14 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 12 ŞUBAT 2006 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI dishab?cumhuriyet.com.tr Pedro’nun veresiye defteri N ew York’tan gelen son haberlere bakılırsa, sokak aralarındaki bakkallarda veresiye alışkanlığı almış yürümüş. Bu haberleri gazetelerde okuduğum gibi, orada yaşayan kimi dostlarımdan da duyuyorum. Veresiye defterlerinin açılmış olması, ABD’de süregiden ‘‘sluggish economy’’nin ve perakende piyasalarındaki durgunluğun etkisine bağlansa da kabahatin birazı bende aranmalı: Ben, kendimi bundan bir parça sorumlu tutuyorum. Sorumluluğumu, bilmem ki, nasıl itiraf etsem! Bunun için, 1997’ye dönmem, NY’deki bir yıllık yarı öğrenci yarı garson, biraz boyacı ve azıcık işsiz günlerimi anımsamam gerekecek. Eşim ve oğlumla, Yeni Kıta’ya NY’den adım atıp burada bir yaşam kurduğumuzda, açıkçası bir kültür şoku yaşarız sanmış, ancak dünyanın bu başkentinde İstanbullu biri olarak kolayca sıkılmayacağımı, zorlanmayacağımı daha ilk gün, bakkalları görünce anlamıştım. ABD taşrasında, örneğin şimdi yaşamakta olduğumuz Indiana eyaletinde asla göremeyeceğiniz kadar çok sayıda bakkal, büfe ve benzeri küçük işletmeler her tarafta idi. ‘‘Big Apple’’ın bana en çok aşina gelen yanı, işte bu bakkalları bulup kapılarından içeri adım atınca, Kadıköy’ü Bedrettin Sokağı’ndaki Dursun Bakkal’ın içtenliğini oralarda yakalamak olacaktı. NY’nin Brooklyn, Manhattan, Queens, Staten Island ve Bronx semtlerindeki ara sokaklarda bakkal çakkallar, çoğunlukla Pakistanlı, güneyli Latinolar, Çinli gibi azınlıkların elindedir. çıkarıp uzattı. ‘‘Şimdi, defterin ilk sayfasına Bakkal efendi, çoluk çocuk ailesiyle birlikte adımı, adresimi yaz!’’ diye öğrettim. nerdeyse, günde 24 saat, haftada 7 gün ‘‘Bugünün tarihini de koy, aldıklarımın ekmek teknesinin kapısını açık tutar. Bizim tutarını ekle. Ver bakayım, bir imza atayım bakkallarımız gibi tartıyla pirinç, taneyle karşısına... Hah, işte şöyle!’’ Pedro, ‘‘Sizin sigara, litreyle çamaşır suyuna kadar hemen memlekette ticaret böyle mi oluyor’’ diye her şeyi satarlar. İşte bu dükkânlardan birisi sordu. Aramızdaki tezgâhın üzerinde bir Nikaragualı Pedro’ya aitti. Ne kadar camekân uzanıyor, Pedro camın altına aile anımsamaya çalışıyor olsam bile albümünden fotoğraflar koymuş, ailesinin cismi cemali belleğimde ayan beyan beliriyor üyesiymiş gibisinden Jennifer Lopez’in bir ama soyadını çıkaramıyorum. Bu yönüyle pozunu da araya sıkıştırmıştı. Defteri, Pedro’nun kurgusal bir ad olduğu sanılmasın; Lopez’in üzerine eğilip imzalarken ‘‘Evet’’ diyelim ki ikinci adı da Gonzales idi. diye yanıt verdim. ‘‘Tüccar dediğin kredi Brooklyn, Sunset Park, 4.. Avenü, 47. cadde, açmalı, müşterisinin ayağını 657 No’lu binanın ikinci katında biz oturuyor olduğumuza göre, INDIANAPOLIS alıştırmalı. Bizde dükkân kapısı Hakk kapısı derler...’’ Ülkemde onun bakkaliyesi tam çapraz bakkalların adeta birer mahalle köşede olduğundan sabah akşam bankası, hatta muhtarı, yahut burun burunaydık. Samimiyetimiz dedikodu yeri olarak hizmet daha ilk günden kurulmuştu. gördüğünü de açıkladım. Meksika’nın pita hamurundan pide Pedro sevimli bir adamdı, ekmeklerini Pedro’dan alıp NY MAHMUT ŞENOL Zagor çizgi romanındaki Çiko’ya Times gazetesi içine sardım mı, benziyordu. Gülümseyip ‘‘Ay Dursun Bakkal’dan geliyor gibi caramba!’’ dedi, ‘‘Demek Turquia’da olurdum. Sıkıntılı bir ayın sonuna doğru bir böylesine kolay oluyor alışveriş. Yaz deftere, al gün Pedro’ya, ‘‘Böyle her gün, her gün para git!’’ Defterin açılışıyla sonradan alışveriş ödemek yerine’’ dedim, ‘‘Niye bana veresiye miktarı çoğalınca bundan memnuniyet yapmıyorsun? Nasılsa, tüm alışverişi seninle duyduğunu anlamam zor olmadı. Gerçi, yapıyoruz!’’ Pedro anlamadı. Elimde ‘‘borç yiyen kesesinden yer’’ misali, dikkatle kesekâğıdıyla karşısında dikiliyorum. Cebimde cüzdan sıfırı tüketmiş, ama süngüyü hareket etmem, ay sonunda hesabı kapatmam gerekiyordu. Üstat Ahmet Rasim’in bir düşürmemişim. ‘‘Senin bir defterin filan yok köşe yazısından anımsadığım gibi, defterdeki mu, bakayım?’’ diye ayıplar gibi sordum. Pedro söz dinlemeye alışmış biriydi anlaşılan, çiziklerin artmamasına dikkat ediyordum. ‘‘Saka ve kahvecinin tebeşiri çift yazar’’ bir de karşısında ‘‘Turco’’yu görünce fiyakayı deyişini bir eski İstanbul sözü olarak bozdu ve rafların birinden boş bir defter bildiğimden, Pedro’nun defterine sık sık göz atıyordum. Pedro bir gün, benim defter hesabını mahallenin öteki Porto Rikolu, Guetamalalı, Polonyalı, hasılı dünyanın her yerinden sökün edip buraya gelmişlere de açtığını, böylece işlerinin bir anda arttığını söyleyince, ‘‘Eyvah!’’ dedim. Yağiskelesi ve Unkapanı dekakin duvarında asılı çerçeve içindeki, ‘‘veresiye veren ve vermeyen tüccar’’ın temsili resmi aklıma geldi. Resimde peşin alıp satan tüccarın keyfi yüzünden okunurdu. Hemen onun yanı başına resmedilmiş veresiyecinin boşalmış kasasında fareler cirit atmaktaydı. Bu resmin aynısını bulup Pedro’ya armağan etmek aklımdan geçtiyse de İspanyolca yazılı birini bulmak zor olacağından yerine, Pedro’ya dikkatli olmasını söyledim. Sonra işin ucunda, ‘‘Veresiye vere vere, kalmadı kalmadı!’’ diyen kanto şarkısını söylemek de vardı. Pedro’nun rakibi olan, sokağın öteki köşesini tutmuş Kolombiyalı bakkalın da, kısa sürede aynı yöntemle defter üzerinden satışa başlamış olması, veresiye mikrobunun Sunset Park 47. Cadde’den başlayarak bu ülkeye yayıldığına işarettir. Birkaç ay sonra, Purdue Üniversitesi’nden davet aldık, eşyalarımızı bir minibüse yüklerken Pedro da yardıma geldi. Defterdeki hesabı yola çıkmadan önce son sentine kadar kapattım. O günden sonra bir daha Pedro’yu hiç görmedim. NY’ye bu aralarda bir gidersem, Pedro’nun semtinden geçmeye biraz tereddüt ederim. msenol34@yahoo.com Hollanda dikkatli davrandı erşembe günü okulda, internetten gazeteyi okurken, 1. sayfadaki Turhan Selçuk fotoğrafı dikkatini çekti Hollandalı bir arkadaşımın: ‘‘Bu kim?’’ Uzun uzun anlattım, dilim döndüğünce. Çağdaş Türkiye’nin, vazgeçilmez, aydınlık yüzlerinden biri olduğunu. Türk mizahının, eğilmeyen çınarlarından biri olduğunu... Fotoğrafa ‘‘tıklayıp’’ Turhan Selçuk’un ‘‘İsa’’ karikatürüne baktık. Çevremizdeki insan sayısı giderek arttı. Ve söz döndü dolaştı Danimarka’daki ‘‘karikatür krizi’’ne geldi. Hıristiyanı, Müslümanı, Budisti, Yahudisi, hemen her dinden birçok arkadaşın katıldığı bir tartışma başladı. Danimarka gazetesi JyllandsPosten’in, Muhammet karikatürünü yayımlamasıyla ateşlenen ‘‘global yangına’’ ilişkin herkes bir şeyler söyledi. Danimarka’da gündeme gelen karikatürlerin Fransa ve İtalya’da da yayımlanmasının ardından, herkes gözünü, Avrupa’nın ‘‘özgürlükler ülkesi’’ Hollanda’ya çevirdi doğal olarak. Ancak Hollanda basını son derece ‘‘ihtiyatlı’’ yaklaştı bu ‘‘kriz’’e. Medya, karikatürleri yayımlamadı. Belki bunda, 2 Ekim 2004’te yönetmen Theo van Gogh’un öldürülmesi ve sonrasında yaşanan olayların da etkisi vardı. Hollanda’nın tanınmış sinema yönetmeni ve köşe yazarlarından Van Gogh, Liberal Sağ Parti’nin (VVD) Somali kökenli milletvekili Ayan Hırsi Ali’nin senaryosunu yazdığı ‘‘Teslimiyet’’i sinemaya aktarmıştı. İslamiyetin kadınları aşağıladığını savlayan filmde, Kuran’dan ayetlerin yazılı olduğu çıplak kadın görüntülerinin yer AMSTERDAM alması, İslami kesimde büyük tepki gördü. Ölüm tehditleri alan Van Gogh, 2 Ekim 2004’te Faslı Muhammet B. adlı genç tarafından Amsterdam’da YUSUF ÖZKAN katledildi. Kimi çevrelerce, ‘‘Hollanda’nın 11 Eylül’ü’’ olarak adlandırılan bu olay sonrası, ülkedeki yabancılara karşı tepki çoğaldı. Müslümanlara ait okullar, camiler kundaklandı. Bu olay, ülkedeki faşist kesimi cesaretlendirdi ve cinayet, yabancı düşmanlığına dönük bir kampanyaya dönüştürüldü. Ancak Kraliçe ve başta Sosyalist Parti olmak üzere İşçi Partisi (PvdA) ve Yeşiller gibi sol partilerin de sağduyulu girişimleriyle olaylar büyümeden yatıştırıldı. Hollanda, ‘‘çokkültürlü’’ kimliğini korumak için yoğun bir çaba gösterdi. Aynı dönemde, Walter Kamp adlı yazarın, eşcinsel olarak betimlediği İsa peygamberin tutuklanıp ölüme mahkum edildiğini anlattığı ‘‘Judas’’ adlı romanın reklamına da, medya kuruluşları sırt çevirdi, yayımlamadı. Utrecht ve Amersfoort’taki yerel TV ve gazeteler, ülkenin doğusunda yaşayan inançlı insanları inciteceği gerekçesiyle reklamı geri çevirdiler. İfade özgürlüğüne sonuna kadar sahip çıkan Hollanda’da, ‘‘din’’ gibi hassas bir konuya dokunmanın nelere yol açabileceği çabuk kavrandı. Danimarka’da yayımlanan karikatürlere destek, sadece liberal sağcı Ayan Hırsi Ali’den geldi. Ancak bilimselliğin çok uzağında, ilkel bir intikam duygusuyla İslamı hedef alan, ‘‘beyaz Hollandalılar’’ arasında kendine yer bulmak için çok sık ‘‘İslama hakaret’’ gibi bir kolaycılığı yeğleyen Hırsi Ali, pek de ciddiye alınmadı. Martta yapılacak yerel seçimler öncesi, siyasi partiler de bu konuya girmekten özellikle kaçındılar. Tartışmanın sonunda, farklı din ve uluslardan tüm arkadaşlarım, Turhan Selçuk Usta’nın, Miyase’ye verdiği röportajda söylediği sözlerde birleşti: ‘‘Karikatür, mizah içermeli; hakaret değil...’’ ozkanyusuf?hotmail.com P ğer 10 yıl önce biri kalkıp da Münih’te bana, ‘‘Yahu bu Almanlar da sonunda gurbetçi olacaklar, bak göreceksin!’’ deseydi bu söze bıyık altından güler ve ‘‘Hayatta olmaz öyle şey kardeşim’’ der geçerdim... Oysa bu beklenilmeyen ve inanılması güç gibi ‘‘olay’’ günümüzde bal gibi gerçekleşti. Almanlar artık göçmenliğe adım attılar. Ve gurbetçiliğin acı gerçekleri ile dertlerini onlar da yaşamaya başladılar. Her şeyin çok çabuk değiştiği günümüzde maalesef bu ülke halkı da artık ekmek parasını başka memleketlerde çıkarmak için gurbetçiliğe soyundu. Olay bu! Ülkede yaşanan ve çığ gibi büyüyen işsizlik sorununun ardından kronik hale dönüşen ‘‘işsizlik parasıyla geçinme’’ sendromuna dayanamayanlar(!) pılıyı pırtıyı toplayıp soluğu başka ülkelerde alıyorlar... Yıllar yılı yabancılara kucak açan bu ülke, şimdi nasıl olup da kendi vatandaşlarının başka ülkelere apar topar çekip gitmesine şaşırıp kalmasın. Evet, mutlaka siz de buna pes doğrusu demişsinizdir... Ama gerçek böyle. Almanya artık resmen göç veren bir ülke konumundadır. Altını çizerek söyleyeyim, en son istatistik raporlarına göre, 2005 yılının ilk yarısında 78 bin 400 Alman memleketine sırtını dönmüş ve basıp gitmiş. Esasen uzmanları hayrete düşüren durum ise 2004 yılındaki bir araştırma sonuçlarına dayanıyor. Son 50 yılda ülkeye elveda diyenlerin sayısı 150 bin civarında iken bundan bir sene sonra nasıl olur da bir anda akıl almaz bir artışla adeta ülkeden kaçış rekoru kırılır? Bu bir bunalımın göstergesi değil de MÜNİH nedir? Şimdi bu işlerin çetelesini tutanlar harıl harıl yeni tespitlerini yapadursunlar, öte yandan ulusal iş ajansına bağlı iş bulma merkezi EROL ÖZKAN ZAV’a göre, Alman gurbetçiler en çok İsviçre, İngiltere ve İskandinav ülkelerine gidiyorlarmış. Tabii Türkiye’ye taşınanlar da var... Antalya ve Alanya’da çok sayıda Almanı barmenlik ya da fırıncılık yaparken görürseniz şaşırmayın ha... İnşaat, el sanatları ve sağlık alanında valiz hazırlayıp ülkeden gidenlerin başında ise doktorların gelmesine ne buyrulur? Evet, doktorlar en dertli kesim bu sıralarda Almanya’da... Haftalardır pek çok eyalette peş peşe uyarı grevleri yapıldı ve meydanları beyaz önlüklüler doldurdu bu kez. Ve bunların süreceği de belli... Türkiye’nin kuş gribi ile sarsıldığı, Sibirya soğukları ile cebelleştiği günlerde çok önemli yürüyüşlerden birisi de Münih’te yapılmıştı. 2 bini aşkın doktorun muayenehanesini açmayışı da doktorların öfkesini anlatmaya yetti. Aslında Alman sağlık sektörü krize sürükleniyor... Birçok hekimin Norveç ve Danimarka’ya gidişi karşısında Almanya genelinde birkaç yıl içinde büyük bir doktor açığı olacağı da kesin. Neyse Almanya’dan haberler hiç de iç açıcı değil. Şu soğuk kış günlerinin yarattığı kasveti ise insan en çok pazar sabahları duyumsuyor... Epostalarımı kontrol edip merkez istasyonundan gazeteleri toparlayarak eve dönerken başka ülkelere gitmeye hazırlanan ‘‘Alman gurbetçileri’’ düşünüyorum. Kırk yıl önce bizimkilerin yaşadığı yalnızlıkları onlar da belki yaşayacaklar. Ve göçmenliği anlayacaklar sonunda, başka ne diyelim. Her şey yaşanarak öğreniliyor sonunda, isteseniz de istemeseniz de. erolozkan66@hotmail.com Almanlar da gurbetçi oluyor... E Almanya’da İngiliz turistleri taşıyan iki otobüsle bir kamyonun çarpışması sonucu 2 kişi öldü, 29’u yaralandı. Kuzey RenWestfalya eyaletinden geçen otoyolda, bir kamyonla otobüs çarpıştı. Arkadan gelen diğer otobüs de iki araca birden çarptı. Polis, iki otobüsün birlikte seyahat etmediğini, kazaya iki İngiliz aracının karışmış olmasının tamamen tesadüf olduğunu açıkladı. Kazada 2 İngiliz yaşamını yitirdi. (Fotoğraf: AP) Almanya’da trafik kazası İstanbul’dan Atina’ya bir kayıp hikayesi arih 30 Ocak 2006, saat 12.15 suları. Taksim’deki Çiçek Bar’ı geçince hemen soldaki otoparka arabamı bırakıyorum. Yaklaşık bir saat sonra gelip paramı ödüyor ve uluslararası ehliyetimi yenilemek için Levent Turing’e gidiyorum. İşlemler sonrası paramı ödemek için elimi cebime attığımda, içinde Yunanistan’dan aldığım basın kartım, banka ve kredi kartım ile paramın bulunduğu cüzdanımın olmadığını fark ediyorum. Hemen Taksim’deki otoparka dönüp burada çalışan üç kişiye cüzdanımı görüp görmediklerini soruyorum. Görmemişler, bulmamışlar. Otoparkın güvenlik kamerasının kayıtlarına bakıyoruz. Bir saat otoparkta kalan arabamın nedense 510 saniyelik görüntüleri izleniyor. Otoparkı gözleyen dört kamera, beni ve arabamı sadece 35 saniye çekebilmişler. Bu kameralar otoparkı çekmiyorsa nereyi çekiyor diye düşünerek Taksim Karakolu’na gidiyorum. Saat tam 14.20. Müracaat, hemen soldaki kapıya yönlendiriyor. İçeride iki resmi giyimli polis ve daha sonra onlara katılan sivil bir polis. Biri kadın üç kişi resmi giyimli polislere dertlerini anlatmaya çalışıyorlar. Sivil polis ile arkadaşı arasında hararetli bir ‘‘printer’’ muhabbeti sürüyor. Girince sağdaki masada zabıtları tutan iki genç resmi polis, bilgisayarda harf aramakla T burnumdan boşalan kan, beni rahatlatıyor... meşguller. Benden önceki hanımın ağzından Tarih 6 Şubat, sabah saatleri. Bu defa çıkan her kelime bilgisayara yaklaşık iki Atina’da oturduğum semtteki P. Faliron dakikada bir harf olarak düşüyor. Polisler karakoluna gidiyorum. Yunan Basın ve bu işi bilmiyor, bilgisayar ile yaklaşık bir gün önce tanışmışlar diye düşünürken biri Enformasyon Müdürlüğü’ndeki arkadaşların tavsiyesi üzerine İstanbul’da kaybettiğim kafasını kaldırıp bana ‘‘Ne istediniz’’ sorusu cüzdanımın zaptını Atina’da tutturacağım. yöneltiyor. Cüzdanımı kaybettiğimi, içinde Basın kartımı almam için bu işlem gerekli. para, basın ve kredi kartlarımın bulunduğu, Aşağıdan ikinci kata yönlendiriliyorum. Yunanistan’da gazeteci olduğumu söyleyerek Asansörden çıkışta hemen karşımdaki küçük zabıt tutulmasını istiyorum. Ardından odada iki genç polis oturuyor. aramızda şu konuşmalar geçiyor. İkisi de sivil. Aynı İstanbul’daki Cüzdanınızı mı kaybettiniz? ATİNA meslektaşları gibi genç memurlar. Evet cüzdanımı kaybettim... Ama iş bilmeye gelince onlar beşe Hımm! Nerede kaybettiniz? katlarlar. Cin gibiler, üstelik Çiçek Bar’ı geçince soldaki mesleklerinin gereğini çok iyi ilk otoparkta. yapıyorlar. Tanaş adlı genç memur, Bakın beyim, bu konu bizim İstanbul olaylarını dinliyor. işimiz değil, adli bir konu... MURAT İLEM Ardından oturup bir güzel zabıt Memur Bey, yani ne yapmamı tutuyor. Eşimle okuduğum istiyorsunuz? Kayıp cüzdanım için tutanaktaki ifadeler, tam yaşadığımız gibi. önce Beyoğlu Adliyesi’ne mi başvurayım? Genç polis, sanki olaylar olurken Bilmiyorum ama bu konu bizim yanımızdaymış gibi gelişmeleri satırlara işimiz değil... dökmüş. Hem de on dakika içinde. Tutanağa Peki memur Bey, ya basın kartım ile imza atıp çıkıyorum. Genelleme yasadışı bir iş yaparlarsa? Ya kredi kartım ile yapmıyorum, yıllarca polis muhabirliği istenmeyen bir durum yaratırlarsa?.. yaptığım için emniyet güçlerimizin ne şartlar Polis suratıma bakıyor. Aklından ne geçtiğini altında çalıştığının bilincindeyim. Ancak anlamaya çalışıyorum. Ensemden gelen ağrı, itiraf etmem gerekirse, Taksim yükselen tansiyonumun habercisi. Uğraşmak Karakolu’ndaki bizim polisleri düşünüp, istemiyorum, karakolun kapısına çıktığımda Yunan emniyetinin yeni neslini kıskanıyorum. Tarih 26 Ocak Perşembe, saat 18.00 sıraları. Annem vefat ettiği için Atina’dan Gölcük’e doğru yola çıkıyorum. Tüm Yunanistan ve Türkiye kar altında. AtinaSelanik arası tam 501 km. Otoyol tertemiz, tüm ana arter çıkışlarında bir itfaiye (çoğu paletli), bir tuz ve kar küreme aracı ile bir polis arabası tepelerindeki lambalar yanık vaziyette bekliyorlar. Bazı araçlar ise arkalarında polis arabası olduğu halde yolları sürekli tuzluyorlar. Yol kenarları dahil tüm otoban pırıl pırıl. Zaman zaman eksi 17 dereceyi görmeme rağmen yaklaşık 380 km. olan Selanik İpsala sınırı arasındaki yolu da aynı şartlarda hiç durmadan geçiyorum. Bütün gece yol aldıktan sonra sabah saat 06.00 sıralarında Türkiye’ye giriyorum. Sınırdan itibaren İstanbul’a kadar olan yolculuğumu anlatmayacağım. İki ön amortisörüm patladı, ön spoider parçalandı, kar lastiklerimin kasnak telleri kırıldı, ön takım dağılma noktasına geldi. Sanırım arabası bu kadar zarara uğramış bir yolcunun nasıl İstanbul’a geldiğini tahmin edersiniz. Ha bu arada, bizim karayollarına da haksızlık yapmayalım. Tüm yol boyunca sadece Selimpaşa’da, önüne takılmış portatif kepçe ile karları küreyen bir traktöre (tarla süren cinsinden) rastladım! CUMHURİYET 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle