19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET/10 21 AĞUSTOS 1988 » Kokularda gizlenen kent er kentin kendine özgü bir kokusu vardır. Daha kapısından girerken gelir burnunuzu yoklar. Paris'in ayrı kokusu vardır, Londra'nın ayrı. Stockholm bunlardan farklıdır. Alabildiğine temizlik düşkünüdür ve kokular dünyasını kiliî altında tutma çabası gösteren ender kentlerdendir. YAVUZ BAYDAR STOCKHOLM Kentler solur, tuter, üşür ve terler. Kentleri kokular belirler. Kokular, kentlerin iç coğrafyasının görünmeyen labirentleridir. Her kentin kendine özgu bir genel kokusu vardır: Gün ışığını oluşturan farklı renkleı gibi bu genel, kimlik açıklayıcı koku bütününu, birbirinden değişik karakterde kokular birlikte sergiler. Paris'in genel kokusu, gevrek bir tutsüdür; Londra'runki nem zerreciklerinden oluşan bir küf... Her kent, burunlara kendi iç dünyasını açar. Stockholm, kokular dünyasmı kilit altında fıtma çabası gösteren ender kentler arasında yer alır. Bir parça utangaç, ama asil, alabildiğine temizlik düşkünüdür. Bu tavrını ısrarla sürdürür. Gündem dışıdır Stockholm'ün kokuları, büyuk ölçüde illegaldir, yerleşiklik kazanmamış, kent karakterinin henüz doğal unsurları arasına girmemiştir. Bu nedenle onları gizli unsurlar arasında saymakta yarar vardır. Kolaydan başlayarak kokular dünyasına, Turkçe söyleyişi "Samanpazan" olan kalabahk alışveriş alam Hotorget'ten girmek gerekir. Burası, yaz aylarında çilek ve şeftali, ilk ve sonbaharda lahana kokar. Bu mevsimlerde, çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bir manavlar topluluğu alanda tezgâh açar. Buradan son yıllarda yayılan kesik karpuz kokuları Stockholm'ün iç dünyasını oldukça egzoük kılmış, enlemi, yanılsama dolu da olsa, bir parça Akdeniz'e yaklaştırmıştır. Soğan kokuları duymak için ise alanın tam orta yerinde durup biraz beklemek gerekir. Kent merkezine sebzemeyve yayımı yapan Hotorget, iki taraftan kahve, baharat, haşlanmış spagetti ve kızarmış ya da yanmış et kokuları ile ku» şatılmıştır. Mısırçarşısı'nın minimal ve modern versiyonu olan iki kapalı pazardan, Hotorg Hali ile "Kral" Hali'nden yukselir bu kokular. Hotorg Hali'nden küflü peynir, espresso, döner kebap ve balık, "Kral" Hali'nden ise rosto, acı Meksika sosu ve safranlı tran pilavi kokuları hiç eksik olmaz. Kenti "delmeye" çalışan yabancı kokulardır bunlar. Yine de gelecek vaat etmektedirler. Kent çemberinin merkez noktası olan, sırtında Stockholm'ün en eski yapıiarını ve Kraliyet Sarayı'nı taşıyan Gamla Stan (Eski Kent) Adası, coğrafi karakterinden ötürü kokularını yöresindeki suyla kenetler. Adanın batı kıyısı daha sakin ve temizdir, burası belli belirsiz tatlı su kokar. Bu kokuyu genellikle adadan batıya doğru açılan Maelaren Gölü'nün derinliklerinden sıkça esen rüzgârlar getirir. Yine de rüzgârlar bile yetersiz kalabilir, bu yakada çok dikkatli davranmak gereklidir, adanın içlerinde farklı kokular belirmeye başlar: Çeşitli tonlarda beliren çürümüş tahta kokusu, turistik dükkânlardan yukselen Ren geyiği derisi kokusu, salaş, barlardan yayılan dökülmüş bira kokusu, bunlann başlıcalandır. Nedendir b!linmez, Kral Sarayı'na yaklaşıldığında, ender de olsa, salamlı omlet kokuları hissedilir, adanın batı yakasında, gölü Baltık'a bağlayan Bente (Slussen) ya da Grand Otel önlerindeki akıntıya gelindiğinde ise hafif bir iyot kokusu duyulur. Finlandiya'ya, Leningrad'a ve Stockholm takımadalarına açılan gemilerin dümen suyunda bıraktığı mazotlar ve duman bu kokuları besler ve kenti kıtaya özgü limanlann üyesi kılar. Akıntı, bir balık cennetidir, üstünden geçen köprülerin iki yanından yosunlu balık kokuları yükselir. Köprüden sonra gelen opera binasının önünden ve ünlü "Kraliyel Avlusu" Kungstraedgarden'den tütün ve egzoz kokuları arasından geçilerek "piyasa" ve alışveriş caddesi Hamngatan'da parfüm ve sosis kokuları arasına dalınır. Buradaki dev mağazalardan taze mobilya, çiğ elektronik ve kuru keten kokuları yukselir. Stockholm, önceden kestirilen, kolay seçilen, sınırlı kokuların utangaç ve temiz kentidir. Stockholm'den Apia'dan Samoa'da ölmek NADİR PAKSOY APtA Son yolculuklara yönelen tarifesiz son trenler, bazen "hastane garTndan kalkar, arasıra da "patoloji istasyonu"nda kısa bir "muayene"den geçerek "dinsel duraklarda" makas değjştirip çıkmaz tünellere doğru duman savurur. Ben bu trenlerin "patoloji istasyonu"ndaki muayenesini (otopsi) bir türlü benimseyemediğimden hep kaytarıcı yollara sapmaktan yana olmuşumdur. ölümün neden olduğu sorusuna sayfalar dolusu raporlar döşenmek, ölümden sonra ne olacağı varsayımları kadar anlamsız gelir. "Rahmetli sağlığında böylesine icik cicik edilseydi belki de daha bu son trene bileti kesilmemiş olabiürdi" şeklinde istihzalı düşuncelere bulanınm. Yaşamı somut, ölümü son, nedeni ve sonrasını ise soyut bulurum... Isa'yla tanıştırümazdan önce birçok Pasifıkli kabile toplumu gibi Samoalılara göre de yaşlılar dışındaki ölümler kötü ruhlann (aitu) en ağır cezası sayılırmış. Kişi aile büyüklerine, kabile geleneklerine karşı gelmiş, toplum kurallarına uymamış, reisin sözünden dışarı çıkmış, tabuları çiğnemiş olabilir. Veya düşmanlanndan biri kendisine ölümcül bir şey yapmıştır. Herkesin bir ruhu vardır. Ruh ölümden sonra bedenden ayrılarak "ölüler yurdu"nda yaşamını sürdürecektir. "ölüler yurdu", artık kabileler arası, bölgeler arası inaruş farklılıklarına göre ya bulutların ötesinde ya okyanusun derinliklerinde bir yerde veya şu karşıdaki yanardağ kraterinin dibindedir. Arasıra, çıktığı bedenin yasadığı yöreye gelip ailesini, yakınlarım köyunu gözleyip denetleyebilir, bir hayvan kılığına bürünüp ortalıklarda dolaşabilir... Samoa külturünde nitelikten ziyade niceliğe daha fazlaca özen gösterilir. Samoalı şunun şurasında yüzyıl önce tanıştığı tek tanrılı dini de bin yılhk geleneklerine uyarlanmış biçimde uygular günümüzde. Inançtan çok şekil, felsefeden çok görünüşmr önemli olan... Ya ölüm?.. O da aşağı yukan bu bakış açısmın izlerini taşır. ölüm bu dünyadan "ötekine" gezi niteliğinde bir yolculuktur. Ancak artık "ölüler yurdu"na değil de tsa'nın katına geçiştir. Yaşamın ruhani ölçülerle devamıdır. O nedenle de pek fazla ciddiye alınrnaması gerekir. "Yolcu" tantanalı uğurlanmalıdır. Ülkede bu aralar sıkça rastlanılan vakalardan biri daha işte: lntihar... Her ne kadar Samoalı "Pasliik'te yaşamak kolay, ölmek zordur" dese de canına tak dedi mi zoru kolaya yeğleyebiliyor. Samoahya ufak tefek terslikler karşısmda Akdenizvâri ciyak ci yak bağrışlarla eller kollar birbirine dolaşmış tepkiler pek bir garip ve de komik gelir. Siz sinirden çatlayadurun onlar halinize gulmekten kınhrlar, yerlere yatarlar. Kızgınlıklarını içlerine atarlar, yutarlar, taa ki dolup taşana dek... Aile ve köy düzeyinde birçok yetkiyi elinde tutan reisin (matayi) hot zotundan bıkıp bunalmış, ama bir çıkış bulamamış veya toplurnda arasıra dedikodusu çıkan incest'e (mahremle cinsel ilikşi) bulaşmış kişi kendi nce onurlu bir yol arar ve çözümü intiharda bulur zaman zaman... Nerde o eski, vahşi safarîler? D üzlüğün ortasında gri bir tepe gibi duran gergedan, melankolik ve miyop gözlerinin ortasındaki boynuzu jipin yönüne çeviriyor, sonra tekrar olduğu yere çöküp yalnızhgına gömülüyor. Safari tüm büyüsüne rağmen Karen Blixen'in kürklerinin hayvanlarını bizzat vurduğu günlerdeki kadar vahşi ve başdöndürücü değil NtLGÜN CERRAHOĞLU TANZANYA Gorongoro krateri uzak ve ıssız. Ortasında bir tuz gölü bulunan yüksek dağlarla çevrili 15 km. çapında dümdüz, yuvarlak bir alan bu. Üstü açık bir safari jipinin içinde ağır ağır ilerlerken, motorun sesi yoğun sessizliği dolduruyor. Ve birdenbire karşımıza yüzyılların akışından hiç etkilenmemiş, garip ve hantal bir suaygırı çıkıyor. Düzlüğün ortasında gri bir tepe gibi duran aygır, melonkolik ve miyop gözlerinin ortasındaki boynuzunu jipin yönüne çeviriyor, narekete geçip geçmemek arasında bir an tereddüt ediyor ve tekrar olduğu yere çöküp çörekleniyor. Tüm ağırlığına rağmen, 70 km. hızla üzerimize gelmesi halinde jipimizi rahatça devirebilecek olan bu bir tonu aşkın yaratığın rehavetine güvenerek yanına yaklaşıyor ve poz poz fotoğrafını çekmeye başuyoruz. Rüzgânn, koku hassası çok keskin olan hayvana kokumuzu ulaştırmayacak yönünde durmaya dikkat ederek... Gergedan boş bakışlarını burnunun ucuna çeviriyor, başını yere yaslıyor ve zamansız, uçsuz bucaksız yalnızlığına geri dönüyor. Safari rehberi olan şoförütnüz James, bu ilgisiz ve yalnız hayvanın çiftleşirken, dünyanın en enerjik hayvanlarından biri olduğunu ve çiftleşme süresinin hayvanlar dünyasında bir rekor sayılan 45 dakikadan asağıya düşmediğini anlatıyor. Gergedan boynuzunun dünya piyasalannda kilosu 200 dolara dek alıcı bulmasının esran da bu özellığinden kaynaklanıyor. Müthiş bir cinsel güce sahip olduğu düşünülen hayvanın boynuzu ve boynuzundan yapılan tozun cinsel gücü kamçılayan "afrodisiyak" nitelikleri olduğuna inanılıyor. Özellikle Araplar ve Uzakdoğu ulkeleri arasında yaygın olan bu inaruş yüzünden suaygırı avcıları, hayvanın soyunu neredeyse tüketmiş durumdalar. Bu yüzden kilometrekareye düşen hayvan sayısı itibarıyla dünyanın en yoğun noktası olan Gorongoro kraterinde bile toplam suaygıGergedan, cinsel güç verdıği boynuzu ıçın avlana avlana soyu tükenen bir yaratık. Gorongoro kraterinde bile toplam sayısı 10'u geçmiyor. rı sayısı onu geçmiyor. Gergedanın gerisinde savana, sabahın nemi ile büsbütün uzak duran yüksek dağlara dek uzanıyor. Üzerimizden kelebek gibi uçuşan gövdesi turuncu, kanatlan turkuvaz renkli kuşlar ve kuş iriliğinde rengârenk kelebekler geçiyor. Az ilerde ise dişleri en keskin hayvan olarak tanınan sırtlanlann kurt gibi uluyan sesleri geliyor. Nitekim uzakta yabani bir ineğin iskeleti etrafında son lokoıalarını yutan sırtlanları, dürbünümüzle rahatça izle>rebiliyoruz. Sırtlanların hemen yanında çakal tilkileri iskeletin üzerinde kalan et parçalarından kısfnetlerine düşen payı kopartmaya çalışıyorlar. Fakat sırtlanlar, çakalların her teşebbüsünü dişlerini göstererek geriye püskürtüyorlar. Çakalların bir ardmdaki sırada ise, ziyafetten arta kalan son kırıntıları temizlemek için bekleyen disiplinli bir akbaba dizisi izleniyor. Yerçekiminden etkilenmedikleri izlenimi veren ince, uzun bacaklı geyikler hızlı atlayışlarla jipimizin yanından kaçışıveriyorlar. Geyiklerin çekingenliği ve ürkekliği, bunları en zor fotoğraflanan hayvan haline getiriyor. Hoplaya hoplaya savananın sık ve yüksek otları arasında kaybolan uzun bacaklı, iri gövdeli deve kuşları ise Gorongoro kraterine büsbütün gerçekdışı soyut bir boyut kazandınyor. Giderek yukselen sıcak Afrika güneşi altında, jipin tepesinde toz Tcaızanya'dan S amoalı ölmek "Pasifık'te yaşamak kolay B ir metrelik teleobjektifleriyle minibüslerinden inen Japon turistlerin anlaşılmayan konuşmaları, hemen oracıkta birbirlerine kaç fil, kaç aslan gördüklerini anlatmaya başlayan Italyanlar ve altında oturduğumuz ağacın üzerindeki serçelerin bile fotoğrafını çekmeye çalışan Amerikalılar Gorongoro'ya bir hayvanat bahçesitadı katıyor. toprak yutarak ve ağaç dallanna takılmamaya özen göstererek saatlerce, kendine özgü bir düzeni olan bu garip dünyayı izliyoruz. Ağır ot yiyiciler olarak adlandınlan ve su kenarlarında yasayan filler, bufalolar ve hippapotomlar, yüksek ve kaba otları yiyorlar. Az ilerde seyrekleşen otlara daha sonra aslan, sırtlan gibi yırtıcı hayvanlara yem olan geyik cinsleri ve zebralar iltifat ediyor. Aslanları görebilmek için özel bir gayret göstermek gerek. Aslan avını hemen hemen daıma kendi kürküyle aynı renkte olan yüksek savan otları arasına saklanarak bekliyor. Çünkü ormanların kralı olarak bilinen bu hayvan, olağanüstü gücüne karşın fazla çevik değil. Avında yüzde 50 oranında bir başarı sağlayabilmesi için yabani ineklere 11 metre, zebraya 10 metre ve gazellere en az 6.5 metre (kendini göstermeden) yaklaşması gerektiği söyleniyor. Aksi takdirde kendisinden çok daha uzun bir süre için hızla koşabilen bu hayvanlar, aslanın elinden kaçıyor. Aslanlann genellikle grup halinde avlanmasının nedeni bu. Ya da ava, manevra gücü daha yüksek olduğu anlaşılan dişi aslan gidiyor, erkek aslan eşini geride bekliyor. Eline avını geçirdiği anda da, aslan önce kendini doyuruyor, sonra yavrulannı düşünüyor. Biz savananın sık ve sarı otları arasında hiçbir şey görmememize rağmen, James direksiyonu kınyor ve yuvarlak bir viraj alıyor. Az ilerde karşımıza kedi gibi kıvrümış ayakları üzerinde mahmur mahmur duran iki aslan çıkıyor. tyi bir fotoğraf almak için efsanevi bu yaratığın yanına yaklaşırken, damarlarımızdaki kanın ısındığını hissediyoruz. Fakat aslanlar hiç bizimle ilgili görünmüyor, tamamen başka yöne bakıyorlar. Dikkatlerini çekmek için jipin motorunu durdurdurup durdurup çalıştırmamıza rağmen başanlı olamıyoruz. Mahremiyetlerine girmemizden canı sıkılan aslanlar, bize bakmadan kalkıp az ileriye gidiyorlar ve gene otlann arasına kıvrılıveriyorlar. Safari, tüm büyüsüne rağmen, Karen Blixen'in kürklerinin hayvanlarını bizzat vurduğu günlerdeki denli vahşi ve başdöndürücü değil. Doğu Afrika'da konuşulan "Swahılı" dilinde "yolculnk" anlamına gelen bu spor tamamen ehlileştirümiş artık. Bir defa safari arabasının kapısını açıp, ayağınızı yere basmanız kesinlikle yasak, bu tüm sürece, biraz uzaktan izlenen sinemaskop bir film havası veriyor. Sonra, öğlen vakti Gorongoro'nun etrafındaki otellerden ve kamp kuran çadırlardan ustu açık safari minibüslerine doluşarak kratere inen tur grupları, kraterin tam ortasındaki Tuz Gölü'nün kenannda aynı noktada öğlen molası veriyorlar. O anda birkaç saat için Adem ve Havva'nın dünyasında yapayalnız olduğunuzu düşündüren yolculuğun tüm büyüsü bozuluyor. Bir metrelik teleobjektifleriyle minibüslerinden inen Japon turistierin anlaşılmayan konuşmalan, hemen oracıkta birbirlerine kaç fil, kaç aslan gördüklerini anlatmaya başlayan Italyanlar ve altında oturduğumuz ağacın üzerindeki serçelerin bile fotoğrafını çekmeye çalışan Amerikalılar birden bire Gorongoro'ya kalabahk bir hayvanat bahçesi tadı katıyor. Aceleyle otellerden verilen birörnek, karton piknik kutuları çıkartılıyor ve küçük buzluklarda depolanmış olan soğuk biralara uzanılıyor. Ardından grup resimleri çekiliyor. Bir saat içinde mola verilen ağacın altında boş piknik kutuları, bira ve Pepsi Kola şiseleri, muz kabukları ve kullanılmış peçetelerden oluşan küçük bir kume oluşuyor. Uygarlıkl Tanzanya'nın ırak köşelerinden birindeki Gorongoro kraterine böyle ulaşıyor. zordur" dese de canına tak dedi mi zoru, kolaya yeğliyor. Aile ve köy düzeninde birçok yetkiyi elinde tutan reisin hot zotundan bunalmış veya toplumda ara sıra dedikodusu çıkan mahrem cinselliğe bulaşmış bir kişi, çözümü intiharda bulur Aile efradı soğuk madeni masayı çevreledi. Yolcu'ya beyaz gömlek, siyah kelebek boyunbağı, siyah eteklik giydirildi. Boynuna "ula" denilen mis kokulu çiçek gerdanlık takıldı. Kadın olsaydı beyaz satenden tunikvari bir elbise giydirilecekti. En keskin esanslar döküldu. Yakınları geldi, bedene son bir kez daha sarıldı, öptü, birkaç poz fotoğrafı çekildi ve kapak çivilendi. Sonra köyünde bağlı bulunduğu kilisenin tüm erkânı sökün etti. Seyyar org getirildi, sedyeden katafalkın yanıbaşına yerleştirildi. Ailenin hali vakti yerinde aulaşılan ki içlerinden biri töreni videoya kaydetmekte. Koro coşmus, çığlık çığlığa ilahiler doldurmakta koridorlan. tlahi faslı bitti, dua faslı bitti. "Ateşin düştüğü" üç beş kişiden gayri tüm cemaat hurraa dışarıya... Kızlı erkekli koro gülüp oynaşarak otobuslere doluştu. Yanar döner kırmızı lambalı siyah kuyruklu otomobil. Samoa geleneğinde para, çeyiz, hediye, sorunlarda tazminat yerine geçen ince dokunmuş hasır örtülerle kaplanmış olarak ağır ağır ilerledi. Konvoy peşine takıldı. Koro yine coştu, piknik dönüşü liseli öğrencilerin edasıyla... Kentin tek kavşağındaki polis selama durdu. Tarifesiz bir son treni daha yolcu etmekte Nerej^e?.. Ölüm "asude bir bahar ülkesi"mi acaba Samoalı rinde... K Havai fişekli Carmen sııiti entin ışıklan o cumartesi, saat tam 22.29'da söndürüldü. Richard Wagner, Dvorjak, Çaykovski ve Dukas'ın müziği eşliğinde gece: Gümüş oklar, altın yağmuru ve şimşeklere karışan gökgürültüleriyle gökyüzü renkten renge girdi. Bu, Zürih'in 1962'den beri kutladığı özel bir şenlik. DOĞAN ABALIOGLU amblemleri için önce paranın olduğu yerdeki kişileri mi alıştırmaya çalışıyorlardı? 3 gun boyunca havada, suda, karada (Mercedes yıldızının simgesi örneği) akrobasi de izlendi. Önceden programlanan bazı gösteriler rüzgârın veya dalganın etkisiyle emniyet açısından kaldırılırken yerlerine daha az sakıncalı olanları kondu. Yani bayram zincirleme surdü gitti. Zürih böylesine renkli gecelerini gene geçmişine bağlıyor. Daha 17. yuzyılda barut gücüyle eğlenecekortamabaşlamışlar. 150 yıl önce Münster (Katedral) Köprüsu bitince de gökten "Kızılderili beyaz ateşi" yağmış. O zamanlar reklam bilinci gelişmemiş olmalı ki genel giderlerden, tam 225 düka altın harcamışlar. Ama kent havası (sanki hiç değişmemiş gibi) yine doluymuş ki millete sundukları yiyecek içecek için de bir o kadarını daha gözden çıkarmışlar. 2. Dünya Savaşı kıtlık yıllan. Her şey karneye bağlı. Yaraların sarılması, açıklann kapanması 1962'yi bulmuş. Ve gene fişekleri patlatmışlar. Böylece "bu işi her 3 yılda bir yineleyelim" diye karar vererek bu gunlere gelirımiş. Doğal bu, her ülkede kutlanan (bizde Fatih Köprusü'nün açılışında olduğu gibi) bir olay. Ancak muzik eşliğinde ve o ritimde ateşleme tek Zürih'te uygulanan bir işlem. Her şeyin zaptü rapt olduğu bu kentte neredeyse kibritinizi bile işaret üzerine çakıp sigaranızdan çekeceğiniz nefes, Bizzet'nin Carmen suitine uygun olacak ki parlayan köz boğanın gozundeki hıncı canlandırabilsin. Zürih'ten Ardenler'den Heidegger felsefesi, kır senfonîsi HADİ ULUENGİN WITTELSEIM Martin Heidegger'in Karaormanlar'daki inziva köşesini tasvir ettiği "Neden Taşrada KaIıyonız?" makalesinde şöyle bir pasaj mevcut: "Felsefi calışmam, bir nevi şahsına münhasınn kendine has ugrası biçiminde olmuyor. Köylülerin araeliyesi içinde yeri var. Genç köylü, kayın yttklü ağır arabayı yokuşun başına çıkartıp sonra bayınn binbir guçluğünde çiftlige indirmek için hemen üzerine atladığında; çoban, >avaş ve bülyalı, siiriisünü tepeye güttügunde; ko>lu. odasında, damı aktarmak için lazım olan padavralan gerektiği gibi seçtiginde, benim calışmam da aynı neviden. Köylü dünyasına derhal aitlik, iste orada kökenini buluyor. Şehirli, köylü ile biraz uzunca bir konuşmaya 'inse', 'halka kanşögını' diişüniir. Akşam, paydos vakti geldiğinde, köylülerle kuzinanın önüne oturduğumda, çoğu zaman konuşmuyoruz bile. Sükunetle pipolanmızı içiyoruz. Belki belki ormanda ağaç kesimi mevsiminin bittiğine, geçen gece tilkinin kumese girdigine, yann ineklerden birisinin vavrulayacagına dair iki laf ediyoruz. O kadar." Ben, Heidegger'in bu çok Alman tasvirinde, köylü ile biraz uzunca bir konuşmaya 'inse", "halka karıştıgını" düşünenlerdenim. Sükunetle pipo içip ocağın karşısmda fılozofluk edemem. Bir zamanlar metazori köylü dalkavukluğu yapmış olmama rağmen gerçekte, köylülerden ve köylerden hiç haz etmedim. Yetmişli yıllarda rnoda olan "kıra dönüş" akımına kapılmadım. Çiftlik bostanında sebze yetiştirmek, kümeste horoz sesiyle uyanmak, kilde çömlek şekillendirmek, koyun yününden kazak eğirmek hülyaları kurmadım. Tam tersine, bunlar dehşet verdiler. Taşramn Tıkri dahi kâbus geldi. Asfaltın kokusuna, otomobilin kornasına, binalarm iç içeliğine, televizyonun haberlerine, insanların kalabalığına sonsuz ihtiyaç duydum. Şehirliyim. Meuse havzasımn doğusunda ve asağısında Arden dağlan mevcut. Aşağıda, aynı isimle Fransa ve Lüksemburg'a iniyorlar. Doğuda, Almanya'da, Eiffel platosu oluyorlar. Toplam satıh itibarıyla, onbin kilometrekare kadar varlar. Dağlar alçak. En tepe yeri yedi yüz metreyi geçmiyor. Çam ormanlarıyla kaplılar. Hayvancılık yapılıyor, önemli şehirler yok. Olanlar, Alman savaşlarından dolayı biliniyorlar. Fransa tarafında Sedan, Bismarck ordulannın muzaffer olduğu yer. Belçika tarafmdan Bastogne, ikinci harpte Hitler karşı taarruzunun vuku bulduğu ve General Patton tanklannın Almanlan ezdiğj mevkii. Yine Belçika tarafında, bu defa daha kuzey doğuda Spa var. Bolşevik ihtilali öncesinde Rus çarlarının sayfiye mekânı ve Cumhuriyet ertesinde de sabık Osmanlı hanedanımn tenis oynadığı ünlü kaplıca şehri. Şimdi, Empire üslubu termal binalarında, sosyal sigortanın gönderdiği ve Liege banliyölerinden gelen yaşlı kadınlar siyatik tedavisi görüyorlar. Gazinoda da şimendifer ve rulet masasının etrafına, otobüslerle günubirliğine tura çıkan Hollandalı turistler üşüşüyorlar. Biraz daha doğuda, Alman sınınna yirmi kilometre kala, Francorchamps pisü var. Formule l otomobil müsabakalarıyla, motosikiet yanşları burada yapılıyor. Francorchamps'tan Alman hududuna ve aşağıda Lüksemburg'a kadar uzanan şerit, Belçika'nın Birinci Dünya Savaşı ganimeti. Belçika tarafında, Almanya ile Lüksemburg sınınna eşit uzaklıkta, dar dağ yollarından gidılen VVittelseim köyü var. Onon beş çiftlik evi, bir kilise, kilisenin bitişiğinde mezarlık, meydanda yalnız sabahları ve akşamları açık olan bakkal, müzik dolabında Claude François şarkıları çalan kahve var. Çiftlik evlerinin yansında köylüler, diğer yarısında şehirliler ikârnet ediyorlar. Bunların bazısını köylüler kiraya veriyorlar, bazısının mülkiyeti ise şehirlilere ait. Şehirliler, hafta sonlannda ve tatillerde geliyorlar. Köylüler, evleri fahiş fiyatla kiralıyorlar. Pazarları da en iyi elbiselerini giyerek kilisede ayine gidiyorlar. Kilisenin korosu bet sesli ve "Ave Maria"yı bile fos notlarla söylüyor. Papaz, vaazında, Namur'ün ne kadar büyük bir şehir olduğunu ve büyük şehirlerde ne kadar dikkatli davranılması gerektiğini anlatıyor. Köylüler, mukaddes ekmeğin tadına baktıktan sonra, biranın da tadına bakmak için Claude François çalan kahveye gidiyorlar. Traktörü yenilerken bankadan nasıl kredi çektiklerini, danaların çabuk semirmesi için hangi hormonlu ilacı kullandıklannı, Lüksemburg tarafında benzinin daha ucuz olduğunu, Ortak Pazar'm süt kotasını dondurduğunu konuşuyorlar. Şehirliler geldiğinde susuyorlar. Sükunetle pipo içiyorlar. Şehirlileri ihtiyatla gözlüyorlar. Ben, köylüler ile biraz uzunca konuşmaya "inip", "halka karışmayı" düşünmüyorum. Köylülerin bana "Çikması" dahi umurumda değil. Hafta sonunun bitmesini bekliyorum. Biunesini beklerken de rutubetli ve gubre kokan odada, BBC'nin orta dalga yayınını arıyorum. Teseili bulurum ümidiyle, Heidegger'in "Neden Taşrada Kalıyoruz?" makalesini ve Gide'in "Kır Senfonisi"ni yeniden okuyorum. BBC çıkmıyor. Heidegger ve Gide nafile. Hafta sonu bitmiyor ve kır senfonisinden nefret ediyorum. ZÜRİH Kentin kucakladığı gölün kuzey kıyılarında hazırlanan çadırlar ve olan lokallerle toplam 35 bin kişilik kapalı alan; yiyecek içecek yanında dinlenmek isteyenler için ayarlandı. Ve temmuz başı Zürih gene renklendi. Kurulan lunaparklar, eğlence düzeyini arttınrken, araç park yerleri beklenen 1 milyon kişinin rahatlığı için o yörelerde kaldınldı. 3 gece sabahlara kadar eğlenildi. Sozüm ona içki sunan yerler polis saatinde kapandı, ama şişesini kapan göl kenarında demine devam etti. Havanın da felekten gün çalanların yanında olması. başka bir deyişle eğlenenlere eşlik etmesi, bayramın daha renkli geçmesini sağladı. Bazı açıkgözlerin şemsiye surümünden de kazanç elde edeceklerini hesaplamaları kursaklannda kaldı. İngiltere üzerindeki alçak basınç ve polar soğuğuna sırtını dayamış Biskonya Körfezi üzerindeki soğuk dalgası oralardan gelemedi. Zürih az veya orta bulutlu da olsa bu vartayı atlattı. Kentin ışıklan o cumartesi tam 22.29'da söndürüldü. Richard VVagner, Duvorjak, Çaykovski ve Dukas'ın müziği eşliğinde gece: Gümüş oklar, altın yağmuru ve şimşeklere karışan gök gürültüleriyle gökyuzü renkten renge girdi. Şenliğin koregrafisini, Stuttgart Lünig hava fişekleri fabrikasından Robin P. Marchev yapmıştı. Giderleri iseCocaCola İsviçre ustlendi. Kimbilir ayın yüzeyine lazerle yazmayı ve izni nereden alacaklarını bilemedikleri
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle