20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 7 EKİM 2006 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Denizlerimiz ve Biz... Balıkçılığın ve denizlerin mutlaka halkın refah seviyesinin yükseltilmesi doğrultusunda kullanılması tutanaklara geçirilmiştir. PENCERE İrtica Ne Demek?.. Tehlikesi Var mı?.. Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı, KaraHavaDeniz Kuvvetleri Komutanları Türkiye’deki irtica tehlikesini üst üste vurguladılar... Başbakan bunlara karşı çıktı: “ İrtica yoktur!..” Ancak bir iki gün içinde ağız değiştirdi: “ İrticanın tanımını yapalım!” Ve ekledi: “ İrtica yerine aşırılık diyelim!..” Başbakan kurnaz.. Ve hesaplı!.. ? Batı’da, daha açık deyişle Avrupa ve Amerika’da, ne Türkiye’deki gibi bir “irtica” sorunu var, ne tehlikesi var, ne tehdidi var... Geçmiş yüzyıllarda Batı bu defteri “Aydınlanma Devrimi”yle kapatmış; “irtica” Avrupa’da tarih olmuş... Batı’daki siyasal yelpazede tutucular (konservatörler, muhafazakârlar) veya gericiler (reaksiyonerler) yok mu?.. Elbette var... Ama AB (Avrupa Birliği) içinde “dinci devlet” tehlikesini yaşayan bir ülke bulamazsınız!.. Atatürk devrimiyle Aydınlanma’yı yaşayarak, dinci devleti tarihe gömerek şeriat hukukunu yıkmış Türkiye ise iki arada bir derede... Hıristiyan dünyasında kilise şeriatı (hukuku) geçerli değil... İslam şeriatı Müslüman coğrafyasına egemen... Yalnız bir tek Türkiye bu iki dünya arasında bir “istisna” oluşturuyor... Ve laik Türkiye Cumhuriyeti içerde ve dışarda İslamcılar tarafından zorlanıyor... ? “İrtica” sözcüğü Türkiye tarihinde özel bir anlam kazandı; laik Cumhuriyeti, dinci, İslamcı, şeriatçı bir devlete dönüştürmek isteyen siyasal akıma, partiye, kişiye “mürteci” deniyor... “Gerici” sözcüğü bile bu anlamı yeterince vurgulayamıyor... Türkiye’deki siyasal yapı AB ve ABD’ye oranla daha değişik!.. Batı’da sanayi devrimi geçmiş yüzyıllarda gerçekleştiğinden “endüstri burjuvası ve proletaryası” ülke ekonomisine egemen!.. Demokrasinin altyapısı sayılan laiklik geçmiş yüzyıllarda nice kanlı çatışmalarla benimsenmiş; köylülük yüzde 5 ya da 10 dolayında!.. Bizde ise Aydınlanma Devrimi’ni “sivilasker bürokrasi” gerçekleştirdiğinden laikliğe karşıt “irtica” çok partili rejimde tehlikeye dönüşüyor, tehdit potansiyeli taşıyor... ? 1923’te Cumhuriyet kurulurken ülkede nüfus 11 milyondu; bunun 1 milyonu okuryazardı... “Milli Demokratik Devrim” denen düzen tek parti iktidarına oturtulmuş; Türk Ceza Kanunu’nun 163’üncü maddesi, “irtica” kavramını açık seçik tanımlayarak yasaklamıştı... Bugün “irtica propagandası” serbesttir ve mürteciler örgütlenerek siyasal mücadelelerini yürütebiliyorlar; para pul açısından da çok güçlüler! Yeşil sermaye, iktidarın da desteğiyle, yakında ağırlığını ekonomik yapıda daha çok duyuracak... ? Laik Türkiye tehlikeli bir süreçten irticaya kayıyor; İslam dünyasındaki tek laik Cumhuriyet bıçak sırtındadır... Peki irtica nedir?.. Mürteci kimdir?.. “Camiler kışlamız.. Kubbeler miğferimiz Minareler süngümüz.. Müminler askerimiz...” Bu manzumeyi hem de siyasal eyleminde propaganda amacıyla dile getiren ve benimseyen kişi mürtecidir. İrtica ve Karşıdevrim ŞİMDİ bir de ‘’irticanın tanımı” diye bir sorun çıktı. Gözle görüneni ve her gün yaşanmakta olanı ayrıca tanımlamak gerekiyormuş gibi. Anayasa, laiklik kavramını da korunması gereken kuralları koyarak tanımladığı için, o kurallara karşı çıkmak bile irticanın ta kendisi değil midir? İnsanın, tanım isteyenlere dönüp “aynaya bakın!” diyesi geliyor. alnız, sorun bir tek yobazlık boyutuyla ele alınacak kadar basit sayılamaz; bütün boyutlarıyla ele alınmalıdır. İşin dine ve din duygularına ilişkin yönü, aslında çok daha geniş ve kapsamlı bir akımın, karşıdevrimin bir parçasıdır. Laiklik gibi “karşıdevrim” kavramı da cumhuriyetin söylemine “İhtilali Kebir”i yaşamış olan Fransa’dan gelmiştir. Onlar 1789’da yıkılan düzene “Eski Rejim” adını verirler. Elbet, bütün yıkılışlarda olduğu gibi Eski Rejim’in yıkılışı da artçı sarsıntılar yaratmadan olmamıştır. Krallığı geri getirme, Kilise’nin etkisini ayakta tutma, aristokrasiyi canlandırma, kısacası geriye dönme hayalleri yıllarca canlı kaldı ve Eski Rejim yandaşları zaman zaman iktidara bile geldiler. Din ve laiklik tartışmaları da, Eski Rejim hayranlığının ya da özleminin belirtilerinden sadece biri olarak yakın zamanlara gelinceye kadar sürmüştür. Zaten, on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sının “restorasyonlar tarihi”, Fransa’dan başlayan saltanat yıkımlarının yarattığı tepkilerin ve yeniden canlandırılan tutuculukların tarihidir. Ne tuhaf, Büyük İhtilal sonrasında yeniden tahta çıkan iki Fransız sülalesi artıklarının hâlâ Avrupa salonlarında ve “televole” türü programlarda “arzıı endam” edişlerine benzer biçimde, cumhuriyetin ardından sürgüne gitmiş Osmanlı hanedanının kalıntıları da geçenlerde İstanbul’da buluştular. Kim bilir, iktidar mensuplarıyla birlikte Dolmabahçe Sarayı’nda, yani Kemalist Devrim sonrası “simgesel” olarak Büyük Millet Meclisi’nin mülkiyetine geçmiş olan bir yerde buluşulmuş olması kimilerine bir “restorasyon provası” gibi gözükmüş olamaz mı? vet, irtica sadece “aşırı dincilik” ya da “hilafet özlemi” diye tanımlanamaz; çünkü düpedüz cumhuriyet karşıtlığına dayalı bir tepkinin görüntülerinden sadece biridir. Gerçi, yarım yüzyılı aşkın bir zamandır sinsice süregelen bir karşıakım Kemalist cumhuriyetin devrimci niteliğini iyice törpülemiştir ama, o akımın mensuplarına göre yine de “temizlenmesi” gereken kalıntılar vardır. Üstelik, ulusal bağımsızlık düşüncesinin canlı kalışı ve askerin cumhuriyete sahip çıkışı türünden kalıntılar aynı zamanda bu topraklar üzerine dışta beslenen niyetlerin sahiplerince de istenmediği içindir ki, onlarla içteki irtica mensupları arasında pekâlâ bir gönül ve niyet birliği oluşabiliyor. Avrupa’nın restorasyonlarına benzerlik açısından şaşırtıcı değil mi? Prof. Dr. Bayram ÖZTÜRK İÜ Su Ürünleri Fakültesi Dekanı S Y on zamanlarda kamuoyunda balık çiftlikleriyle ilgili sık sık tartışma yaşanıyor. Bu tartışmalarda turizm kesimi balık çiftlikleri kapatılsın diye feryat ediyor. Gerekçe olarak da denizlerin kirlenmesi ve yatların bu koylara girememesini sebep gösteriyorlar. Hemen belirtmek gerekir ki bu yazının amacı yanlış yere kurulan ve denizleri kirleten balık çiftliklerini aklamak değildir. Ancak konuyu derinlemesine incelemeden tek yanlı bilgilerin kamuoyuna aktarılması üzücü. Öncelikle, balıkçılığın bu ülkede geliştirilmesi gerektiği 1. İzmir İktisat Kongresi’nde ortaya konmuş ve sonuç bildirgesinde balıkçılığın ve denizlerin mutlaka halkın refah seviyesinin yükseltilmesi doğrultusunda kullanılması tutanaklara geçirilmiştir. Deniz ve beslenme Ülkemizde artan nüfus ve bunun dengeli bir şekilde beslenmesi sorunu bizlerin denizlerde daha fazla üretim yapmamızı zorunlu hale getirmektedir. Çünkü su ürünleri tüketimi yılda kişi başına ülkemizde 10 kg. bile değilken AB ortalaması 40 kg. Tokyo körfezinin içinde bile su ürünleri üretimi yapılan Japonya’da ise 80 kg’ın üzerindedir. Diğer yandan, son 20 yıldır adeta üretim sözünden korkmaya başladık. Oysa üretim ekonomik bağımsızlığın temelidir. Aslında üretmek ve verimlilik biz Türklerin belirli özelliği olmalı. Bunun için denizlerimizde uygun doğal koşullar bulunmaktadır. Ayrıca ülkemiz 8353 km’lik bir kıyı uzunluğuna sahiptir. O halde olmayan nedir? Olmayan uzun ve orta vadeli planlama, kurumlar arası işbirliği, ortak çözüm arayışları, bilimsel yatırım, girişim ve bilimsel düşünme. O zaman şu soruyu cevaplandıralım. Başka ülkeler nasıl yapıyor yani turizm ve balık çiftlikleri nasıl bir arada olabiliyor. Örneğin yılda denizlerde 6 milyon ton su ürünleri üreten Japonya’da bu iş nasıl çözümlenmiş? Sistem tamamen işbirliği ve ortak çı E kara dayalı çalışıyor. Ama temel felsefe şu; kıyılar balıkçılara aittir. Bununla ilgili imparatorluk kararnamesi 150 sene önce çıkarılmış, kıyılar balıkçı kooperatiflerinin görüşüne göre planlanıyor. Denizde yer tahsisi serbest ve ücretsiz. Sadece denizin ve kıyının korunması ile ilgili kooperatife belli bir miktar ücret ödeniyor. Bize en yakın Sakız, Midilli gibi adaların her tarafı çiftliklerle kaplı. Sadece levrek ve çipura üretimleri yılda 200.000 ton. Aynı balığı, aynı üretim tekniğini, aynı suyu, aynı güneşi aynı yemi kullanıyor bu iki ülke. Birinde yani Türkiye’de 60.000 ton üretim var, denizleri sadece çiftlikler kirletti tartışması devam ediyor. Komşuda ise hiçbir yaygara yok, karşımızdaki ülkede sivil toplum kuruluşları yok mu? Şüphesiz var. Bu ülke AB ülkesi olduğu için daha fazla çevreye saygı göstermeleri gerekmez mi? Bu ülkede balık yetiştirilmezse ithalatı nereden karşılayacaksınız? Tabii ki en yakın komşunuzdan, hatta dostunuzdan! Bu işin sürdürülebilir olması, kirletmeden balık yetiştirmek mümkün değil mi sorusunu soran yok. Bizdeki turizmin denize verdiği etki balık çiftliklerine oranla kat kat fazla. Bütün koylar, sahiller, körfezler beton ormanlarıyla dolu. Arıtma derseniz yok denecek kadar az. En tanınmış turizm beldelerimizin atık su arıtılmaları eksik veya yok. Tatil siteleri ve 2. konutlar yine öyle. Buralara AB standartlarını uygularsanız plajlarını kapatmanız gerekebilir. Kıyılar yağmalanmış durumda, yoğun ve ucuz turizm Türkiye kıyılarını tahrip etti bıraktı. Türkiye kıyılarında turizm adına işgal edilmeyen yer kalmadı. Dalyan’da 20 yıl önce kurulması planlanan otelin temelleri bile hâlâ orada duruyor. İstanbul’daki Park Otel ortada, peyzaj, korunması gereken türlerle ilgili en ufak bir planlamanın emaresi bile yok. Denizlerle ilgili her bakanlık ayrı bir strateji planı yapar ve uzlaşma aranmaz bizde, kimse kimseyi dinlemez, çünkü herkes her şeyi, en iyi kendisi bilmektedir, yeni güç ve yetki peşindedir. Binlerce yatın gezdiği Ege Denizi’nde acaba sintine alımı yapılıyor mu? Yat turizmiyle uğraşanlar bu konuda hangi çabayı gösteriyorlar, merak edilmeyecek gibi değil. Bizde turizm teşrifatçılık oldu artık, çünkü bize gelir grubu en düşük kesim komik fiyatlara geliyor. Avrupa’nın fukara ve ayaktakımını ağırlayarak bu ülke kalkınamaz. Deniz ve üretim Turizmden kalkınan ülke de yok, olsa olsa belli bir alanda istihdam sağlar bu sektör. Ama artık günümüzde marka olmak var. Üretim yaparak katma değer üretip ulusal marka olacaksanız teknolojiye ve insana yatırım yapacaksınız. Eğer üretim yapmazsak doları ister demirle çapalayın ister halatla bağlayın durmaz. Çünkü verimsiz ve üretimsiz bir toplumsunuz, üstelik bunun farkında değilseniz bu daha da kötü. Balık çiftlikleri konusunda karar vermeden önce şu soruların cevabını vermemiz lazım. Ucuz balık yemek istiyor muyuz? Tüketim toplumu olmaya devam edecek miyiz? Örneğin İran’dan karpuz, otel yapmak için kestiğimiz zeytin ağaçları yerine İtalya’dan zeytin fidesi ithal edelim mi? Denizlerin korunmasını isterken temel kirleticilerin ne olduğunu biliyor muyuz? Unutmayalım ki bu ülkede deniz kirlenmesinde temel kirleticiler kara kökenlidir. Acaba turizm sektörünün kullandığı masmavi koylar şimdi ne halde? O güzelim kum plajlarının yanındaki çirkin şezlonglar birbiriyle ne kadar uyumlu? Turizm endüstrisinin ucuz balık ihtiyacı yok mu? Ülkemizde su ürünleri fakültesinden her yıl mezun olan binlerce öğrenci nerelerde iş bulabilir. Üretim yapmayan ülkemiz tüketici konumunda ne kadar kalacak ve tüketim için sürekli yurtdışına ne zamana kadar borçlanacak? Bakın ebedi önderimiz Atatürk ne diyor: ‘‘Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybederler.’’ Üretimden korkmayacağız ama denizlerimizi de koruyacağız. Yoksa toplum olarak aç kalabiliriz. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle