25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
8 ARALIK 2006 CUMA CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Stockholm, Nobel’i kazanan Orhan Pamuk’la yatıp Orhan Pamuk’la kalkıyor 15 KEDİ GÖZÜ VECDİ SAYAR Orhan Pamuk’a yolculuk dörtlük sorularını yanıtlarken kendini çocuklar gibi hissettiğini uzun uzun anlatmıştı ya, aynen öyle...) Ancak Nobel başarısında, “vatandaşlık kontenjanından”, kendine pay çıkaran yalnız ben değilim. Akdeniz’in güneyindeki ülkelerden, Ortadoğu ülkelerinden gelenlerin tümü de bugüne dek küçümsenme, horlanma kontenjanından kendilerine pay çıkarıyor. iz bu yazıyı okuduğunuzda, Orhan Pamuk, Stockholm’de Nobel kabul konuşmasını yapmış olacak… Ben bu yazıyı yazdığımda, henüz yapmamış. (Kültür sayfalarımız önceden hazırlandığından bu yazıyı yazarken, Budapeşte’den Stockholm’e giden uçaktayım.) Budapeşte’de işim mi ne? EUROMED Avrupa Akdeniz Ülkeleri toplantısında Avrupa Birliği’nin kültür kuruluşlarıyla dünya medyasından kimi isimler bir araya gelip geleceğin iletişim araçlarını, gazetecilerini ve gazetecilik eğitimi gibi konuları irdeledik. Budapeşte’de de kalbim ‘‘Stockholm’e gidiyorum” heyecanıyla doluydu. Kentin en büyük iki kitapçısına uğradım. Birinde, boydan boya masalar, raflar, vitrinler “Ho” ile doluydu. “Ho” Macarca “kar” demek... Ötekinde Orhan Pamuk’un boy boy afişleri altında bir sürü yazı. Ne diyor diye sordum. Açıkladılar. “Beyaz Kale”, “Yeni Hayat” ve “Kar” bir çırpıda tükenmiş. Dört gün sonra gelecekmiş...Okurlardan gecikme için özür diliyorlarmış. EUROMED toplantısında kırk milletten insan vardı. Çoğu politikaya meyilli... Çalışma saatleri dışında, ne Merkel, ne Chirac, ne Blair, var mı yok mu Orhan Pamuk kitapları konuşuluyor. Herkes beni kutluyor Nobel ödülünden dolayı... Kendimi çocuklar gibi hissediyorum ben de. (Orhan Pamuk, Yasemin Çongar’ın dört Barışın Sesleri Geçen hafta, kediniz izinliydi. “Pera Fest” ve “Barış İçin KuzeyGüney Müzisyenleri Buluşması”nın yoğunluğundan… On bir gün süresince, dört kıtadan yüzlerce müzisyenin katıldığı etkinliklerin en önemli bölümü, hiç kuşkusuz, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün destekleriyle gerçekleşen “Barış İçin KuzeyGüney Müzisyenleri Buluşması”ydı. ‘İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti’nin hayata geçen ilk projesi olan “Barış Kenti İstanbul”un birinci adımıydı ‘Buluşma’. Filistin’in en güzel seslerinden Kamilya Jubran’ın konseriyle açılan “Barış İçin KuzeyGüney Müzisyenleri Buluşması’, Yunanistan’ın en önemli bestecilerinden Eleni Karaindrou’nun, Erol Erdinç yönetimindeki Hacettepe Senfoni Orkestrası ile verdiği konserle sonuçlandı. ‘Buluşma’nın ana eksenini oluşturan uluslararası konferansta, “Barışın Sözcüsü Müzik” ve “Kültürlerarası İletişim Aracı Olarak Müzik” temaları tartışıldı. Şişli Belediyesi adına Necdet Mercan’ın konuşmasının ardından, UNESCO Elçisi Zülfü Livaneli açılış konuşmasını yaptı. Ardından, MESAM adına Cahit Berkay, Ağa Han Vakfı adına Afganistan’dan Mirwaiss Sidiqi, FREEMUSE adına Danimarka’dan Ole Reitov, ‘Barış İçin Sanatçılar Birliği’ adına Macaristan’dan Ervin Bonecz, ‘Barış Girişimi’ adına Ayşe Tütüncü, müzik dergisi editörü ve yönetmen (aynı gün, ‘Sufi Müzik’ ve ‘Afganistan’da Müzik’ üstüne iki önemli belgeselini izlediğimiz) Simon Broughton, besteci ve müzik araştırmacısı Emre Aracı, Kudsi Erguner, Nejat Yavaşoğulları, Mazlum Çimen, Birol Topaloğlu, Nilüfer Akbal, Murat Ertel, Feza Tansuğ, Erkan Oğur gibi farklı alanlardan usta müzisyenler söz aldı. Aynı gece Babylon’da, Yasemin Göksu, Yeninur Ada ve Figen Genç’ten oluşan “Üç Kadın” topluluğu konuklara Türkiye’nin çokkültürlü müzik evreninden bir kesit sundu. Ardından, Finlandiya’dan Jason Carter, İran’dan Mahsa ve Marjan Vahdat, Danimarka’dan Mc Tia, Güney Afrika’dan Roger Lucey, Ermenistan’dan Suren Asaduryan, Amerika’dan Irak asıllı Stephan SmithSaid, İngiltere’den Belarus asıllı Lemez Lovaz, Fildişi Sahili’nden Fadal Day ve Türkiye’den Vedat Sakman’ı izledik. Üç saat süreyle dünya müziğinin zenginliğini paylaştık. ??? Dört yıldır İstanbul’un çokkültürlü yaşamından kesitler sunan “Pera Fest” de, beşinci yılında “Barış İçin Kuzey–Güney Müzisyenleri Buluşması”nın temasını bütünleyen bir programla çıktı İstanbullu sanatseverlerin karşısına. Bu kez, program tümüyle müziğe odaklanmıştı. Norveçli ünlü bestecipiyanist ve edebiyatçı Ketil Björnstad’ın gene Norveç’ten gelen bir başka ünlü müzisyen Anneli Drecker’le birlikte verdikleri konserle açılan festival, Fransa’dan Alan Blessing ve Senem Diyici’nin Okay Temiz’le birlikte verdikleri konser, Makedonyalı Çingene kraliçesi Esma Recepova ve Ensemble Teodosievski konseri, Oğuz Kaplangı, Selim Sesler gibi müzisyenleri bir araya getiren ‘Techno Roman Project’, ‘Lozan Mübadilleri Vakfı Korosu’ ve “Çellissima”nın konserleri ile sürdü. Gülyar Balcı, Mine Cangal, Funda Kasnak Altun ve İndira Mas’tan oluşan kadrosu ile“Çellissima”nın konseri, klasik müziği geniş kitlelere sevdirebilecek repertuvarı ile dinleyenleri hayran bırakırken, ‘Lozan Mübadilleri Vakfı Korosu’, Ege’nin iki yakasının ne denli ortak bir kültüre sahip olduğunu sergiliyordu. Festival programında konserlerin yanı sıra, Gökhan Akçura, Gönül Paçacı, Feza Tansuğ, Yekta Kara, Nedim Hazar ve Naim Dilmener’in söyleşileri, Özcan Arca, Alev Çağlayan Altınbüken, Yasin Ali Türkeri’nin belgeselleri ve Joseph Losey’in “Don Giovanni”si yer alıyordu. (EP) Festival’e ve ‘Buluşma’ya katkısı olan tüm kurumlara, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı’na, Yunanistan Dışişleri Bakanlığı’na, İstanbul Devlet Tiyatroları ve Devlet Opera ve Balesi’ne, Armada Hotel’e, Point Otel’e, Olympic Hava Yolları’na, Graphis Matbaa’ya, salonlarını etkinliklerimize tahsis eden Pera Müzesi, Fransız, İtalyan ve Alman kültür merkezlerine, Onay Sanat Evi’ne, her yıl olduğu gibi bu yıl da Beyoğlu’nda bir kültür turu gerçekleştiren Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’na ve hem festivalin hem de “Kuzey Güney Müzisyenleri Buluşması”nın tüm yükünü omuzlarında taşıyan Pi Prodüksiyon’un yöneticisi Özdem Petek’e ve Şişli Belediyesi çalışanlarına sonsuz teşekkürlerimle… vecdisayar@yahoo.com S NE MERKEL, NE CHİRAC OĞU’DA BATI’DA OKUMA ZEVKİ “Doğu da Batı da Allah’ındır”… (Kuran, Bakara 115) “Benim Adım Kırmızı”nın başında yer alıyordu bu söz... İşte şimdi Allah’ın Doğusu da, Batısı da Orhan Pamuk’u alkışlıyor. Bugün insanlar, Batı’da kimlik krizi yaşıyor, Doğu’da da... Ve bizden bir insan çıkıp, bu kimlik arayışını, kimlik bunalımını, kimlik sorununu, birbirinden çok farklı katmanlarda ele alarak irdeliyor. Geçmişten gelecekten, gelenekten modernlikten, dünden bugünden öyküler anlatarak irdeliyor... İşte ben bunun için seviyorum Orhan Pamuk’un kitaplarını. Hayır hayır ben Orhan Pamuk’un kitaplarını en çok, en çok bana okuma zevki verdiği için seviyorum. Daha “Cevdet Bey ve Oğulları” , “Sessiz Ev”, “Beyaz Kale” kitaplarında başlamıştı DoğuBatı, dünbugün, gelenek modernlik arasındaki ilişkileri, çelişkileri, sorunları ele almaya... Doğu’ya da Batı’ya da (ve bana da) okuma zevkini yaşatmaya... “Kara Kitap”ı okurken , ah sanki Rüya’ya deliler gibi âşık olan Galip değil de bendim... “Seni seviyorum”ların peşine takılıp, İstanbul’un akıl ermez labirentlerinde onu arayan, aradıkça kendi kaybolan Galip misali, eski köşe yazıları arasında iz süren, sırları, gizleri, tılsımları çözmeye çalışan bendim... Bana iz sürdürttüğü, yazının tılsımını çözmeye yönlendirdiği için seviyorum Orhan Pamuk’un kitaplarını... D “Yeni Hayat”ta kentten taşraya, o otobüs yolculuklarına çıkarken yeni bir hayatın peşinde, yeni bir dünya, farklı bir dünya bulma umudunu hep canlı tuttuğu için seviyorum Orhan Pamuk’un kitaplarını... “Benim Adım Kırmızı”da, inceden inceye ördüğü, dantel gibi, mozaik gibi işlediği, duygularla, duyarlılıkla işlediği 16. yüzyıl İstanbul’unda sanata ve sanatçıya karşı işlenen cürmün düğümleri tek tek çözülürken duyduğum heyecanı bana yaşattığı için seviyorum Orhan Pamuk’un kitaplarını... İstanbul’u, İstanbul’un çoğulluğunu, İstanbul’un hüznünü, İstanbul’un müthişliğini dünden bugüne uzayan bir süreçte, “dışarıdan” ve “içeriden” buluşmalarla, kucaklaşmalarla bana keşfettirdiği için seviyorum Orhan Pamuk’un kitaplarını... Uçak Stockholm’e doğru inişe geçti. Ben Orhan Pamuk kitapları arasında, bulutlar arasında, pencereden bana eşlik eden dolunayla birlikte uçuyorum. “Stockholm’e gidiyorum” – “Nobel ödül törenine gidiyorum” – “Orhan Pamuk’u kutlamaya gidiyorum” heyecanı dorukta. (Kabul edin ki, yüz yılda bir olan bir olay karşısında heyecanlanmamak imkânsız!) Arada sırada, yolculuğuma, bana eşlik eden heyecanıma, dolunaya, bulutlara bir hançer saplanmıyor değil. Ülkemde bu sevinçten, bu kıvançtan pay alamayan kimilerinin tepkisini düşünmeden edemiyorum. (Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü’nü kazandığını duyduğum an bu sayfada düşüncelerimi ve duygularımı paylaşmaya çalışmıştım. Aldığım kimi tepkileri unutamıyorum.) O gün de söylemiştim: Edebiyat dünyasının bu en önemli ödülünü bileğinin hakkıyla, aklının, yüreğinin, gönlünün hakkıyla aldı Orhan ‘EMİR KOMUTA’ BEKLEMEYİN Pamuk. Edebiyata baş koyduğu için, dünya edebiyatıyla soluk alıp verdiği için, edebiyatı var olma nedeni saydığı için, bugüne dek roman yazmaktan başka hiçbir iş yapmadığı için, her romanı üzerine yıllarca çalıştığı, düşündüğü, tasarladığı, notlar aldığı, kurguladığı için, hem kendini hem roman yazma sanatını dönüştürmeyi başardığı için, hep kendiyle yarıştığı için, yıllarca yeteneğinden, duyarlığından, disiplinli çalışmasından, birikimlerinden, kimliğinden, kişiliğinden ödün vermediği için aldı! Dünya edebiyatı bir bütündür. O bütünlüğe bir değer kattı, o zincirin halkalarına bir yenisini eklediği için aldı! Sevinin! Gurur duyun! Eğer yapabiliyorsanız, sırf yurttaşı olduğunuz için bu başarıdan pay almaya çalışın! “Evet, ama…” diye başlayan ve devam eden tepkilere gelince: Onlara Edward Said’in aydın üzerine düşüncelerini okumalarını öneririm. Bir aydına şöyle düşünmelisin, şunu söylemelisin, bunu yapmalısın diye dayatamazsınız. Şunu düşünemezsin, şunu söyleyemezsin, bunu yapamazsın diyemezsiniz. Yüreğinden geldiği gibi konuşur, yazar, yapacağını yapar. Emir komuta zinciri ona işlemez. İnanın yeryüzü edebiyatının serüveni, tüm ideolojilerin, dinlerin, dogmaların, kuralların, yasakların serüveninden çok, hem de çok daha önemli, daha kalıcı, daha sahici... Haberiniz var mı? Bugün dünyanın bir ucundan öteki ucuna insanlar Türk yazarı Orhan Pamuk’u okuyor! Yasemin Çongar’ın röportajından öğrenmiştim: Nobel’den önce 46 dile çevrilmiş. Nobel’den sonra 3 dil daha (Vietnam, Bangladeş ve Bask dilleri) eklenmiş çevrildiği diller listesine... Uçağım Stockholm’e ha indi ha inecek. Bilgisayarı kapatma komutu verdi hostes. Yazıyı bitirmek zorundayım... Hoşça kalın. www.zeyneporal.com faks: 0 212 257 16 50 Pamuk, salonu dolduran dinleyicileri edebiyat, yazarlık konularında felsefi bir yolculuğa çıkardı Akademide ağlatan konuşma ZEYNEP ORAL STOCKHOLM Orhan Pamuk’un Nobel kabul konuşması bugüne dek yapılmış hiçbir Nobel kabul konuşmasına benzemiyordu. Bu yalnızca benim düşüncem değil, dünyanın dört bir yanından gelmiş tüm yayıncılarının, tüm çevirmenlerinin, edebiyat eleştirmenlerinin ve tüm dinleyicilerin de düşüncesiydi. İsveç Akademisi’nin görkemli ve klasik salonunda, bir saat 15 dakika süren ve Türkçe yaptığı (her dilde çeviriler dinleyicilere dağıtılmıştı) konuşma sona erdiğinde, herkes ayağa fırlamış Orhan Pamuk’u alkışlarken, gözyaşlarımı tutamıyordum. Bunca etkilenen yalnız ben miyim acaba diye çevreme bakınacak oldum, millet, Doğu’dan ya da Batı’dan gelmiş olsun, çoğu insan çaktırmadan gözlerini siliyordu. Akıllı bir konuşmaydı. Duygusal bir konuşmaydı. Ayakları yere basan ama aynı zamanda düşlerle beslenen bir konuşmaydı. Çok özel bir konuşmaydı. Çok özelden en genele uzayan, çok katmanlı, çok açılımlı bir konuşmaydı. Onca somut olmasına karşın felsefi bir konuşmaydı. Esprili, ironisi olan, mizahı da içeren bir konuşmaydı. Kendisiyle bile dalga geçebilen bir konuşmaydı. Umutlu bir konuşmaydı. Yeryüzündeki kötülükleri, haksızlığı, yozluğu, yanlışları yok saymayan, ama iyimser bir konuşmaydı. Düşüncenin adım adım geliştirildiği bir konuşmaydı. Kurgusu mükemmel bir konuşmaydı. Türkiye’yi dünyanın merkezine yerleştirmeden bu ülkeyi yücelten bir konuşmaydı. Ve nihayet, usul usul, yavaş yavaş, gıdım gıdım ilerleyerek yüreğe seslenen, kalpleri fetheden bir konuşmaydı... Orhan Pamuk tüm konuşmasını, babasının bavulu üzerine kurgulamıştı. Babası ölümünden iki yıl önce kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul vermişti ona... (Salonda Orhan Pamuk’un kızı da vardı... Salondaki tüm dinleyicilerin hayatta olan ya da olmayan bir babası vardı ve onlardan herkese bir şeyler içi yazı, defter dolu bir bavul olmasa da, herhangi bir şey, bir anı mutlak kalmıştı... İlk andan işin içine girmiştik...) O bavulu hemen açmadı, açmayacaktı Orhan Pamuk... Hatta ondan uzak durur. Ya içindekileri beğenmezse?.. Ya çok beğenirse?.. İçini bir korku alır. Çünkü o, babasının yazar değil, yalnızca babası olmasını ister... Yazar olmak isteyen kendisidir... Ve Orhan Pamuk bizi “bavul” karşısındaki (yoksa “yazarlık” karşısındaki mi demeliydim?) korkuları üzerine alıp götürdü... Babasına ithaf etti Nobel Edebiyat Ödülü kazanan yazar Orhan Pamuk, İsveç Kraliyet Akademisi’nde yaptığı konuşmayı babasına ithaf etti. Orhan Pamuk’un “Babamın Bavulu’’ başlıklı konuşmasını, edebiyat ve sanat dünyasının önemli isimleri izledi. Orhan Pamuk’un konuşması, izleyiciler tarafından ayakta alkışlandı. Öte yandan Türkiye Büyükelçiliği’nin Pamuk onuruna verdiği öğle yemeğinde tatsız bir “korsan kitap’’ sürprizi yaşandı. Davetlilere kitaplarını imzalayan Pamuk, “Kar’’ kitabını imzalatmak isteyen bir gazetecinin elindeki kitabın korsan olduğunu söyledi. Yine de kitabı imzalayan Pamuk, “korsan’’ notunu düştü. (Fotoğraf: AA) O korkuların başında inat ve sabır vardı. Çile vardı. Bir odaya kapanıp, kitaplarla, kelimelerle, düşüncelerle didişmek vardı. Yine sabır, yine inat vardı. “Kendi hayatını başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi” üzerine bir yolculuğa çıkardı. “Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya kurmak için isteriz.” O bavulun içindekilerini nasıl okumalıydı? Babasının kütüphanesine ne çok şey borçlu olduğunu düşünerek mi? Kendi kurmayı hayal ettiği kütüphaneyi düşleyerek mi? Hangi kütüphane? Bir yanda dünya edebiyatı ve kendisinden çok uzak bir merkez vardı... Ve Orhan Pamuk bizi farklı dünyalar arasında merkez ile taşra arasında getirip götürdü. Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları. Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle teselli bulmaktı. Farkındaysanız, hâlâ bavulu açmadı... “Yirmi beş yıl Türkiye’de yazar olarak ayakta kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum.” Kızmak, sakın “kıskanmak” olmasın? Öfkelenmek... Gamsız, çilesiz bir yaşamı kıskanmak? Orhan Pamuk, konuşmasını tıpkı romanları gibi kurgulamıştı. Gizleri, sırları ortaya döküyor, ipuçları veriyor, sonra düğümleri teker teker çözüyor, gerilimi bir yükseltiyor bir alçaltıyor ama dengeyi elden bırakmıyordu. (Ah keşke bu konuşmanın tümünü yayımlayabilsek. Özetlemek öyle güç ki...) Hep babasını sorgulayarak, yaşamını yazar olmaya, edebiyata adamış insanı anlatıyordu Orhan Pamuk. Kızmak ve kıskançlık arasında gidip gelirken, “Mutluluk nedir?” diye soruyordu... Sonunda bavulu açar ...Ve hemen kapatır... İçindekilerin onda uyandırdığı ve sorgulamasını sürdürdüğü iki temel duygu “taşrada olma duygusu” ve “hakiki olabilme” endişesidir... Zaten nicedir bizi bu iki duygu çevresinde dolaştırmaktadır. “Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir... Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu bilginin keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek gezinmenin zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya kapanıp yıllarca hünerini geliştiren, bir âlem kurmaya çalışan yazar işe kendi gizli yaralarından başlarken bilerek ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. Başkalarının da bu yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım. Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister.” Sonra bavuldakileri okur Orhan Pamuk, tek tek okur... Ve (ah işte yine bir kurgu ustalığıyla) tam da konuşmasının burasına, araya “ölümcül sessizliği” bozmak için konuşmasının burasına “müzik işlevi görecek” bir bölüm koydu. (O bölümü pazar günü sizle paylaşacağım.) Bavulu açtıktan sonra babayla karşılaşması ise “yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı olduğunu” bizlere hep hatırlatacaktır. Babasının ona bavulunu bıraktıktan 23 yıl önce, Orhan Pamuk 22 yaşındayken romancı olmaya karar vermişti. 4 yıl sonra ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’nın henüz yayımlanmamış kopyasını, okusun ve düşüncelerini söylesin diye babasına vermişti. Karşılaştıklarında babası ona öyle bir sarıldı ki, kitabını çok sevdiğini anladı Orhan Pamuk. Ve... “Babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.” Konuşmanın son sözleri “Bugün babam aramızda olsun çok isterdim” oldu... Çok özel bir ilişkiyi, çok somut bir bavul öyküsünü anlatırken, edebiyat, yazarlık, dünya halleri üzerinde felsefi bir yolculuğa çıkarmıştı bizi Orhan Pamuk. YAZAR OLMAK.. BABASININ BAVULU ‘ÖDÜLÜ BABAM SÖYLEDİ’ GERİLİMLİ KURGU CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle