, Djokaj, Symkowiak. Yani, iki takımda da yerli beş oyuncunun yeri kapılmış oluyor. akıma örneklik etme, öğretme ve gösterme açısından, çok iyi olmak koşuluyla bir ya da en fazla iki yabancı oyuncu yararlı olabilir ama, sayıyı böylesine arttırmanın mantığını anlamak kolay değildir. Daha doğrusu, kolay anlaşılan bir tek mantık söz konusudur: Paranız çoksa, takımı birinci sınıf yabancı oyuncularla doldurur ve maç kazanırsınız. İthal malı iyi oyuncu seyretme dışında, bunun herhangi bir zevki, gururu, sevinci olabilir mi? Zaten, para gücüyle kazanılmış başarının boşluğu hep budur: Varılan nokta, oraya varmak için kullandığınız yolun basitliği yüzünden birdenbire anlamsız oluvermiştir. Kumarın heyecanı bile bulunmaz, pahalı yabancılarla kazanılan maçlarda: Yeterli parası olan herkes dıştan en pahalı oyuncuları ve teknik direktörü getirterek üç aşağı beş yukarı aynı sonucu elde edebilirdi. Kendi parasıyla rezil olmak gibi bir kavram hep vardı da, sportif oyunların zevkini büyük paralar harcayarak yok etmek galiba küreselci gidişin yeni bir acayipliği oluyor. İ Ç T yan mahkeme heyetine, ‘‘Bize inanmıyorsanız ulemaya sorun’’ demiştir. Ulema sözcüğünün anlamının da sözlükte yazdığını söylemiştir. Sözlük Türkçe karşılığı olarak bilginler anlamını belirtiyorsa da parantez içinde (Osmanlı’da medreselilere ve kadılara denmiştir) açıklamasını eklemektedir. Ulemanın anlamı için Osmanlı’nın toplum düzenini anımsamak gerekiyor. Osmanlı’da hanedan dışındaki kimseler, yönetenler ve yönetilenler şeklinde sınıflarda toplanmıştı. Yönetenlere askeriler denirdi ve asker olmaları zorunlu değildi. İcrai olanları, maaşlılar, timarlı sipahiler ve zaimlerdi. Devletin işlerini yürütürler, vergileri alırlar, asker yetiştirirlerdi. Çoğunluğu devşirmeden yetişmeydi. Topkapı Sarayı’nda Enderun’da eğitilirler, askerlik, sağlık bilgisi, matematik, yönetim bilimi öğrenirlerdi. Eğitim dili Türkçeydi. Yönetilenler gibi kul statüsündeydiler. Canları ve malları padişahındı. Aralarından imparatorluk büyükleri de çıkmıştı. Örneğin sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, Humbaracı Ahmet Paşa, ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika devşirme idiler. Askerilerin icrai olmayanları medrese mezunları idiler. Bunlara ulema denirdi. Kul statüsünde değildiler. Mallarının sahipleri idiler. Yargılanmadan cezalandırılamazlardı. Askere gitmezler, vergi vermezler, din işleri ve kadılık gibi görvlere verilirlerdi. Medreselere yalnız Müslüman çocukları alınırdı. Din ve Arapça öğrenirlerdi. Sadece bir kitaptan ibaret olan Müslümanlık kurallarını öğrenmeleri için uzun bir eğitime gerek olmadığından, esas öğrenimleri Arapça idi. Maaşlıların ümera ismi verilen yüksek görevlerine de ulema adı verilen medrese mezunlarının atanmaları oldukça sık görülürdü. Ziya Gökalp, Enderun ve medrese eğitimleri için, ‘‘Enderun’da Hıristiyan çocukları Türkleştiriliyor, medresede Türk çocukları Araplaştırılıyor’’ yoru munu yapmıştır. İşte Sayın Başbakan’ın görüşlerinin alınmasını istediği ulema bunlardır. 3 Mart 1924’te medreseler kapatıldığına göre, bugün aramızda medrese mezunu bulunmamaktadır. Sayın Başbakan’ın ulema dedikleri acaba kimlerdir? Unvanlarının kaynağı bilinmeyen (kerameti kendinden menkul) şeyhler mi, mehdiler mi, seyitler mi, mesihler mi, nebiler mi? Yoksa İslam dininde ismi ve yeri olmayan günümüzün diplomalı imamları mı? Yakın geçmişte askerlikten muaf olmaları için Millet Meclisi’nde öneriler verilmesi, üniversitelere lise mezunlarından farklı ek puanlar verilerek öncelikli girmelerinin istenmesi, yüksek devlet görevlerine nitelik aranmaksızın atanmalarına çaba gösterilmesi gibi gelişmeler dikkate alınırsa, günümüzün medreselileri olma eğilimleri göz ardı edilmemelidir. Yapay gündemleri bırakıp devlet işlerine yönelmek istiyorsak, aldatmalardan vazgeçip bazı gerçekleri vatandaşa duyurmamızın zamanı gelmiştir: 1 Sıkmabaş tipi saçları kapatmak Müslüman kadınlar için değil, Hıristiyan manastırındaki rahibeler için zorunludur. 1965 yılında Vatikan’ın girişinde mini etekli bir hanıma, saçlarını mendille örtmesi koşuluyla giriş izni verildiğine tanık olmuştum. 2 İslam dininde ruhban snıfı yoktur. Bu gerçeğe göre, Diyanet İşleri Başkanı’nın binlerce imam açığı olduğunu söylemesinin, gerçekle ilgisi bulunmamaktadır. 3 İslam dininde ibadethane yoktur. Namaz kılan kişi, günün beş vaktinde hangi durumda olursa olsun, kısa süre dikkatini çevresinden ayırıp, Allahı düşünerek, ona yakararak ve şükrederek namazını kılabilir. Bu durumda cami gereksinimi diye tutturup yeşil sahaları işgal etmeye kalkışmak da abesle iştigal etmektir. Bu gerçekleri dürüstlükle ve açık sözlülükle Sayın Başbakan’ın duyurması, ülkeye ve vatandaşa en büyük hizmet olacaktır. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle