23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
15 MART 1987 CUMHURİYET/11 General kış seferde MEHMEDKEMAL BERLİNIstanbul tarihinde görmediği bir kışla karşdaşırken, Berlin bir hafta var ki kışı uğurluyor. Hava güneşli, ama kuru bir ayaz da var. Berlin tarihinin 750'nci yılını yaşıyor. Bir ovanın ttstüne kurulmuş bu yaşlı kent, kimbilir neler görmüş, neler geçirmiştir. Hitler ordularırun bir uçtan bir uca Avrupa'nın türlü ülkeierine bir kış içinde saJdırılarını düşünüyorum, bir de yine bir kıştan sonra bütün takım ve taklavatıyla geri çekildiği aklıma geliyor. O zaman, general kış, demişlerdi, düşmanı yendi. General kış tek yanlı değildi, iki yan için de vardı. Adı kış olan generaller arasındaki aynmı bilmek gerekir. Berlin'e yaşlı bir kent dedim, oysa Roma'nın, Atina'nın, Istanbul'un yanında çocuk kalır, bilenler bir ova üstüne nazh bir gdin gibi yaslanan bu kentin dere kenarında bir balıkçı köyünden doğduğunu söylerler. Bir balıkçı köyünden koskoca bir Berlin... Ne diyor şair, Osmanhlar için: "Cihangirane bir devlet çıkardık bir aşiretlen..." Bir donemin ünlü Reichtag'ı, Dfeahrov'un yaktı diye yargılandıgı yapı, koca bir alanın ortasında bir yanını ünlü duvara dayamış sessiz ve yalnız duruyor. Artık parlamento değildir, bütun eski yapılar gibi müze olmuştur. Gelmiş, geçmiş bütün Alman tarihini kapsayan ağır ve oturaklı bir müze... Bir acemilik ettim, gittiğimde kapahydı. Zaten müzelerden yana hiç şansım yoktur. Böyle kaç kentin müzelerinin önüne değin geldiğimde kapalı gördüm. Günlerden pazartesi idi, bura da kapalıydı. Memleketten aldığımız haberlere göre okullardan sonra devlet daireleri de general kışın buyruğuna girmiş, kapalıymış... Vay anam vay... Burada bir damla kar yok, papuçlanmız boya istemiyor, ne mutluluk değil ra Berlin'e ulaşınca, dur demişler. Durmuşlar bir boydan yirmi kilometre, bir enden kırk kilometre olan bu kentte ne tarım var, ne de doğru dürüst ağır sanayi... Üretim sanılmıyor ki tüketime yetsin. Batı Almanya'nın yardım ve nimeti ile ayakta duruyor. Bu duruşu bir soyluluğun simgesi mi? Düz ovaya sırtını dayamış bu kentin bizim Beyoğ Berttn'den Çılgınlık günleri AHMET ARPAD ROTTWEİL Dar sokaklar karanhk. Bomboş. Cumbalı evlerin küçük pencerelerinde tektuk ışık. Perdeler ardında insanlar uykuda. Bir şaraphaneden sokağın taşlanna vuran ışıkta iki kara kedi. İçeri girmek için fırsat bekliyor. Birden kırbaç sesleri. Eski evlerin duvarlannda yankılar. Kediler kaçışıyor, karanlıkta kayboluyor. Şaraphaneden insanlar sokağa dökuluyor. Rengârenk giysili kadınlar, erkekler. KahkahaIar atıyorlar. Bağrışıyorlar. Ellerindeki uzun deri kırbaçları havada şaklatan gençler sokağa giriyor. Çığlıklar atarak. Şarap de calan muzisyenlerin de. insanlar hep birlikte hopluyor, zıplıypr. Kadehler elden ele gidıyor. Bunalanlar kendini kapının önune atıyor. Saat geceyarısını çoktan geçmiş. Kentin ıssız sokaklarında yürümek guzel. Temiz ve ılık havada. Birden uzaktan yine müzik sesleri. Bambaşka bir müzik. Meksika melodileri. Giıtikçe yaklaşıyor. Ve kadınlı erkekli bjyük bir orkestra köşeyi. dönüyor. Kavuniçi giysili bu insanlar da coşku içinde. Peşlerinde neşeyle dans eden gençler. Ne zaman uyuyacak bu eğlenenler? Güneşin ilk ışınlarıyla bütün kent ayakta olacak. RottweiFın tarihi sokaklarında kırbaç ve müzik sesleri... süvarileri görünüyor. Arkalarında rengârenk karnaval giysileri ile çocuklar, muzisyenler, uzun kırbaçlarını havada şaklatanlar... Başındaki kırmızı fesiyle olup biteni seyreden yaşlı adamın yüzü kireç gibi. Neredeyse gözlerinden yaşlar akacak. Duyguları doruk noktasında. Rottweil'ın "çügın giinleri"nde bu kent insanlarının içinden neler geçtiğini anlamak kolay değil. Sevinç ve hüzün, özlem ve sonsuzluk duygulan... Hepsi bir arada. "Bu kara kapıdan geçip kendini kent sokaklanna bıraktın mı bambaşka bir insan oluverirsin" diye mırıldanıyor yaşlı adam. "Her defasında sırtından aşağı buz gibi terler boşanır." Ortaçağ giysileri içinde büyük bir orkestra görünüyor. Eski karnaval marşları çsilıyorlar. Bu kentte karnaval sokak eğlencesi, halk sevinci. Kışı kovalıyor, ilkbahan karşılıyorlar. Bu sevinç bazen gürültülü, bazen anlaşılmaz... Maskeli, renkli uzun giysili insanlar kara kapıda görünüyor. Gülen, ağlayan, şaşkın, öfkeli, kötü bakışlı maskeler. tahtadan oyma. Değişik. Giysileri gibi. Çıngıraklar, tüyler, ziller sallanıyor. Hoplaya zıplaya. Çıngırak sesleri müziğe kanşıyor. Yürüyüşü bırakıp, yol kenarında duran insanlara koşan, onları ellerindeki uzun sopalarla dürtükleyen, kulaklarına bir şeyler mırıldanıp acayip kahkahalar atanlar oluyor. Sonra hoplayarak zıplayaraic yine uzaklaşıyorlar. Tuhaf yaratıklar bunlar. Komik ve hüzünlü, çekingen ve korkutucu maskelerin ardında kimler gizli? İnsanlar onlara gülüyor ve onlardan çekiniyor. Rottweil'dan Oerlin, bir hafta var ki kışı9t§ uğurluyor. Hava güneşli, ama kuru bir ayaz var. Hitler ordulannın bir uçtan bir uca Avrupa'nın türlü ülkelerine bir kış içinde yaptıği saldınlar ve yine bir kıştan sonra bütün takım ve taklavatıyla geri çekildiği aklıma geliyor. O zaman "General kış düşmanı yendi" demişlerdi. General kış tek yanW değildi.Adı kış olan generaller arasındaki aynmı bilmek gerekir. mi? Böyle ama tstanbul'da bir başına bıraktığım eşimi düşünüyorum, onun yalnızuğı, beni titretiyor. Berlin, belki Batının bir lüksü... Niye Banrun? Sermayeci ülkeler buranın Demokratik Almanya içinde bir ur gibi sıntmasına daha savaş sırasında karar vermişler. O güçler oradan gelmiş, bu güçler buradan, ama sılu'na benzer iki uzun caddesi var, yumurtayı salsan bir santimetre gitmez, olduğu yerde kalır. öylesine düz, öylesine koca bir tabak gibi... Ünlü Unter den Linden Caddesi'nin doğuya doğru adı gene aynı, ama batıya doğru gelindiğinde değişmiş, 17 Nisan Caddesi olmuş, sözlüğe göre adı ıhlamurlar altında imiş... Yani ıhlamur ağaçlân altında bir cadde... Hitler döne : minde bu ıhlamur ağaçları geçit resmine engel oluyor diye kesilmiş, cadde cascavlak kalmış... Hitler gittikten sonra yeniden dikmişler... Birkaç gün önce kar yağmış, ama yerlerde bir damla kar yok.. Belki ara sokaklarda azıcık kalmış olabilir... Hava güneşli, ama ısı her zaman eksinin altında... Nem olmadığı için soğuk ısırıyor, ama pek üşütmüyor. Gene de sıkı giyinmek gerekiyor. Almanlar her şeyin büyük ve irisine meraklı. Caddeler, sağlı sollu beşer altışar şeritli, trafık tıkanıklığı diye bir şey yok. Hatta lstanbul'dan daha az araba var gibi bir seziye kapılıyorsunuz, oysa elbette İstanbul'un birkaç katı araba var, ama arabalar yollar üstünde görünmüyor gibi. Metro yollardaki kalabalığı yeraltına çekmiş, yer üstünde kalabalık yok. Türklerin oturduğubiı mahalleye gittim, bir de ne göreyim, bütün gelenek ve göreneklerimizle her şeyi oralara taşımışız. Lahmacun başta geliyor. Bilmiyorum kaç tane kebapçı var, Almanlara kebabı bir anlamda sevdirmişiz. Dinciler ticareti her şeyi helal göstererek ele almışlar. Sanki etIer dine göre, tavuklar dine göre kesiliyor. Bunlara helal et, helal tavuk diyorlar, bir de beyazpeynir sorunu var, peyniri memleketten değil, Yunanistan'dan sağbyorlar, helal peynir diyemeyiz elbette. lstanbul'dan gelen kış, kar haberleri ' burada herkesi ürpertiyor. irden kırbaç sesleri. Eski evlerin duvarlannda yankılar. Rengârenk giysili insanlar. Kahkahalar, bağırtılar. Elleri kırbaçlı gençler. Yaşlı bir kadın toprak sürahide şarap getiriyor: Rottweil kenti sakinleri ilkbahan karşılıyor. kadehleri elden ele dolaşıyor. Çakırkeyif insanlar coşkun. Yaşlı bir kadın toprak sürahide şarap getiriyor. Hep birlikte içiyorlar. Kırbaç şaklatanlar sokağın karanlığında uzaklaşıyor. Peşlerinden gidenler oluyor. Birkaç sokak ötede başka bir şaraphanenin önu kalabalık. Içerden müzik sesi geliyor. Neşeli insanlar hep bir ağızdan şarkı söylüyor. Kırbaçhların geldiğini görenler el sallıyor, bağnşıyor. İçerde ayakta duracak yer yok. Çoğu kişinin yüzü boyalı. Beyaz, kırmızı, turuncu. Bazılarının bir yanağı beyaz, öteki yanağı kara. Giysileri renkli. Masalar üzerin...Yolun iki yanı insan dolu, dir zi dizi. Cumbalı e\ lerin pencereleri de. Salkımsaeak... Herkes bekleşiyor. Tarihi taş kulenin kocaman saati sekize gelmek üzere. Heyecan doruk noktasında. İnsanlar konuşmuyor. Bekleşiyor. Birden çan sesleri kenti dolduruyor. Saat sekiz! Taş kulenin altındaki buyuk kemerin kara kapıları ağır ağır açılıyor. Trompetlerin, borazanların ve davulların çaldığı karnaval marşıyla insanlar artık kendilerini tutamıyor. Bağrışanlar, haykıranlar, zıplayanlar... Yola fırlamak isteyenler. Kemerin loşluğunda ortaçağ B: 1 Rottweil kasabası halkı, sevincini kalıcı kılan maskelerin ardında, bahan karşılıyor. (Fotoğraflar AHMET ARPAD) Londra'dan BrükseVden Kaşmerdikoz ve geçmişi RAGIP DURAN LONDRA Ashnda buraya geldiğimin daha ilk günü dikkatimi çekmişti. Seyrü seferden elektrik prizlerine, mutfaklanndan binalanna, insanlanndan hayvanlarına kadar bir sürti şey ters gelmişti bana. Kendimizi Avrupah ya da Doğulu da saysak, İngiltere'de nesnel olarak bir sürü olgu ve uygulama resmen ve alenen tersti işte! Bir Ingiliz dostuma sormuştum: Hayır, bizimki değil si. zinki ters, demişti de İngiliz mizahı hakkındaki ilk dersimi almış oldum. tlk dönemlerdeki meraklar zamanla sıvılaşıp eriyor. ama her gıcır gözlemin ardından yeni istifhamlar sezarv'enle doğuyor. Göziem merak ikilemi, okuma sohbet çiftiyle dengelenip bilgilenme ırmağınm yatağını genişletiveriyordu. ilk baştaki sorulara. "Gâvur aklı, tavuk aklı" deyip geçiştîrici yanıtlar bulmak kolaydı. Hatta biraz da derinBöylece yeni egemenlerle, bodruma düşmüş eski tabaka arasındaki ilişkiler en alt duzeyde. Ve WîHiamgiller mecburen, acaip içlerine kapanık, gizlici, kuşkucu, ürkek ve 90 dakika katanaçıyo mudafaadalar. İlginçtir, Haroldcular, 1066'dan önce hep sahil muhafaza makamında kaleler, şatolar inşa etmişler. (Allah muhafaza, dışandan biriîeri gelir de memleketi işgal eder diye). NVilliam'ın dışandan, yani deniz taraflanndan korkusu yok. O, ülke içinde yüksek tepelere kurmuş sığınaklannı. William'ın düşmanı içeride. Bu nedenle dört tarafı denizle kapalı adanın içinde dalaverenin daniskası fırıl fırıl. Ingilizeenın Yunus Emre 1 si Shakespeare, 16. yüzyılda sahneye çıkarken, dil birliği ancak sağlanabilmiş, işgalden tam 5 yüzyıl sonra, Ama her türlü sıyasi ve ciddi mukaleme sırdaş renkte berdevam. Neyse sonralan, 20. yüzyıla kadar dünvanm 4 ikliminden Gökkıışağı'mn pembesi HADt ULUENGİN BRÜKSEL İki kere iki dört eder, herkes kendi cinselliğinden sorumludur ve herkes kendi cinselliğinde özgürdur. Geçen hafta Avrupa Parlamentosu'nda "Eşcinseller Konferansı" düzenlendi. Toplantıya, "çevreci" partilerin oluşturduğu "gökkuşagı" grubu önayak oldu. On iki AET ülkesi, artı Norveç, artı Türkiye'den kadın ve erkek eşcinseller, New York raconu bıyıklı "gay"ler, deri ceket ve blucinli "motor"lar, iki dirdiler. Liberal Avrupa ülkelerinde her şeye rağmen mevcut olan cinsel ayırımalığa son verilmesini istediler. Irkçılığa karşı mücadelenin, hâkim ahlak zihniyetleriyle mücadelenin bir parçası olduğunu vurguladılar, AIDS vebasını fırsat bilip, ahlakçıların eşcinsellere karşı gemi azıya almasını protesto ettiler. Kendi cinselliklerine sahip çıktılar. Bu konulan şen şakrak bir ortam içinde tartıştılar. "Gay is gay", şiannı hayata gecirdiler. "Eşcinseller Konferansı"nda iki Türk temsilci vardı. Biri, Gurasyonsuz seviciliğin bir oyun olarak değerlendirildiğini arzetti. Nedim'in, 4'iincü Murad'ın, köçeklerin, tavşan oğlanlann, çengilerin, harem ağalannın, cariyelerin, hamam tellaklannın ülkesinde, eşcinselliğin ashnda diğer toplumlara oranla daha çok yerleşmiş olduğunu söyledi. Sonra demokrasiyi savundu, Türkiye eşcinsellerinin AET'ye tam üyelikten yana oiduğunu, çünkü böylelikle demokrasinin pekişeceğini ve azınlık cinselliklerinin toplumun çoğulculuğundan yararlanacağını kaydetti. Batının, Doğunun tecrübelerinden faydalanarak zenginleşeceğini belirtti. Travestilerin aleni yerlerde çalışmasını engelleyen yasanın kaldınlması için Türk hükümetine çağrı yapılmasını istedi. Cesur ve sözünü sakınmayan bir muhalif oldu. "Eşcinseller Konferansı" bitti. Biri Irlanda, biri de Turk hükümetine olmak üzere iki çağrı yayımlandı. Dublin'den, papaz riyakâlığını bırakıp eşdnselJiği suç sayan kanunu ilga ermesi istendi. Ankara'dan, Bülent Ersoy olayından hareket edilerek, travesti ve transseksüellere getirilen sahneye çıkma yasağının kaldınlması talep edildi. Çoğunluk cinselliklere, azınlık cinsellikler üzerinde baskı ve tahakküm kunnaması çağnsı yapıldı. Işte böyle! tki yüzeüi yıüık tapmak "Çtng Hung Ting"in avhısu, ulvi bir ikindi yatnızhğmda. Malakka'dan Korsaiîin gör dediğL. NADİR PAKSOY nnda Saraybumu açıklarından "kar^ " y a geçerken, oldum olası, bayrakUn bilinmez şileplerin kıçaiu uzak !imanlarını duşlemişımdir. Ve bir gün yine böylesi düşler içindeyken yanımda beliriveren kulağı kupeli, bir gozOnü siyah yuvarlak bantla örten, arkası topuz yapılmış eşarplı bir kortan, tahta kolunun ucundaki çengeU Otelere doğrultarak, "Aradıklann Malakka'da yaşıyor" deyip kayboldu... iki uyluk kemiğinin çapraza aldı£ı beyaz bir kurukafanın siyah bir zeminde Mağnp'e dogru dalgalandığuu ancak seçebilmiştim ki, "Ayakl a n dikkat! Sıcaknr, yakanm" diye tehditler savuran bir sesle irkiliverdim "Filiz" tepsisi kalabalığı yarmaya uğraşıyordu... Korsanı kaşla göz arası kaçırmıştım, ama bayraklan bilinmez şileplerin kıçaltı uzak limanlanmn dünüsü duşlerimi hiç rahat bırakmadı. MALAKKA Ilık yaz akşamla \*J eçen hafta Avrupa Parlamentosu'nda "Eşcinseller Konferansı" düzenlendi. Toplantıya, çevreci partilerin oluşturduğu "Gökkuşağı" grubu önayak oldu. hem bir çekirdek "beyzade'Mer, eski solcu, hırpani "enteller", kırıtkan "efemine"ler, platin saçlı travestiler, külhanbey duruşlu lezbiyenler, dudağı cigaralı ablacılar Brüksel'e geldiler, rengârenk bir gökkuşağı oluşturdular, iki gün boyunca, eşcinselliğin simgesi pembe rengi gökkuşağına hâkim renk kıldılar, kendi sorunlanndan söz ettiler, Starussun Bavyerası'nda, polisin "pembe listeler" hazırlamasından yakındılar, kara Katolik lrlandada, eşcinsellik hâlâ kanuni bir suç teşkil ettiği için küplere binney Londra lezbiyenleri adına oturuma katılan Âlgın Saydar, öbüru de, mateessuf, ismi olup da henüz cismi olmayan 'Radikal Parti' sözcüsü İbrahim Eren'di. Eren ne dedi? Bir kere kendi cinselliğini savundu. Bütün şark toplumlarında olduğu gibi, OsmanlıTürk toplumu tarihinde de eşcinselliğin olağan bir cinsellik olarak algılandığını belirtti. Eşcinselliğe ilişkin "püriten" tedbirlerin, Tanzimat aydınlarmın "Batılılaşmasıjla" birlikte devlet mekanizmasına mal olduğunu vurguladı. Kadınlar arası penet •Yasak Şehir'in biraz öcesindeki köylü pazanna gidiyormuş. 14 >> Ming • sulalesiru buralarda anımsayan bir o kalnuş. Dumanlar dağılırken, iki yuz elli yılbk tapmak "Çen Hung Teng"in gorkemii kapısındaki yalcüz boyaJı ejderhanın yuzu yavaşça belirmekteydi. Içerde, Buda'ya yalvaran uç beş yaşlı kadınJa, tütsü çubuğunu lutuşturan genç bir kızdan gayri kimse yoktu. Kırmızının ağır bascığı avluda, ulvi bir ikindi yalnızüğı yaşanıyordu. Tapınaktan çıktım. Mahallenin bilinmezliğine yöneldım. Yuzyıllar hiç değişmemişcesine zamar.a takılmış oylece duruyordu. Ortamla bütünleşmeye uğraşırken, belleğim donuverdi. Ancak ve ancak anı yaşıyordum. Artık ne gecmişim ne de geleceğim vardı. Ayaklanm benı kantonun, Şanghay'ın ara sokaklanndan geçirerek, tekrar o bulanık su kıyısına bıraktığında içimde, Kubilay Han'la bir türlu karşılaşamamış olmanın ince bir buruklugu yayıhyordu. önümdeki akarsu şimdi 'San . lık yaz akşamlannda, Sarayburnu açıklarından "karşı"ya geçerken düşlediğim, bayrakları bilinmez şileplerin kıçaltı limanı burası mıydı? Kulağı küpeli, bir gözü siyah bantlı, saçları arkadan örülü korsan, tahta kolunun ucundaki çengeli uzatarak, burayı mı göstermişti? Dört saat sonra otobüs durdu. "tşte Malakka burası" dediler. Bir çekçekçi yanaştı. Pek umursamadım, bozuldu. Hayret! Ortalarda hiç de öyle düşlerimde beslediğim kent gorünümu yoktu. Nehre benzeyen bulanık, dar bir akarsuyun uzerindeki tahta köprüyü aştım. Karşıda "Hotd Tropicana" duruyordu. Yerleştim. Ikinci katındaki TV'li salonda Çin yuzlü, "şiipbdi" kadınlardan biri yüzüme şehvetli bir sakız patlattı. Yine umursamadım, o da bozuldu. Sırt çantamı odanın bir köşesine aup hemen dışan fırladım. Oda nem, ter, izmariı ve aşağıdaki o salondan kokuyordu. Kendimi kentin derinliklerine vurdum, vurdum... Hasır şapkalı, saçlannı arkadan tek uzun bir örükle toplamış, yüzü kıns kınş bir Çinliyle karşılaşlım. Omuzunda taşıdığı uzun sopayı yavaşça yere koyarken, sopanın iki ucundaki sepetlerden ördekler, sarsıntının getirdiği şaşkınhkla vakvakladı. 'Hanbalık' kentinden geliyor, Nehir' degildi. İnce uzun mavnalar, salınıyordu açık denize doğru ve bir de çopler... Karşıma bu kez sarımsı bir Hollanda küisesi dikildi: "Aziz Zaviyer..." Zangoç, 19. yy'den bu yana her gün birkaç kez yinelemesine karşın hiç yitirmediği tarihsel bir hırsla çanın ipine asıldı, asıldı. Sesler, Çin dükkânlannın önünde sallanan kafeslerdeki, özel dini gunlerde doğaya bırakılmayı bekleyen bülbül benzeri kuşları ürküterek, biraz ötedeki alçak tepenin üstündeki duvar kırıniılannda yankılandı. 16. yy'nin koskoca Portekiz kalesinden kala kala sadece bu kapı kalıntısı kalmıştı: "Porta de Santiago" (Santiagokapı). Bir de, her iki geniş kenan yukarı kıvrık, bir ucundan tüy sarkan şapkalannı ince bir 'reverans'Ia çıkaran, kalçanın ve de önün, tüm kıvnmlannı ortaya döken dar pantolonlu, ince keskin kUıçlı Portekizli denizcilerin boş zamanlarında geriye bıraktıklarından birkaç yuz kişinin yaşa L dığı balıkçı köyü... Uzakdoğu gözlü, Akdeniz tenli köy sakinlerinden erkeklerin isimleri ya 'Alfonso' ya da 'Femaodez'; kadınlannki de 'Maria' veya 'Süva'ydı. Bunlann hiçbiri Lizbon'u görmemişti, ama aksamları balık dönüşü "Fado"msu yanık ezgıler çığınrlardı... Kendimi Portekiz kale kapısından aşağı bırakıverdim. Az kalsın, Ingiliz Teğmen Willtuns'ın tifodan ölen 1900 doğumlu 3 ayhk bebeğinin ve 'sevgtti eşi' Meri'nin mezarına takıüp tökezleniyordum. O alçacık tepeyi jruvarlarurcasına inip, ortalık bir yerde duruverdim. Nehre düşmeme ramak kalmışf. İçinde bir kedi leşi yüzuyordu. Birden ortalık pespembe kesildi: '1882' yazüı pembe bir kilise, pembe bir saat kulesi ve pembe bir kışlamsıyapı. Haydaa!.. Dünyayı tozpembe görebilmeyi başarmıştım galiba en sonunda. Burasının geçmişteki Hollanda yönetiminin "belediye binaa" ve de •hükümet meydanı' olduğuna bir türlü kendimi inandırmak istemedim, pembe bulutlann dağılmasım hiç arzulamıyordum doğrusu. Beyazlar içinde Felemenk beyler ve hammlar, haşin duruşlu uysal atlann çekıiğı yaylüarla akşam piyasasını terk edeli neredeyse iki yüz yıl olmuş. Hasır koltuklu, tavandaki pervanelerin surekli döndüğü ve yalmzca 'Amstel Birası'mn içildiği, "Amslerdam BirahanesT'ni de çoktan seller alıp göturmüş. Yöreyi taa 'Sinbad' döneminden beri tanıyan Araplardan ortada öyle yapı, anıt namına bir şey kalmamışsa da, İslamiyet kent mozayiğinde genişçe bir dilim oluşturmakta. Zaten isminin de Arapça 'çarşı' sozcüğünden türediği belirtiliyor Malakka'da, İngilizlerden sonra kaldınlmış olmasma karşın, Malezya'nın diğer eyaletlerinde 'sultanlar' ve 'sultaniddar' hâlâ yerli yerindeymiş. Bulanık suyun Hint Okyanusu'na açüdığı ağızda, Sumatra'dan gelen mavnalarda kereste boşaltma işi paydos edilmiş, yorgun yüzlerin çoğu da Kıble'ye dönük. Son bir gayret, kentin merkezine ulaştım. Çin'i, Him'i, Arabistan'ı, Portekiz'i, Hollanda'yı yalmzca bir öğleden sonra içinde aşmaya çalışmıştım. Artık dayanamayıp kaldırımın kıyısına çökiiverdim. Karşıdaki manifaıuracılar çarşısında uç kişinin, yan yana duran dükkânlannın kepenklerini aynı anda ve birbirlerine gulumseyen bir tavır içinde indirdıklerini fark ettim: Çinli Çop Yat Çang, Malayalı Abdurrahman ve Hintli Vijaya Kumar... Yıllardır, Hayber Geçidi'nde peşınden koştuğum, Benares'te, Katmandu'da elimden kaçırdığım düşlerime burada kavuşmuşıum. Korsan haklıydı. Malakka'da Uzakdoğu'nun tarih mirası paylaşılmış, ama henuz daha 'yenmemişti'. Ve orta boylu bu Malezya kenlınde çağlar dün gibi dipdiriydi... D. "aha buraya geldiğim gün dikkatimi çekmiştl Yalmzca ve herkesin bildiği gibi seyrüsefer değil, elektrik prizlerinden mutfaklara, binalardan canlı varlıklara kadar bir sürü şey ters gelmişti bana ve bir tngiliz dostuma sormuştum da şu yanıtı almıştım: "Hayır, ters olan sizinkL." leşip, "adali, ne de olsa kapalı" düsturuyla tatmin oimak mümkündu. Işin ash başkaymış: Hakikat tarihe kaymış. Efendim, ytllardan 1066. Yani tam 921 yıl önce, Fransevi diyarlardan, Fatih Williaın adlı Norman bir komutan. Manş Denizini kazasız belasız aşıp İngiliz toprağına bonjour atmış. Adamın niyeti kötü. Şövalyeleri pek guçlü. Güney kıyıda, Hasting o%asında. Anglosaksonların (bu kelime bana hep saksofonu çağnştınr) meşru kralı. 1. Harold'un ordusunu bir güzel marizlemiş. Bitahara, oyle referandum filan bile yapmadan kendini kral ilan edivermiş. Kraldır, ne yapsa yeridir. "Benim adım fViiliam, icabında ciğerini alırım." 5 bin kişiyi aşmayan silahlı kuvvetleriyle, Ingikere'yi adım adım çiğnemeye başlamış. Ashnda durum kritik. Çünkü yabancı azınlık, yerli çoğunluğun ensesinde boza pişirmekte. Eski aristokrasinin varsıl aileleri de yavaş yavaş parti değiştirmekte. Tabii bu arada mal mülk, asalet unvanlan karaborsada. îngilizler ne de olsa esnek bir millet. Kendisi güçlü olamazsa, güçlüden yana olacak kadar uyanık. Ama ışin içinde lengüistık bir duvar da var. Gelenler Normanca Fransızca kıntıast bir dil konuşuyor, buradaki yerlilerse Ingilizeenın antikasıru. göçmenler düşmüş de burara, îngiliz zulası kevgirleşmeye başlamış biraz. Yine de o ilk kapalı dönemden bugüne kalan önemli bir âdet mevcuî. "Privy Council" derler, bizim ceza hukukundaki "gizli örgiıt" mefhumuna çok benzer, fngiltere'de bakantar kurulunun her yeni uyesi, ilk ış olarak, bu "Privy Council" denilen hücre toplantılannda konuşulanlan, Allah'tan başka kimseye söylemeyeceğine yemin biliah eder. Zaten "privy" sözcüğü de, "Gizli bir btlgifiin, sırfa bir oiavın ele alındığı toplantıya katıİmak" demektir. 1250 yılmda başlayan bu uygulama bugün hâlâ yürürlüktedir. Tüm bu gizli kapaklı cidar, işin tabii ki sadece bir cephesidir. Yoksa bugünkü Londra, ne Bizans sarayı ne de Pekin'deki "yasak site"dir. Ama tngilizlerin, konuşurken ağızlarını dudaklarını oynatmamaya özen göstermeleri, yurttaşların kimlik cüzdanının buiunmaması ya da otobüs abone kartlanna vestkalık fotoğraf yapıştırma mecburiyetine muhalefet edilmesi Wi!liam dedenin mirası mı acaba? Bunca serinkanlı karakterden, zaman zaman güm bom diye dal budak fışkırmasımn sırrı da ada olmasına rağmen, bugün apaçık, yaşlı bir çınar olan Ingiltere1 nin geçmişindeki zıtiığm meyvesinde olsa gerek. ParisHen Söylenemeyen gerçekler SABETAY VAROL PARİSYaşar Kemal'in "İnce Memed 3 " romanının Fransızca çevirisi, Paris basınında büyük yankı uyandırmıştı. Edebiyat eleştirmenleri içinde en övgü dolu yazıyı " L e Monde" yazarı yayımlarken, kitap hakkında aşağı yukarı şunları söylüyordu: "Kaderine razı Anadolu köylüleri içinde en kurnazlan, en yeteneklileri yazgılanndan kurtulacak işler yapıyorlar, İnce Memed bunlardan birisi.." Paris'e geien vatandaşlarımız arasında İnce Memed'lerin sayısı kımdan hiçbir şey ifade etmeyen tabiriyle "ekonomik mülteci".. Anlayamayanlarınız varsa açıklayalım... Ülkesinde bannamaması için hiçbir neden bulunmamakla birlikte, "siyasal", "dinsel" veya "ırksal" nedenlerle baskıya uğradjğını söyleyerek, "siyasal" iltica talebinde bulunanlara, "ekonomik mülteci" diyorlar. Özetlersek, genel göçmen yapısından hayli farklı nitelikler gösteriyor Parisü Türkler... Bir çeşit uyanıklar ya da yazgısını değiştirmek üzere macera>T goze alabilen insanlar topluluğu... Bilim adamı, yani, gri yen dehşet bir takımınız vardı. Sonra ne oldular? Küçük yaşlanndan beri şarap tatmaya alışık, şarapcılık merkezinden geune doktor, Türk şarabı istedi: Sizin bir Orta Anadolu şaraplannız olacak, hiç de kötü değildi. Garsona müşterinin doğma büyüme Bordeauxlu olduğunu, benim şaraptan anlamadığımı, eğer şarapçılığımızı rezil etmeyecek bir Türk şarabı varsa getirmesini tenbihledim. Bordeauxlu doktor, önce damağıyla dili arasına Dikmen'i alarak şöyle bir gezdirdi. Beğenmişti... Konfeksiyonculuktan sonra, lokantacıhk da "yetenekli" >a da " k u r n a z " Anadolu çocuklarınm el attıklan konulardan biri oluyor. Eskiden Paris'te kaç Türk lokantası olduğunu, biraz " m u h t a r " geçinen kıdemli Parisli Türkle; bir çırpıda söyleyiverirdi. Şimdi kimse bilemiyor... Neyse biz doktor karıkocayla sohbeti sürdürelim: Vatikan'ın son talimatını gördünüz. Doğal ilişki dışında her türlü çocuk yapma yöntemini, dinen yasaklıyor. Buna ne dersiniz? Hadi sperm bankalannı, kiralık rahimleri anladık, ama hamile kaJamayan kadınlann yumurtasımn özel bir yönternle ahnarak, tüp içinde kocasının sperm hücresi ile döllendikten sonra, rahme naklediimesinde Katoliklik ilkelerine aykırı olan hiçbir şey olmaması... Bilakis, bir gunahı ortadan kaldırdıgı için, uygun bile... ie Monde gazetesi, Fransızca çevirisi yayımlanan "İnce Memed 3"ü tanıtırken, Memed'i "Kaderine razı Anadolu köylülerinin en kurnazlarından biri" olarak tanımlıyor. o kadar çok ki, şaşarsıruz.. Tüm Fransa'da 160 bin kadar Türkün yaşadığı, geçenlerde resmi ağızlar tarafından ifade edildi. Bu sayıya şu ya da bu nedenle kayıtsızları da eklersek, iki yüz binin altında olmadığını sanıyorum... Bu iki yüz binin bir bölümü göçmen olarak Batı ülkelerine gelmenin serbest olduğu yıllarda gelip yerleşmiş olanlar... Baskentte burilar azmiıkta... Dediğim gibi, Paris'e gelip yerleşenlerin çoğu macerayı göze alarak gelmiş, kimisi 1982 yılmda kaçak çalışan yabancılara çıkarılan aftan yararlanarak oturma izni almış, kimi siyasal mülteci, ama bu siyasal multeciler arasında büyük çoğunluk, yasal bamadde goçu değil, ama yine de beyin goçü... Son bir yılda Paris'te Türk lokantalarının biri açılıp biri kapanıyor. Lahmacunculuğa karşı olduğumdan değil.. Ama her biri öncelikle "gerçek" Türk mutfağını temsil eden yemekler yapma iddiasıyla ortaya atılıp birkaç ay sonra kendinden öncekiler gibi, lahmacun ve kebaba ağırhk veren lokantalar haline geliyorlar. Bordeauxlu hekim kankoca arkadaşlar bir Türk lokantasına gitmek istediklerinde, halen Paris piyasasında adı en çok duyulan Mesnilmontant Sokağı'ndaki bir lokantayı kestirerek yola koyulduk. Hani sizin Bordeaux'yu ele
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle