17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
15 MA YIS 1988 CUMHURİYET/7 Napoli'den Atina'dan \omero semtinde, kenti tepeden seyreden bir park var. Gazeteciler parkı... Gençlerin gözdesi. Burayı boşuna seçmemişler. Sevgililer buraya özel araçlarıyla geliyorlar. Araç park ediliyor; camlar gazete kâğıtlarıyla kapatılıyor ve sonra... Sonrası muzır. MUSTAFA BALBAY NAPOLİ Sanki zaman tünelinde ilerliyonız. Kentin girişindeki çok katlı, yeni inşa edilmiş siteleri geçince, tarihe, yani Napolinin merkezine doğru gidiyoruz. En yenisi geçen yüzyıldan kalma evlerde yaşam sürüyor. Pencerelerdeki çiçek saksıları, balkonlardaki çamaşırlar bunun kanıtı. Yapılaşmanın tamamen yasaklandığı merkez caddelerde, duvarları insan ponreleriyle dolu muhteşem binaların kapısından başı defne dallanyla suslu bir Roma aristokratı çıkıverecekmiş gibi geliyor insana. Bakışlarımız kaldınmdaki mini etekli kızlara kayıyor ve bugünu yaşamaya başlıyoruz. DUzgün bacaVlarıyla mini eteği cesurca giyen genç kızlar Napoliten şarkılann yükseldiği cafelerin önünden sanki müziğe ayak uydurarak geçiyor. Guleç yuzlu bir delikanh yapmas» gereken bir görevi yerinegetirir gibi genç kıza laf atıyor. Tarihin hemen hiçbir döneminde ciddi bir yıkıma uğramadığı için şehir dokusunu ve kültürünü bugüne dek koruyan Napoli'de birçok şey sadece bu kente özgü. İtalya'nm diğer kentlerinden farklı bir havayı soluyoruz burada. Öncelikle trafiğine alışmakta hiç güçlük çekmedik. Kırmızı ışıkta durmak gibi bir kuralı hemen hemen tum şoförler unutmuş. Önceki aracı sollamanın yanında "sağlamak" da serbest. Trafik cezası mı? Polis elbette yazıyor, ama ödeyen yok. Aracını "park yapılmaz" işaretinin altına bırakan bir Napolili geri döndüğünde polisin silgeçlere geçirdiği ceza pusulasıru alıp yırtıyor ve yoluna devam ediyor. Yaklaşık 3.5 milyon nüfuslu Napoli'de gezdiğimiz ilginç yerlerden birisi "hiTsutar pazan" oldu. Kentte hırsızlık neredeyse suç sayılmayaeak, olağan olaylardan biri gibi karşılandığı için hırsızlar da çaldıkları mallan belli merkezlerde pazarlıyorlar. "Garibaldi Alanı" nın arka sokaklan onlara ait. Buradan sıkı bir pazarlıkla 20 bin liraya deri canta, 5060 bin liraya güzel bir teyp satın almak mümkün. Çanta, teyp, cüzdan çalmak basit Ozerk ve yeşil aşk cumlturi^etî bir iş. Mesleğinde tecrübe sahibi olmuş profesyoneller 30 saniyede bir Mercedesi ortadan kaldırabiliyor. Bunun için kasası kapalı bir kamyon ve kamyonun arkasına bağlı bir vinç gerekiyor. Vinçle kasanın içine taşınan Mercedes iki saat içinde bulunamazsa bilin ki 'yedek parça" olarak piyasaya sürülmuştür bile. İtalyan Sosyalist Partisi'nin Napoli örgütündeki sekreterlerinden Nico Pirozzi'ye edindiğimiz ilk izlenimleri ve öğrendiklerimizi anlatıyoruz. "Hepsi doğru" diyor ve ekliyor: Burası Napoli Cumhuriyeli. Pirozzi'ye göre Garibaldi'nin hatın olmasa Napoli belki de İtalyan birliğine katılmazdı. Pirozzi, Mussoluni'nin Napoli'de hiçbir zaman tutunamadığını, bunun için de "ceza olsun" diye kentin merkezine yakın bir bölgeye demir çelik fabrikası yaptırdığını soylüyor. Sohbetin sonunda ısmarladığı ttalyan kahvesi için teşekkür ediyoruz. Hemen düzeltiyor: Içtiğiniz İtalyan kahvesi değildi, Napolitandı. ttalya deyince ilk akla gelen şeylerden biri "mafya." Ama ttalyan mafyasının Napoli'de yeri yok. Napoli'de ayrı bir mafya örgütü var. Adı "Camarro." Gecmişi de oldukça eski. ttalyan Jandarma Örgütü "Carabinieri" ile aynı tarihlerde w w Şimdilerde bütün Yunan gazeteleh Türkiye ile ilgili ve en önemlisi, Türkiye'yi bu kez "olumlu yönleriyle" de tamtan yazılar, diziler yayımlamaya başladılar. Amaç, Türkiye'yi yeni kuşak Yunanlıya tamtmak... STELYO BERBERAKİS ATİNA Yunanistan'da yeni kuşak, Turkiye ile ilgili olarak yeni yeni bilgi sahibi olmaya başladı. Bugüne dek Turkiye hakkındaki bilgilerini tarih kitaplarından ya da siyasi gelişmelerden alan bu kuşak şimdi okudukları gazete ya da radyo TV gibi yayın organlarından da bilgi ediniyorlar. Eski kuşak Yunanlılar ise ya Balkan ya da 1. Dünya Savaşfndan kalan anılarla dolu. Bu anılar dededen toruna ya da babadan oğula anlatılırdı. Yunanistan'da bir de "mübadele kuşağı" vardır. Bu kuşak, "1923 miibadelesiyle" Anadolu'dan Yunanistan'a göç eden Rumlardır. Bu insanlann anıları, "Kiiçük Asya s«ferine" katılan yerü Yunanlıların anılarıyla aynı değil. Çünkü "mübadele kuşagı" yüzyıllarca Anadolu'da Türk halkı ile iç içe, diz dize yaşamıştı. Ancak siyasi gelişmeler iki ülke halkımn uzaklaşmasına, birbiri hakkında ancak 1920'lerde. hatta 1821 Yu Şimdi rağbet Davos ruhuna nan ihtilalinden kalma tarihi ve acı anılarla dolu bilgilerle yetinmesine yol açtı. tlişkiler zaman zaman düzeliyor, zaman zaman savaşm eşiğine varıyordu. Dolayısıyla ne Türkler Yunanlılar hakkında, ne de Yunanlılar Türkler hakkında çağdaş ve kalıcı hatta gerçekçi denilebilecek bilgi sahibi olamadı. Şimdi iki ülke arasında yeni bir döneme girildi. Başbakanlar şu ya da bu nedenlerle Türk Yunan ilişkilerini yeniden bir düzene sokmaya, halkların birbirlerini yakından tanımasına, işbirliği yapmasına karar verdi. Kamuoyu üzerinde büyük etki sahibi olan gazetelerin de başbakanlann vardığı bu kararlardan sonra daha dikkatli olmaya başladıkları gözleniyor. Türk gazeteleri "Davos öncesind'1" bile Yunanistan'la ilgili haber ve yazılarında yalnız siyasi içerikli konuları değil, sosyal, ekonomik, kültürel yaşantı gibi konuları da işleyebiliyordu. Oysa Yunan gazeteleri, Ankara'da hükümetin, Yunanistan'la ilgili açıklamaları ya da tesadüfen Türkiye'yi ziyaret eden bir gazetecisinin izlenimlerinden başka Türkiye'yi tanıtıcı hiçbir konuya yer vermiyordu. Şimdilerde bütün Yunan gazeteleri Türkiye ile ilgili ve en önemlisi Türkiye'yi bu kez "olumlu yönleriyle" detanıtan yazılar, diziler yayımlamaya başladılar. Amaç, bugünün Türkiyesini yeni kuşak Yunanlıya tamtmak... Bu tanıtım da başan ile sürüyor denilebilir. Napoli'de Saint Martino Muzesi'nin karşısında yeni evii bir İtalyan çifti faytonla tur atıyor. (Fotoğraf: Mustafa Balbay) "yasallaşmış." kurulmuş. yor ve burada gönullerince birlikÜnlu film artisti Sophia LorenNapoli'de gençlik de kendine te oluyorlar. Polis bu parka girmiin doğum yeri olan Napoli'de doözel bir dünya kurmuş. Kenti te yor. Anlatılan öyküye göre yıllar laştığımız her caddede şaşırtıcı göpeden seyreden Vomero semtinde rüntülerle karşılaşıyoruz. Ünlü Rogençlere ait bir park var. Adı "Ga önce bu parkta iki sevgili bir aracın içinde polisce basılmış. Mahma caddesi'nde motosiklete binmiş zeteciler Parkı." Gençler yüksek kemelik olmuşlar. tki sevgili başmini etekli iki genç kız önümüzden ağaçlarla dolu bu parkı güzel manka gidecek yerleri olmadığını, bu hızla geçiyor. Yürüyüş için sahile zarası için seçmemişler. Sevgililer nedenle parka gitmek zorunda kaldoğru ilerliyonız. Trafik durmuş, bu parka özel araçlan ile geliyor. dıklannı anlatmışlar. Yargıç gençyeni evli bir çift faytonla caddeyi Araç uygun bir yerde park ediliyor. arşınlıyor. Bütün camlar gazete ile kapatılı leri haklı bulmuş ve bu parkta aşk Stuttgartian Varyete çeşit dolu, varyete yaşam 193(Vlu yılların en ünlü varyete sanatçıları Stuttgart Friedrichsbau Tiyatrosu'nda. Sürprizli ve şaşırtıcı. Varyete tiyatro değil, operet değil, sirk değil. Hepsinden biraz. AHMET ARPAD Jean Pierre'in koleksiyonunda en değerti 'parça', 1843 tarihli ve Istanbul damgalı STUTTGART tnsanlar geliyor. Ak\n akın. Otomobiller kapıya yanaşıyor. Dizi dizi. Mercedesler, Opeller, Citroenler. Hafiften bir yağmur. Pencereleri yüksek, balkon parmaklıkları oyma, ön cephesi süslü büyük bina ışıl ışıl. Caddenin arnavutkaldınmı taşları, tramvay rayları ıslak. Binanın ve dükkânlann ışığmda pırıl pırıl. Yuksek kapıdan giren insanlar şık. Kadınlar uzun siyah etekli, erkekler siyah fötr şapkalı ve redingotlu. Ellerinde büyük şemsiyeler. 6 numaralı tramvay hızla köşeyi dönüyor. Duruyor. tnenler var. Işıklar içindeki binaya yürüyorlar. tri yarı, guçlü bir erkek, koluna yeni dostunu takmış. Karşıya geçiyorlar. Onlar da bu akşam eğlen Zürih'ten Diviti belînde mîs yağı cebînde Tüy, kamış, kalem, mürekkebin ayrılmaz parçalarıydılar. Tükenmez icat olup, mertlik bozulmadan önceleri kişilerin anlaşmaları için kullanılan bu gereç, çivi biçiminden dönüşerek, günümüze kadar çeşitli görünümlere burünmüşler. DOĞAN ABALIOĞLU ZÜRİH Kişilerin özel eğilimleri türlü türlü. Kimi antika eşya toplar, kimi pul. Oysa çağımızda en geçerli olanı gıcır gıcır banknotlar. Deniliyor ki, dünya bunun çevresinde dönüvormuş. Basel'li öğrenci Jean Pierre Müller'in ise, daha aklı başına gelmemiş, başka bir deyişle paranın nelere kadir olduğunu kavnyamamış. Onunki yazı yazma uçları, daha doğrusu Batıdaki deyişle tüy toplamakmış. Eskiden yazma işlevi için gerekli gereç özelükle hindi tüyü, sapının 45 dereceden fazla kesilmesiyle elde edilen kalem, hokkaya batırılarak kullanılırdı. Bizim zamanımızda annelerimizin ördüğü torba içinde sozüm ona dökülmez mürekkep şişeleriyle okula giderdik. Her ne kadar adı akmaz idiyse de üstümüzde lekelenmedik yer yok gibiydi. Jean Pierre Muller bu hobby'siyle yazı tekniğini arastırırken karşılaşmış. Eski el yazması kitaplardaki karakterler her uca göre değiştiğinden bunları toplama duşuncesine kapılmış. Ilk tüylerini de daha önceleri ele alınan konularımızın birinde değindiğimiz (Flohmark) bitpazarında bulmuş. Ancak her kula nasip olmayan şans kuşu bu 17 yaşındaki öğrencinin başına İsmail Gülgeç'in hayvanları örneği pislemiş. Geçen yıl dinlencesini geçirdiği Lyon yakınlanndaki Tournus kasabasında turnayı gözunden vurmuş. Gittiği her yerde tuy arama hastası genç delikanh, uğradığı kırsatiye dükkânında bir kalıtla karşılaşmış. Dört gobekten beri aynı işi yapan ve aynı konutta oturan bu kırtasiyeci ailenin evinde, tuğla örülü bir tonozda bulduğu iki yüze yakın kalem uçlan; annesini 2 bin Frank (yaklaşık 2 milyon TL) fakirleştirirken kendi hazinesini kat kat zenginleştirmiş. Gun ışığına pkanlardan en değerlisi ise 1843 tarihli ve tstanbul damgalı olanıymış. Bunu, bu işin artık ehli olan gencimiz uçların üzerine yazüı kod numaraîarından çözmuş. Ayrıca uçların satışa sunulduğu kutular gözler önüne a>Ti bir dünya sergiliyor. Kayzer Wilhelm'in, Friedrich Schiller'ın portrelerini taşıyan, "Hamburg bankası yazı kalemi" diye özel yapılanları ve hatta: "Bu kalemle işçilerin korunma anlaşması 17 Mart 1905"te saat akşamın 1/2 7 (altıbuçuğunda) imzalandı" satırım taşıyanlara rastlamak olası. Jean Pierre bu işi iş edinmiş. Şimdi paJetini genişletmek; Rusya, Çin, Hindistan gibi Latin harfleri dışındaki yazı çeşitlerinde kullanılanları da koleksiyonuna katmak istiyor. Tuy, kamış, kalem mürekkebin ayrılmaz parçalarıydılar. Tukenmez icad olup mertlik bozulmadan önceleri kişilerin anlaşmaları için kullanılan bu gereç, çivi biçiminden dönüşerek günümüze kadar türlü çeşitli görünümlere bürunmüşler. Aynı evrim bizde de yaşandı. Ancak şimdiki eğilimleri, ozellikle 12 (sevgili Sirmen'in deyişiyle 12, 5) Eylul sonrasını incelersek, Meydan Larousse'un divitle ilgili (sayfa 759) açıklamasına doğru bir gidişimiz var deriz: "Çember sakallı, diviti belinde, mis yağı cebinde hocalann bir duası ile konuşraamızı bilirelim." meye niyetli. Fakat gıyimleri otomobillerden inenlerinkine pek uymuyor. Adamın üzerindeki kahverengi takım buruşuk. Başmda şapkası fiyakalı. Kadının etekleri sarkmış, ayakkabısının topukları ezilmiş. Ancak yürüyüşü yine de kibirli. Adam, geçimini bir süre işportacılıkla sağlamaya çalışmış. Fakat ülkede işsizliğin gittikçe artması onu başka yollara surüklemişti. Şimdi türlü dumenler çeviriyordu, kazancı yerindeydi. Eğlence başlayabilir. Salonun ışıklan karannyor. Küçük orkestra yerini alıyor. Hızlı bir müzikle perde açüıyor. Friedrichsbau varyete tiyatrosu programına başlıyor. Carla Sydom balesi alkışlar arasında sahneye çıkıyor. "Dört Mevsim" dunsı ile seyircileri çoşturuyor. Sonra ünlu Werner Kroll görünüyor. "On iki sesli adam" her türlü taklidi yapıyor. Alkışların ardı kesilmiyor. Onu Valenıe ailesi izliyor. Hokkabazlar, şarkıcılar ve artistler... 1930'lu yılların en ünlü varyete sanatçıları Stuttgart Friedrichsbau tiyatrosunda. Yahudi Ludwig Graunaug tivatroyu birkaç yıl once Emil Neidhart ile VVilly Reicbert'e devretmek ve ırkdaşlan gibi ulkc dışına çıkmak zorunda kalmıştı. Nasyonal sosyalistler Yahudilerin peşindeydi. Tiyatroyu devralan iki ortak 700 kişilik salonu bütün seanslarda dolduruyordu. Cumartesi günleri de ev kadınlarına özel seanslar yapıyor lardı. Ara. tnsanlar fuayeye çıkıyor. Küçük dolandıncı yeni sevgilisi kolunda, bara yürüyor. Keyifli. Program şimdiye kadar hoşuna gitmişti. İki bira ısmarlsyor. Küçük masalarda oturanlar da neşeli. Gülüyorlar, içiyorlar, şakalaşıyorlar. Giysisi pötikare, bıyıklı bir adam yanındaki tombul zenci kadına sokulmak istiyor. Biraz ötede sarı giysili, dişleri çıkık bir kadın, sigarasırun dumanlarını savuruyor. Konuşuyor, konuşuyor. Küçuk dolandıncı gülümseyerek çevresini seyrediyor. Varyete tiyatrosu ve buraya gelenler hep ilginç insanlar diye düşünüyor. "Excelsior" da varyete kabare karışımı programı ile ilgiyi çekmekte. Yaz aylannda da büyük varyete sunan şehir bahçesi dolup taşıyor. 1930'lu yıllarda işsizlik kötü, fakat eğlence yerinde diyor adam kendi kendine. Birasıru bitirip, bir ikincisini ısmarlıyor. Saçlannı briyantinle taramış biri bara sokuluyor. Gözleri mavi. Küçük dolandıncı ile yanındaki kadına bakıyor. Önüne konan biray\ yudumluyor. Çevresini seyrediyor. Ve birden konuşmaya başlıyor: "Hepimiz Almanız. Ya sen? Sen nesin? Tam bir Alman mısın? Bizler kanımızı kimler için akıttık?" Bırak konuşsun diye kuçük dolandıncı mınldanıyor. Hava dumanlı. Pipolardan, sigaralardan, purolardan çıkan bulutlar fuayeyi dolduruyor. Tavanda vantilatorler çalışıyor. Programın ikinci bölümünde büyük sanalçılar var. Oscar Heiler ve Willy Reichert'in Stuttgart şivesi ile sunduğu kısa skeçler seyircileri yerlere yatırıyor, güzel Macar kızlarının "Cbrista" balesi daha çok erkekleri heyecanlandırıyor. Buyuk finalden önce Charlie Rivel'in "Şarlo" parodisi ise unutulmai bir sanat olayı. Varyete çeşit dolu. Varyete, yaşam. Sürprizli ve şaşırtıcı. Varyete, tiyatro değil, operet değil, sirk değil. Hepsinden biraz. Küçük dolandıncı, etekleri sarkık dostu kolunda, tramvay durağına yürüyor. Şapkası ensesinde. Keyfi yerinde. Varyete hoşuna gitmişti. Charlie Rhel'in Şarlo'sunu düşünüyor. Gülümsüyor. Macar kızlann dansını düşünüyor. Sırıtıyor. Sevgilisini kendine çekiyor. Tramvay görunuyor. Yunanistan'ın en büyük gazetelerinden biri olan Eleftherotypia iktidar yanlısı olduğu kadar iktidardaki PASOK'u bazı konularda sert bir dille eleştiren bir gazete. Bu gazetenin Genel Yayın Müdürü Serafim Fidanides, bugunlerde "Davos sonrası Türkiye" başhğı altında bir dizisini yayımhyor. Bu dizide Türkiye'de edindiği izlenimleri olumlu bir biçimde okuyucusuna yansıtan Fidanides, bundan beş yıl önce de Türkiye'ye gittiğini ve bu sure içinde Türkiye'de birçok şeyin değiştiğini de kabul ediyor. Beş yıl önce Türk Yunan ilişkilerinin hiç de iyi olmadığı bir dönemde, Türkiye'yi ziyaret ettiğini ve oradaki insanlann tatlı dili ve gösterdikleri yakın dostluktan etkilenmiş olduğunu yazan Fidanides, son ziyareti süresince bu yakınlığın daha da arttığını yazıyor. Fidanides aynı yan dizisinin bir bölumunde, "Türkler Yunanlıyı nasıl görüyor?" başlığı altında özetle şunları soylüyor: "Geçen yılın mart ayında yaşanan kriz süresince Yunan gazeteleri 'Savaşa hazırlık' başlıklanyla yayımlanırken. Türk gazeteleri de Yunanistan'ı son derece küçümseyen başlıklarla çıkmıştı. Bir gazetenin birinci sayfasında Türkiye uyuyan haşmetli bir aslana benzetilmiş, Yunanistan ise elinde fırlatmaya hazır bir sandalyeyle küçük bir efzun askeri olarak karikatürize edilmiş ti. Bu karikatür aşağı yukan bütün Turk gazetelerinin ve geneide Turklerin Yunanistan'ı nasıl gördüğünü yansıtıyordu sanki... Türkler, biz Yunanlılan 4 yüzyıl boyunca boyunduruklan altında tuttuklanm unutraamışlardı... Aynca Türkiye'nin buyük bir ülke ve Yunanistan'ın altı katı kadar olmasından, NATO içinde ABD'den sonra en büyük askeri güce sahip olmalanndan gurur duyuyorlar... Davos öncesinde, televizyonda 'Rumların Kıbrıs'taki vahşeti' gibi filmler gösieriliyor, Papandreu ise gazetelerde şeytanvari bir yaratık olarak karikatürize ediliy ordu. Davos sonrasında ise artık bu propagandalara yer verilmiyor. Hiçbir resmi yetkili 192022 savaşından söz etnüyor. Kasım seçimlerinde kimse Ege ya da Kıbns'tan söz elmedi. Türk televizyonu ise neredeyse Yunanistan'ı öven programlar yayımlıyordu..." Fidanides, Davos öncesi ve Davos sonrasmda Turkleri şöyle anlatıyor: "Mübadele ile Yunanistan'a gelmiş bir ihtiyar. Türkler için şöyle diyordu: 'Türkler iyi insanlardır ve cana yakındırlar, ama bir kızmaya görsünler. O zaman içindeki Asyalı çıkar ortaya ve acımasız biri olur." Türkler Asyalı mı, Avrupalı mı? diye soruldugunda ikisi arasında bocalayan bir millet izlenimi doğuyor... Turklerin eğlence anlayısı da bizimkine benzemiyor. Erkekler, eğlence yerlerinde eşleriyle birlikte kibarca otnnıyor. Söylenen şarkılan yasarcasına dinliyor. Aralannda sessizce konuşuyor. Masa üzerine çıkıp dans etmiyor ya da viskiyi bizimkiler gibi ateşe vermiyor... Özellikle dinlemek istedikleri bir şarkı varsa bunu bir kâğıt parçasına yazıp şarkıcıva iletiyorlar. Çiçek vermek istiyorlarsa bunu buket şeklinde veriyoılar, dans etmek isterlerse tango gibi ağır parçalan yegliyoriar. Hanımlar genelde sade giyimli, ancak bol altın takılı ve sarı renk saçlan tercih ediyorlar. Frkekler ise bıyığa özen gösteriyor. Hanımlar tek başına eğlenceye gitmiyor. Birçok kulüpte °uye olmayan giremez ya da damsız girilmez' levhalan bulunuyor. Böylelikle damsız erkeklerin kavalyesiz kadınlardankorunması saglanıyor." Pöitiers'den Bir zamanın peşinde Poitiers, on beş yıl önce içimdeki yazma tutkusunun, lar olduğu gibi "Uzun Sürmüş Bir yalmzhk arayışımın gerçekleştiği, Tiirkçe sözcüklerin gece Yaz" adlı kitabıma girdi sonralambamm ışığmda kâğıda dökülüp biçimlendiği karanlık dan. On beş yü önce Poitiers içimbir mekândı. Şimdiyse ilkyaz güneşiyle pırıl pırıl bir kent. deki yazma tutkusunun, yalnızlık NEDtM GÜRSEL POİTtERS/FRANSA On beş yıl sonra yeniden Poitiers'deyim. Poitiers'nin Ortaçağdan kalma karanlık, dar sokaklannda. Tipik bir Fransız taşra kenti burası. Bahçeleri yüksek duvarlarla çevrili evleri, ıssız alanlan, çan kuleleri ve masallardaki sırça köşkü andıran Belediye Sarayıyla sıkıntının başkenti sanki. Bir yıl kaldığım Poitiers'ye ilk kez 1971 güzünde gelmiştim, 12 Mart fırünasının henüz dinmediğı bir dönemde. O vakit gunlüğüme şunları yazmışım: "Paris'i bırakıp gotik ve roman kiliselerinden başka hiçbir özelliği olmayan bu dar sokaklı kente neden geldiğimi ben de bilmiyorum. Belki bir süre yalnız kalma, kendimle olma isteği: belki de düpedüz Paris'in yorgunluğundan kaçış. "Lamba" adlı uzun bir öykü yazmayı düşüniiyorum burada. Kent yaşamasız, soğuk. Sık sık yağmur yağıyor. Yüksek babçe du varlanyla çevrilmiş evlerin pencereleri kapalı, perdeleri çekik. Dış dünyanın bu renksiz görüntüsü isler istemez kendine dönmeye, içe kapanmaya itiyor insanı. Benim gibi Ortadoğu'dan gelmiş bir yabaocı, bir Türk için buranın insanlanyla ilişki kurmak çok güç. Aslında başkalanyla birlikle olmayı ben de pek istemiyorum. Günlerdir universiteye uğradığım bile yok. Odam eski bir yapının çatı katında. Basınca gıardayan ahşap merdivenlerden çıkılıyor. Bir türlü bitmek bilmiyor merdivenler. Her adımda çurümuş tahtalar esneyip çatırdıyor. Yukarıya, gökyüziine doğru tırraanırken odamda ışığı bol bir lambanın beni bektediğini bilivonım. Anlatması güç bir duygu getiriyor bu. Belki devinimsiz, soğuk bir dünyayı geride bırakmanın sevinci. Belki de yalnız benim olan bir zaman parçasını yaşamaya bazırlık; akşamla birlikte gelen o yalmzhk oncesi. Yukan doğru çıkarken eskimiş, küf kokan bir şeylerin ayaklan altında dağıldığını duyumsuyor insan. Sanki merdivenler dipsiz bir karanlığa doğru çökiiverecek. Karanlığı, yaşadığım bu kentten, yüriidüğüm sokaklardan bağımsız, kendi başına bir gerçek olarak diişünemiyorum. Karanlık burada, her kapının bir başka kapıya açılması gibi yerini günışığına değil yeni bir karanlığa bırakıyor." Gunlüğüme yazdığım bu satırarayışımın gerçekleştiği, Türkçe sözcüklerin gece lambamın ışığında kâğıda dökülüp biçimlendiği, karanlık bir mekândı. Şimdiyse ilkyaz güneşiyle pırıl pınl bir kent. Aydınlık sokaklarda dolaşıyorum. Kahveler, vitrinler, kapı ve duvarlar. Rue de la Cathedrale'e sapıyonım sonra. Hafif bir meyille ırmak boyuna dek inen sokak, katedralin bulunduğu alana götürüyor beni. Katedral: Giriş kapısının üstündeki taş yontulann kıyamet gününü çağrıştırdığı karanlık, ürkütücü yapı. Az ilerde, sağda t.S dördüncü yüzyıldan kalma bir tuğla yapı duruyor, kentin en eski dinsel yapısı: SaintJean Vaftizhanesi. Onun çevresinde dönup yokuş yukan merkeze doğru yüriiyonım, sokak boyunca sıralanan eski evlerin, onarılmış gotik duvarlann önünden geçerek. Bu kez de NotreDame kilisesi çıkıyor karşıma, roman üslubunda, eski, çok eski bir yapı. İçeri girdiğimde ürperiyorum birden. Her şey eskisi gibi. Vitraylar, duvarlar, tavandaki soluk fresk. On beş yıl önce de böyle bir ilkyaz günü kentin sokaklannda dolaşmış, sonunda kendimi NotreDame'ın mumlarla aydınlanan loşluğunda bulmuştum. O zaman da bir yabancı, genç bir Türk 12. yuzyıkJa yapılan SaintPierre Katedrali'nin önünde SainteRadegonde Kilisesi. öğrenci aynı merak, aym hayranlıkla içinden günışığının güçlükle suzülüp geldiği allı yeşilli bir vitraya bakıyordu. Vitrayda zırhlılar giyinmiş bir kadın vardı. Beyaz atının üzerinde dimdik, gururlu. Uzun, sarı saçları dalgalanıyordu rüzgârda. Arka planda kaleden çıkan zırhlı askerler ve kadının büyücü değil kurtarıcı olduğuna karar veren mahkemenin keşişleri vardı. Poitiers'de yargılanıp ordu komutanlığına getirilen bu kadının, Ingilizler tarafından yakılmadan önce Fransız Krah 7. Charles'a yitirdiği tahtını yeniden kazandırdığını, adının Jeanne d'Arc olduğunu, biliyordu öğrenci. Vitraydaki "Yiğitler döğüşecek ve tannnın inayetiyle zafer bizim olacak" ibaresinin anlamım bildiği gibi. Ama on beş yıl sonra bu kente yeniden geldiğinde, Jeanne d'Arc adına aşırı sağcı "Ulusal Cephe"nin bir yürüyüş duzenleyeceğini, üstelik bunu işçi bayramı olan bir mayısta gerçekleştirmeye kalkışacağını bilmiyordu. Kiliseden çıktığımda hava birden kararmış, sokaklar iyice ıssızlaşmıştı. Fakültenin kapısı önünde yirmi yaşıma rastladım. Ağzında sönmüş bir pipo, elinde kitaplar vardı. Sokak lambalan yanmamıştı henüz, ama birbirimizi hemen tanıdık. Oysa uzun yıllar vardı aramızda. Yaşam onun önündeydi. Henüz başına gelmemişti benim başıma gelenler. Sevdiğim kadınlara rastlamamış, çıktığım yolculuklann hiçbirine çıkmamış, gördüğüm kentleri görmemiş, yazacağım kitaplan yazmamıştı. Sokakta, eski bir evin taş duvanna birlikte yaslandık. Dokunacak kadar yakındık birbirimize. Oysa aramızda yıkılan umutlar, gerçekleşmeyen düşler, nice ayrıhklar vardı. Bir kilisenin çanı saat sekizi vurdu. Ona, Cahit Sıtkı'nın deyimiyle "yolun yansında'^ olduğumu, hatta Dante'nin sözünü ettiği o karanlık ormanda iki yıl da fazladan yaşadığımı söylemek, "Yaşam yolunun yansında / kendimi karanlık bir ormanda . buldum" diye haykırmak ıstedim. Ne var ki, tuhaf bir hırıltıdan başka ses çıkmadı ağzımdan. İşte o zaman bir dönemin bittiğini, yitirdiğimiz inançlanmızın, yıkılan tabulann, aşklarla dostlukların, ayrılıkların, özellikle de ayrılıkların geride kaldığım, yaşarsak her şeye rağmen güzel günler görebileceğimizi anladım. BrükseVden Tele sekreter bandıyla gelen hüziiıı HADİ ULUENGtN teybin düğmesine basmak. Kimin aradığını öğrenmek heyecanı. Bandın önce geri sarışı ve birinci mesaj. Sonra ikincisi, sonra üçüncusü, sonra devamı. Ya da hiç. Hiç aranmamış olmanın öteki yalnızlığı. Can sıkıcı muhtevasından ve ilkel mizanpajından dolayı okuması aslında tam bir angarya olan "Le Soir", arada sırada gerçekleştirdiği toplumsal soruşturmalar sayesinde biraz ilginçlik kazanıyor. Gazetenin son iki haftadır her gün işlediği konu, "erkekler". İki yıl önce de "kadınlar" hakkındı etraflı bir araştırma yapan yayın organı, bu defa Belçika'da yaşayan erkeklerden seçilmiş geniş bir esantiyondan hareket ederek ölüm korkusundan cinselliğe, çocuk tutkusundan mesleki başanya, traş kreminden ev işlerine kadar erkeklerin genel anatomisinı çıkartıyor. Soruşturma yalnız Belçika'yı kapsamasına rağmen Batı ülkelerindeki erkeklerin hayat düsturu hakkında genel parametreleri saptıyor. Şimdiye kadar olan bolümün en ilginç noktalanndan birini ise yalnızlığı seçmiş olan erkekler hakkındaki veriler oluşturuyor. Bu veriler, iki yıl önce yalnız kadınlar hakkında yapılmış olan araştırmayla önemli paralellikler gösteriyor ve toplumun eğilimlerini yansıtıyor. "Le Soir"in soruşturmasına göre, yalnız yaşayan erkeklerin hiçbir şart altında vazgeçemedikleri iki şey var. Biri otomobil diğeri de telefon. Otomobil, özgürlüğün ve bağımsızlığın simgesi. Telefon ise modern yalmzlıkların temel iletişim aracı. Biraz da yalnız olunmadığının ispat belgesi. Ancak kadın ya da erkek, son yıllarda telefona eklenen diğer tamamlayıcı unsur, cevaplayıa otomatik teyp. Özelükle Japon taklidi Asya teyplerinin piyasayı ele geçirmesinden sonra, hemen her yalnız erkçk ve kadının evinde bu aletlerden bir tane mevcut. Bazıları, ciddi bir şekilde "şu anda yokum. lütfen mesaj bırakın" anonsunu yaparken ses tonunu biraz yapmacıkiastırıyorlar. Bazıları ise işi laubaliliğe döküyor; önce pop müziği çalıp hemen sonra da "sakın ha kapatmayın ve mesaj bırakın" turünden Amerikanvari şovlar sunuyorlar. Kadınların bazıları ise bu anonsları öylesine erotik ve çağrışımlı bir üslupla söylüyorlar ki ahizeyi kapatmak neredeyse "aseksüe" bir suç teşkil ediyor. Her halukarda, anonsların niteliği ne olursa olsun, otomatik telefon teyplerinin, üetişim ve yalnızlık ilişkilerine yeni bir boyut getirdiği kesin. Şimdi iletişim daha bencil ve yalnızlık daha anonim. Anonsun bitiminden ve sinyal sesinden sonra, teybe "seni terk ediyorum" demek ve ahizeyi kapatmak, bencil ve kolay. Kravatı çözmeden ve zarflan açmadan, teypte "seni terk ediyorum"u bulmak, yalnız ve anonim. Teypler kabahatli değil. Çünkü insanlar, otomatik telefon teypleri piyasada ucuzladığı için yalnız yasamayı tercih etmiyorlar. tnsanlar, yalnız yaşamayı seçtikleri için otomatik telefon teyplerine ihtiyaç duyuyorlar. Otomatik telefon teypleri, modern yalnızların yeni korunakları. "Le Soir"in soruşturmasına göre kadınlann ve erkeklerin önemli bölümü, yalnızlığı kendi iradeleriyle seçiyorlar. Otomatik telefon teypleri, modern yalnızların konforu. Tele sekreter anonsunun bitiminden ve sinyal sesinden sonra teybe "Seni terk ediyorum" demek ve ahizeyi kapatmak bencil ve kolay. Teyplerin suçu yok bu benciltikte. Ama yine de telefon teypleri 'modern yalnızlar'ın korunakları. BRÜKSEL Modern yalnızlıklar, yokluklarda telefonlara otomatik cevap veren teyplerle yeni bir boyut daha edindi. Alet, iradeci yalnızlık tercihlerine, bunları pekiştiren bir konfor kazandırdı. Şimdi akşam dönüşlerinde, mekân eskisinden farklı. Kapıdan içeri girer girmez, henuz kravat çözülmeden ve açılacak zarflarda faturalar en sona itilirken, ilk evcil eylem
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle