28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
29 HAZİRAN 1986 CüMHURtYET/U göre, bu açıdan kıyaslama yapmakla fazla ayıp ediüniş olunmaz sanırız. 200 küsur milyonluk Amerika'da 5 milyon kanserli varsa, 50 milyonluk Türkiye'de de aynı orana göre, halen 1 milyon 2S0 bin kanserli olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü Türklerin Amerikalılardan daha sağlıkh yaşam sürdükleri, tedavi ve sağhk koşullan bakımtndan Amerikaiılardan ileri olduklannı söyleveceklerin sayısı fazla değildir. New York Times'daki haberden ilham alarak, Türkiye için de kapsamlı bir kanser araştırma haberi haarlamak Türkiye'deki meslektaşlanmız bakımından fazla mümkün değil. Gerçi, "Laf oisonprogram dolsun" kabilinden ülkemizde de sağlık istatistikleri tutulmaktadır. Ama merkezi bir örgüt, Türkiye'de halen kaç kişinin kanser tedavisi gördüğünü, hangi kansere hangi fıziksel veya toplumsal çevrede rastlandığını, kanserin yas gruplanna, mesleklere, cinsiyete göre dağılımının nasd bir manzara oluşturduğunu söyleyecek durumda değildir. önce kanserin bilançosunun çıkanlması gerek. Çünkü istatistikler, kansere açılacak savaşta ilk adım. Amerika'da devlet sürekli her ailahın günü kanserle ilgili bir önlem ve karar uyguiamaya koyuyor. Kanserin çaresi araştırma merkezlerinde, laboratuvarlarda aranadursun, erken teşhisin veya kanserin önlenmesi için devlet ve toplum sürekli seferberlik içinde. Çünkü rakamlar bunu zorunlu kıhyor. Çünkü kanser rakamlan aamasız: • Sokakta gördüğümüz 12 kadından birisinin memesi kanser nedeniyle kesihnektedir. • Akciğer kanseri oranlan yüzde 1(f\ sigara tirvakileridir. Bu rakamlar ortadayken, devlet elini, kolunu bağlayıp, bilim adamlarının çare aramasıru beklemiyor. Liberal denilen bu "özgüriiikJer cenneti" ülkede, devlet bir karar çıkartıyor. Amerikan Silahlı Kuvvetleri'nde karargâhta, koğuşlarda, araçlarda sigara içilmesini yasaklıyor. Devlet dairelerinin çoğunda sigara içmek yasak. Ustelik bu karar, devletin "sebcM hikmeti" olan bu çokuluslu tekellere rağmen alımyor. Sigara şirketleri sigaraya yönelen bombardımana kızıyorlar. Çünkü 1 milyon asker günde 1 milyon sigara demek. Sigaranın en büyük müşterisi askerler. Liberal Amerikan devleti, halkın sağlığuu korumak için birden "yasakçı devlet" haline geliyor. Gerçi bu da bir hesap sonucu. (Çünkü yılda 5 milyon kanserli yurttaşın tedavisi için harcanan para, sigara tekellerinin ödeyeceği vergiden çok daha fazla.) Reagan yönetiminin hafta içinde aldığı kararlardan bir başkası da, sanayide asbest kullanımına yeni yasaklar getinnesi. Bu yasaklar nedeniyle toplam 1.3 milyon işçinin çalıştığı bu sanayi kolunda, büyük zararlar ve iflaslar bekleniyor. Ama Amerikan Çevresel Koruma Ajansı'mn rakamlan bu zararı göze almayı zorunlu kılıyor. Her yıl sadece asbest tozunun neden olduğu kanser hastabğından 12 bin kişinin öldüğü belgeleniyor. Amerika ile Türkiye'yi kıyaslamak siyasal gelenek. Amerikan Silahh Kuvvetleri'nde sigara yasaklanıyor. Bizde ise Malborolar herhalde askeriyenin kantinlerine bile ya girdi, ya girecek. Kapitalist Amerikan devleti asbest kullanımına getirdiği sırurlar yüzünden özel sektörü iflasa sürüklüyor, biz de ise devlet köylere göturdüğü içme suyunu asbestli borular kullanarak yapıyor. Asbestli kanser sanayiini güçlendiriyor Türkiye'de devlet. önce astığımız, sonra dizlerimizi dövdüğümüz rahmetli Menderes "Küçük Amerika olacagız" demişti. Bizim kapitalist ekonomi sistemimiz, Amerika'nın su katılmamış kapitalist sisteminden çok daha sağlığa zararlı. Stockhohn'den Ifeşil ve geleneksel Kent hayatından bunalanların yarım saatlik yolu göze alarak kaçtıkları Dalaro'ya, yemyeşil bir tüneli andıran, başdöndürücü güzellikte bir yoldan gihliyor. Yeşilin ve geleneksel yapıların iç içe olduğu bu küçük köy, bölgenin en hareketli turizm merkezi olmaya aday... YAVUZ BAYDAR DALARO Tavandan zemine kadar camla kaplı verandadan güneye doğru yemyeşil öbekler halinde uzanan Stockholm takımadalan görülüyor. Az ilerde, yamrı yumru bir ahşap iskele rüzgarın ürpertıiği Baltık sulannın içine doğru iki büklüm uzanıyor. Iskelenin hemen gerisinde yabani otlar içinde nemden çürümeye yüz tutmuş bir tekne. Yumuşak bir meyille yükselen kıyıda ulu çam ağaçlarının gölgesi altında şirin bir tsveç sayfiye evindeyiz. Çevrede yalnızca ağaçlann hışırtısı, kuş sesleri ve yaban anlanrun vızıltısı duyuluyor. Dalaro Stockholm'e otomobille yarun saat uzaklıkta: ama şehir hayatına uzaklığı bundan çok daha fazla. Anakaradan dar bir kanalla ayrılan küçük bir ada burası. Stockholm'ün doğusunda binlerce benek oluşturan ünlü 'Skargarden' takımadalanmn bir parçası. Dalaro'ya, yemyeşil bir tüneli andıran, başdöndürücü güzellikte bir yoldan gidiliyor. Yolun iki yanında sereserpe uzanan ağaç kümeleri, tepeleri kaplayan ormanlar, sarı ile yeşili dalga dalga karıştıran tarlalar ve tarlalann içinden yükselen yosunlu toparlak kayalıklan seyrederken Stockholm'ün geometrik dünyasından ayrıhp kuzeyin büyil dolu masal evrenine sürüklenıyonız. Bizim gibi gumrlu Akdenizlilere yeni doğal boyutlar açan bu yolculuktan sonra, denizin kıyısına tek tük serpilmiş villalardan oluşan Dalaro köyüne geliyoruz. Bu minyatür köyün dar sokaklarında tatilin tembelliği içinde gezinen, köşebaşlarmda laflayan yüzlerce Isveçli görülüyor. Köye giren yolun sağındaki ahşap, iki katlı bir köşkün üstünde 'okul* yazılı. Yakınlardaki postane ve kütüphane ise daha modern. Limana giden yolun ustünde tarihi bir yapı daha var: Gümrük Müzesi. Limandan Stockholm'ün güneyindeki takımadalara külüstür araba vapurlan kalkıyor. Köyün iki yanında uzanan yükseltilerde, yeşillikler içinde yükselen görkemli köşk ve villalar, bize istisnasız olarak tek bir yeri hatırlatıyor: Büyükada'yı. Ada hakkında topladığımız bilgiler de bu sezgiyi haklı kılıyor. Dalaro'yu sadece Stockholm'ün değil, Isveç'in de en popüler tatil merkezlerinden biri yapan, doğal güzelliğinden çok tarihi açıdan önemi. Çünkü Stockholm takımadalarının çoğu en az Dalaro kadar güzel. Bunu belirten bazı Stockholmlüler, 'Burası İsveç'in en eski turist beldelerinden biridir.' divorlar. Dalaro, doğal güzellik olarak, Stockholmlülerin, özellikle de Stockholm aristokrasisinin dikkatini çekince, ada 1800'lerin ikinci yansında hareketli bir turistik merkez oluvermiş. Şehir hayatından bunalan Stockholm saİcinleri fırsat buldukça cümbür cemaat buharlı gemilere doluşarak soluğu Dalaro'da alır olmuşlar. Aristokratlara ve zenginlere sanatçılar da katılmış: yazlarını Dalaro'da geçirenler arasında yazar August Strindberg ile Hjalmar Bergman ve ressam Anders Zorn da bulunmaktaymış. Yüz yıl kadar önce kurulan bu gelenek bugün de yoğun biçimde surüyor. "Dalaro'jn aşıgım," şeklinde konuşanlar olduğu gibi, burasını "Snoblann aşık attığı yer" olarak görenler de var. Ama adada tatil geçirmek, başını sokacak bir kulübe bulmak zamanında davranmak koşuluyla kolay. Bu yüzden, köyde gezinti yaparken her tür insana rastlayabiliyorsunuz. Dalaro tatilleri balık tutmakla, yüzme, ızgara ve şarapla geçiyor. Sükuneti terk etmek isteyenler için seçenekler fazla değil: Köyde tek bir meyhane var ve erken kapatıyor. Turizm bürosunda çalışanlar bu tarihi adayı daha da popüler kılmak için çalışmalar yapıyor. Hızla artan ilgiye bakıhrsa, Dalaro, Stockholm bölgesinin en hareketli turizm merkezi olacak gelecek yıldan itibaren... ABD'de sigara içmeye karşı her gün yeni yasaklar konuyor. Buffalo'dan MontreaVden Feministlerin zaferi GÜNÜL DÖNMEZ barlarmda ise ellerinde aperatif yumuşaak kadife koltuklara gömülüp günün yorgunluğunu çıkarmaya çalışan kravath işadamları, söylemektense dinlemeyi tercih ediyor. Çoğunlukla banliyölerde, üç dört yatak odalı, yüzme havuzlu ve de çift garajlı evlerde yaşayan bu kişilerin henüz evin yolunu tutmamış olmalarının bir özürü de saat beş trafığinin biraz açılmasını beklemek. Son yıllarda pek tutulan şu 'Happy hours' yani mutlu saatler kavramının özü de bu bahaneye dayanıyor olmalı. Beşle yedi arası tüm barlarda içkiler özel fıyattan, aynca rekabet nedeniyle bazılan içkinin yanısıra meze bile veriyor bedavadan. Montreal'de akşam oluyor. Doğuya doğru, işçi ailelerinin yoğun olduğu mahallelerde eski adıyla 'taverne' yeni adıyla 'Brasserie' çoğunlukla dışarıdan içerisini pek göremeyeceğiniz birtakım oluklarda tırnak aralan zift, yağ, çamurdan kapkara birkaç adam kuru fasulyeyle bira içiyor. Adları taverae* olduğu günlerde bizim meyhanelere benzerdi buralan. Yani eıkeklerin rahatlıkla bir araya gelip istedikleri gibi konuşabilecekleri, nezakete kjbarhğa gereksinme duymadan erkek erkeğe hoş vakit geçirebilecekleri yerlerdi. Montreal'in sosyal ve edebi tarihine katkılan olmuştu. Gelgelelim zaman değişti. Kadın özgürlüğü davası çıktı ortaya. 'Ne demekmiş kadın giremez, bizim neyimiz eksik' diye bağıran birtakım devrimci kadınlar sözlerini dinlettiler. Kanun değişti. 'taverne'ler kapılanna 'Hanımlar hoşgeldiniz' levhalannı koydular. Artık şu 'tevarne' lafı da ağıza basit geldiğinden ortaya 'Brasserie' kavramı çıktı. Şimdi ne erkekler rahatça erkek erkeğe yayılabiliyor ne de kadınlar kınk dökük sandalyeli köhne alkol oluklannda ucuz biranın yani sıra fasulye yemeğe can atıyor ve böylelikie Montreal tarihinde bir sayfa daha kapanıyor. Zaten bu devir 'bistro' ve şarap devri Montreal'da. özgür kadınların, 'Macho' olmayan hassas erkeklerin devri. sigara yasağı AHMET TAN ABD'de Kanserle savaş, ABD'nin en önemli konuları arasında. Orduda ve devlet dairelerinin çoğunda sigara içmek büyük ölçüde yasaklanmış durumda. Sanayide asbest kullanımı da son yasaklardan birisi. ROCHESTER New York Times, ABD'de halen tedavi görmüş, veya tedavi edilmekte olan 5 milyon kanserli yurttaş olduğunu bildiriyor. (Bunlar arasında Başkan Reagan'dan, Ceyar'ın annesi, Sue Ellen'ın kaynanası Mrs. Evving'e, eski Başkan Carter'ın eşi Mrs. Carter'e kadar binlerce ünlü kişi de var.) Gazete bu araştırma haberini, muhabirlerin hastane başhekimleriyle yaptığı telefonlardan veya gazetelerde yayımlanan doktorlara teşekkür ilanlanndan değil, kanser tedavi kuruluşlanndaki hasta notlanndan ve Sağhk Bakanhğı'ndaki kayıtlardan çıkarmış. ABD ile Türkiye'yi kıyaslamak, eski bir siyasal gelenek olduğuna MONTREAL Kimbüir belki de Bogey'ın icadıdır bu. Bogey, Ingrid ve Pianisr Sam. Casablanca fılminden bu yana kişiyi gerilerde kalmış bir masal evrenine dönüştüren piyanobar kavramı iyice yerleşmişe benziyor kent akşamlanna. Sigara dumanından geçilmeyen barlarda evrenin tüm romantikleri kuyruklu piyanolann çevresinde toplanıp aşîc, keder, arzu, çaresizlik, yalnızlık veterkedilmişlik üstüne şarkılar söylüyor. Yu made me love you, Smoke gets in your eyes, September song, As time Gues by.« Cole porter, Nat King Cole, Gershwing... Arada bir müşterileri coşturmak için Broadvvay'den bir iki parça. Orneğin Cabaret... New York, New York parçasını istemesinler de ne olursa çalanz diyor Montreal'deki piyanistleri çoğu. Nedense bu parça onlarca tutulmuyor. öyle ki geçenlerde Kanada Başbakanı Briao Mulroney'nin güzel kansı istemiş yine de çalmamışlar. Tüm bu tür piyanistler gibi, popüler Manoir le Moyne bannda çahşan Aspell'in de repertuan oldukça geniş. Geçenlerde Süperman Christopher Reeve uğramış bara. Yanında çok genç çok güzel bir hanım varmış. "I'm in the mood for love" şarkısını istemiş. "Siz acaba şey... O muydnnuz?" demiş piyanist. "Evet, benim," diye cevap vermiş Süperman. Laf orada kalmış. "Kim olursa olsun, mikrofonda kesinlikle isim söylemem," diyor Aspell. "Herkesin özel yaşamı kendine. Buna saygım var." RitzCarlton, Sheraton, Hilton gibi halüarı, asansörleri iddialı birtakım otellerin piyano Kartpostal Hollanda Kurhaus Oteli'nin terasında, ağızlarından çıkacak her sözün ertesi gün gazetelerde manşet olacağı insanlan beklerken, tam cezir zamanı Kuzey Denizi'nin üzerinde batan güneşi seyretmek güzeldi... HADt ULUENGİN LAHEY Yakınmışmış gibi gelen eski çocukluklann Hollanda imajlarında, Beyoğlu Balık Pazan'nda satılan kırmızı felemeiık peynirleri, "Batı Hint Adaları Kumpanyası" türünden sihirli isimler, ilk okunmuş Rembrandt biyografyaları, ya da yolcu salonundan uğurlanmış yolcuların gönderdikleri yeldeğirmenli kartpostal resimleri vardır. Çok yakınmışmış gibi gelen eski gençliklerin Hollanda imajlarında ise, otostopla gidilmiş seyahatler, "Paradiso"da dumanlı dinlenmiş Pink Floydlar, çok dar merdivenlerle çıkılan odalarda okşanmış sevgililer, bu sevgililerle Amsterdam kanalları boyunca yapılmış bisiklet gezintileri, Van Gogh'lu pastel ışıklar, Lahey tramvaylan, Rotterdam doklan, Yakup Kadri'li "zoraki diplomatlar" ya da ucuz Endonezya lokantalarında yenilmiş baharatlı yemekler vardır. Yıl başından beri belki onuncu defa yine Hollanda'ya geldim. Yakınmışmış gibi gelen eski çocukluklann ve çok yakınmışmış gibi gelen eski gençliklerin Hollanda imajlan hâlâ duruyordu. Üstelik, yağmurlu ve sisli olmayan bir Hollanda, yaz Hollanda 1 sı vardır. Işıklar denizdendi ve ufuk berraktı. Güneş çok geç saatlerde, tam "cezir" zamanı Kuzey Denizi'nin üzerinde battı. Scheveningen'de, Kurhaus Oteli'nin terasında, ağızlanndan çıkacak her sözün ertesi günkü gazetelerde manşet olacağı insanlan beklerken, tam cezir zamanı Kuzey Denizi'nin üzerinde batan güneşi seyretmek güzeldi. Önce, Craxi geldi, gazeteciler ordusu Craxi'nin üzerine saldırdı. İstifa edip etmeyeceği söylentilerinin doğru olup olmadığını sordular. Craxi, asansöre yürüdü. Tam o sırada Martens geldi. Gazeteciler ordusunun yalnız Craxi ile uğraşmasına, Martens gocundu. "Söyleyecek bir şeyim yok" dedi, brifing odasına girdi. Kuzey Denizi'nin üzerinde güneş battı. Kurhaus Oteli'nin lobisinde piyano çalan yaşlı adam Chopin'den bir "Nocturne"ü başladı. Önce Genscher, sonra hemen Kohl geldi. Gazeteciler ordusu Alman brifıng salonuna seğirtti. Chirac, merdivenlerden çıkarken elleriyle saçlarını düzeltti; gorilleri, gazaecileri >anına yaklaştırmadılar. Chirac, Fransız gazetecileri iki numaralı salona topladı. Kuzey Denizi'nin üzerine alacakaranlık çöktü. Bir adam geldi. Gazeteciler hiç peşinden gitmediler. Adam, tek başına asansöre yürüdü ve yukan çıktı. Adam, Lüksemburg Başbakanı'ydı. Sonra Delors geldi. Çakır keyifti, konuşmaya hazırdı, soru sorulsun istiyordu. Delors'a soru soruldu, Delors cevap verdi, Delors çok esprili olduğuna inanıyordu. Alacakaranlık gitti. Kuzey Denizi'nin üstüne gece indi. Cezir, mede dönüştü. Kuzey Denizi'nden, İngiltere üstünden serin bir rüzgâr esti. Piyano çalan yaşlı adam piyanonun kapağını kapattı. Kurhaus Oteli'nin terasma gece indi. Frakh garson son biralan getirdi. Pangalos, son birayı içmeye aşağı indi ve Akdeniz'i çağnştıran şakalar yaptı. Yakınmışmıo gibi gelen çocukluklann ve çok yakınmışmış gibi gelen eski gero liklerin Hollanda imajına, yeni hollanda imajlan eklendi. Deniz mede dönüştü ve kara istikame1. ınden ilk tan ışıkları gözüktü. Yocu salonundan uğurlanmış yok ulann gönderdiği kartpostallarılan bir yeldeğirmeni dönmeye başladı. Lahey'den "Dük " Adolfo Suarez bir seçim gezisi sırasında hayranlarıyla lokalaşırken. Madrid'den Uııkıuı (loııuşıı... İspanya'nm Gonzalez'den sonra en sevilen politikacısı Adolfo Suarez, yoktan var ettiği partisiyle 3 numaralı siyasi güç haline geldi. Ülkenin bu 'dük' unvanlı politikacısı, çağdaş Don Kişot görünümüyle, 1987 ilkbaharı yerel seçimlerine hazırlanıyor ve zamanın, Gonzalez'i aşındırmasını bekliyor. NİLGÜN CERRAHOĞLU MADRİD 'Üniversiteyi bitirip taşradan Madrid'e geldiğirade, çok mütevazı bir pansiyonda kalıyordum. Odama ulaşmak için uzun, \alnız koridoriardan geçmem gerekiyordu. O koridorlar yalnızlığımı büsbütün çınlatıyordu kulaklarırada. Ajnkkabılarunın topuklannı değiştirdinı o zaman. Ayak seslerim bana eşlik etsin di>c lastik tabanların >erine kösele koydurttum. Her adımımda 'Adolfo istediğini elde edeceksin' divordum kendi kendime..." Başbakanhğının ardından İspanya Kralı'ndan dük unvanını alan Adolfo Suarez'in ağzından dinlediğim bu öykü, belki de İspanya'nm Gonzalez'den sonra en sevilen bu politikacısını en öz bir biçimde betimliyor. Geçen 4 yıl boyunca köy köy, kent kent İspanya'yı dolaşarak parti kuran kendi deyişiyle "tabandan parti kuran" Adolfo Suarez, siyaşet sahnesine gene dönüyor. İspanya'da siyasal iktidarların ardındaki temel güçler olan bankalara ve orduya saldıran, kilise ile mesafeli bir ilişki içinde olan Suarez, tüm bunlara rağmen 22 haziran seçimlerinde, yoktan yarattığı partisiyle İspanya'nm 3 numaralı siyasi gücü haline gelmiş bulunuyor. Her zaman kişisel cazibesi ile ilgi çekmiş olan eski başbakanın cazibesi, şimdilerde her zamandan çok dikkati çekiyor.. Dük Suarez'in bazı fotoğraflaıı John Kennedv'nin zafer yıllarındaki çehresini çağrıştırıyor. Kısa kollu gömleklerle çekilmiş, yamk tenli fotoğraflanndaki bembeyaz dişli gülümsemeleri ise Julio Iglesias'ın Miami'deki fotoğraflannı andınyor. Suarez cephesinde yeni olan ne? Neden kadınlar hâlâ bu 53 yaşındaki liderin peşinden koşuyorlar? Neden bu deneyimli İspanyol politikacısının mitingleri rock konserleri gibi dolup taşıyor? Yeni Adolfo Suarez'in tek bir sırn var. Bu sırrın adı ve soyadı Alfredo Fraile, Julio Iglesias'ın eski menajeri Alfredo Fraile. Julio Iglesias'ın "imaj yaratıcılığının" ardından Suarez'in imajırun sorumluluğunu üzerine alan Alfredo Fraile, bundan birkaç ay önce bir masanın etrafında bir düzine adam toplayarak yeni hedefıni açıklamış bulunuyor: 1990'da Adolfo Suarez'i Başbakanlık Sarayı'na sokmak. Fraile adamlarına bunun için bir gorev veriyor: Suarez gerçek bir İspanyol centilmeni olmalı ve öyle görunmeli. Cüretkâr, Don Kişotvari, vakur, isyankâr, güçlülerin düşmanı, zayıflann dostu ve verdiği sözün eri bir başka deyişle. Sonuca bakılacak olursa, Fraile'nin yarattığı bu yeni "imaj" tutmuş görünüyor ve Felipe Gonzalez'in takımı Suarez'e "Robin Hood" diye alayla saldırmaya başladığında, Dük merkezdeki seçmenin hatın sayılır bir kısmının gönlünü fethetmiş bulunuyor. Bu işe bir "boy ölçüşmek" olarak giren gölgedeki adam Alfredo Fraile ise, yaptığı işten memnun görünüyor. Bir şarkıcı ile bir politikacının imajını yaratmaktaki çarpıcı farklılıklar sorulduğunda, Fraile, "Gerçekte şarkıcı ya da politikacı olması ne f ark eder?" diye soruyor ve sözlerini, "Önemli olan halkla iletişim kurabilmek, halka, kendi halkına erişebilmek, ulaşabilmek" diyerek tamamlıyor. Seçimlerden bir hafta sonra, Suarez'in bembeyaz dişli afişleri güneşten solarken, asıl iktidara doğru yürüyüşü başhyor. Kampanya öncesinde 14.000 militanı bulunan partisini 3 hafta içinde 17.000 militanlı bir partiye dönüştüren Suarez, daha şimdiden 1987 ilkbaharında yapılacak olan yerel seçimlerin hazırlığına girmiş durumda. Popülist bir mesaj ve çelik gibi bir irade ile ülkeyi yeniden fethe çıkan eski başbakan, zamanın Felipe Gonzalez'i aşındırmasını bekliyor. İspanya'nm yeni "Don Kişof'u Adolfo Suarez, iktidar için giriştiği mücadelesine "ordu, kilise ve finans çevreleri" olarak özetlenebilecek yeldeğirmenlerine karşı vereceği savaşla devam edeceğe benziyor. Londra'dan Güneşten buluta RAGIP DURAN LONDRA Denizi ve güneşi Patma'da bırakıp çıktun Paris't Galatasaray pflavı çok önemli, geçmisje gelecegı köprüleyen, çıkarsız dostluklann mizahh mecrasıdjr pilav. Nedim GorseTle aynı maudayız. O, öykücülüğumüzde bir süa uzmanı, dünya kentkrini "Sevgflim Iv t u t a r i a dolasır. Paris'te eş dost, kitapçıpUkçL gazetcdenp dcrken pek şehvani ba$üklı veiçerikli üç film (Şrtane Ajik, Arzn ü«tt ve Şeytan KJMIIB V«CMtamda) ile geçiverdi bir hafta. Paris Universıtesinde iktisat asistam olan Ahnet taad bir ak$am bOnkârbe^Ddifi dana rosto şöleni çelcıi ki, damaklanmızda ve raideierimizde bavram. Döndüm bulutlu Londra'ya. Birikmi? gazete, dergi, mektup ve fatura yığju arasında yine hOnkârbegendi çıktı karşıma. BBC radyosu 4. kanaü "ksdın saattade" TUrk mutfajı özd progranu yayımianus. Diyoriar ki, "Çta vc Fnssu matfatıadaa t o n Türk Bstfa^ dinJl U en Memti ttctaefi mutttpfa". "Patbcaa krennı" adını verfM B dikleri hünkârbegendinin reçetesini de eklemijleT. Programın fonmüziü ise "Sfflfke'Bİn jo&uiu." Ne mi değişmis burada? Hiçbir şey! Zaten Büyük Britanya'da 19. yüzyüın ortalanndan bu yana kayda geçebilecek öyie pek önemli bir dejjjiklik yok. Madame T«s»a«d'nun mumyalar mOzesi kocaman. Bizim Edgwve Road, Arap kardeşlenmiz sayesinde biraz caalanıp renkîenmiş. Kefyeli. entarili Abaiaı, ÜuaıâlcT akşam serirjiginde vaha sefası çekiyor. Hamburgercinin önOnde Rolls Royce ve Mercedes kuyrugu; uyanık bir iki lngiliz de atıvennif kaldınma işportacı tezgâhım. tncik boncuk filan. Haziran bittj, kısa kollu gömlekle dolasmak nasip olmadi daha. Artık iyice inandım kı, Tann lngiliz kullanru cezalandırmış, en güzel lütfundan mahrum bırakmış beyaz tenli insanlan. 'Neden* sonısunun binbir yanıtı var bcnce. tngiltere, mareşal Mandoaa'mn top atışlanyla Meksika'ya elveda deyince, futbol gundemin alt sıralanna düştü. Şimdi gOzler, VV'irabledon'un çim korüarında. Gerçi orada da bir lngiliz rakctin başan kazanması söz konusu değiL Çarsamba gecesi Ka«M Eiftoer'in kfliscde rcsitali vardı. Neyler, bendir ve tamburla, Neıtt Uzd ve Necdel Yaşar, 15. yüzyü sufi müziginin en güzel örneklerini sergiledi. "Rnnnta, Aecndc ftfik oMatamT, "Derman amnfaaı denüme^, "Bcs aetamet tarka«iH", "G«l ey kvdes brida bolam BII denia", Y u n Eaıre çok büyük. ön sıralarda ba$ortfllfi tngiliz tazeter MevleviHge özeniyordu. Haftaya Üban Berk gelecekmiş. Bakahm Galaıa'dan, Beyoglu'ndan neler getirecek Londra'ya? Televizyonda haberleri izledim. Kuzey lrlanda'da işter iyice kmsıyor. Bu kez lngütere ile birlikten yaaa olan Protestanlar anarşi tehdidinde bulundu. Irlanda Curnhuriyeti'ne, Kuzey trlanda'run içişleri konusurıda danışma bakkı veren tngülere trlanda anlaşmasına nrahalefet ediyorlar. Ekranda polisler, ilga edilmiş yerel meclis salonundan milletvekillerini karga tulumba çıkanyordu. Bir diğer Onemli gelişme ise, lngütere hükümetinin bir yetkiliîinin ilk kez Afrika Ulusal Kongreâ (ANO başkanı OBrer TamboVu kabul etmesi, Thalcher yönetimi, ırkp Pretoria rejimini tecrit etmeyi göze alamıyor. Ticaret önemli, insan haldan önemsiz. Temmuzun 23'ünde PICM Andrnr ile nişanlısı Sarab FersasMB^ an nikâhı var. HazırUklar müthij. Bu tngilizlerin tören merakı, safmu düşkünlügü Ue ilgüj oisa gerek. ttnparatorluk, geçmişte olunca pek iyi bir şey degü. Kompleks yaraüyor. Meersburg9dan Üç ülkenin gölü Konstanz Çılgm Fransız rejisör Jerome Savary'nin "Sihirli Flüt"ü, Bregenz kentinin 1986 festival programmda. Mozart'ın ünlü eserinde göl sahnesi coşkun renklere bürünüyor. 22 temmuzda başlayacak festivalde bu oyun için dev dekorlar hazırlanıyor. AHMET ARPAD MEERSBURG Güneş ilik lerimizi ısıtıyor. Oturduğumuz geniş sıralardan kalkmak istemiyor canımız. Çevremizde bizim gibi mutlu bir çok insan. Yemeğini yiyen, soğuk birasını yudumlayan, güneşte gevşemiş, memnun kişiler. Yemyeşil otlaklara çıkmış koyunlar da mutlu olmah. Açık havada otlamalarına yine izin verildiği için! Onlar Çernobil'den, insanlar da bir süre once aniden geliveren serin havalardan etkilenmişti. Haziranın ilk haftalarında bütün Almanya kış öncesini anımsatan günler geçirmişti. Büyük bir köy evinin önundeyiz. Yükseklik bin metrenin üzerinde. Aşağıdan yukarı, temiz havaya çıkan büyıik kent insanlan, çevrede geziniyor. Kışın da aynı tepelerde kayak yapıyor. Burada oturan köylü ailesi, uğrayanlara yemek haarhyor. Dağın temiz havasında ytirüyüşe çıkanBregenz 'in ara sokaklanndan bir görüntü. festivali Ue admı duyurmaya başlayan Bregenz, Konstanz Gölü kıyısında eski bir Roma kenti. Bir iki katlı taş evler. Küçük ve şirin bahçeler içinde. Rainer Maria Rilke'nin "Köyier bahçe içinde gibi" sözünü anımsıyoruz. Sokaklar boş. Göl kıyısında büyük bir park. Bregenz'e gelip de, festival binasını görmemek olmaz. Parkın yollannda yürüyoruz. Kentin ünlü kumarhanesinin biraz ötesinde "göl sahnesi." Bregenz festivali açık hava tiyatrosunda yapıhyor. Sahne gölün üzerinde. Son kırk yıldır Bregenz kentinin adını duyuran, bu festival. Müdür Alfred VVopmann "yabancı", bir Viyanalı. "Çılgın" Fransız rejisör Jerome Savary'nin geçen yıl sahneye koyduğu Sihirii Flüt büyük başan elde edince, 1986 festival programına da alındı. Mozart 1 ın ünlü eserinde göl sahnesi coşkun renklere bürünüyor. 22 temmuz24 ağustos tarihleri arasında yapılacak 40. Bregenz Festivali de bu oyunla açılacak. De\¥ dekorlar hazırlanıyor. Festival seyircisinin oyundan sonra yaptığı gibi bu akşamüstu biz de kumarheneye uğruyoruz. Oynamasanız bile, görmek gerek. Viyanalı sanatçı Arik Brauer'in fantaziye kaçan pencereleri, binanın her köşesindeki su ve renk oyulan, gezenlerin ilgisini rulet masaları kadar çekiyor. Gece mavisi yüksek tavanından altın sarısı binlerce lambanın yıldızlar gibi ışıldadığı buyiık oyun salonuna âşık olmamak elde değil. Burası gece kraliçesinin ülkesi. "Güneş ışınlan geceyi önüne katraış surüyor..." (Sihirli Flüt'ten.) Dönme zamanı geldi. İskeledeyiz. Bregenz'den Meersburg'a gemiyle gideceğiz. Konstanz Gölü üzerinde üç ülkenin gemileri çalışıyor. Biraz sonra "München" iskeleye yanaştı. Halatlar atıldı. Kapılar açıldı. Gemiye doğru yürüdük. Hava biraz puslu. Geçen bir trenin sesi duyuluyor. Akşam olmak üzere. Güneş batıyor. Uzaklarda bir yerde Konstanz. İsviçre. Yann oralara gideceğiz. Vizeli pasaportumuz elimizde! lar ve kayakçılar bu ailenin müşterileri. Pfender Dağı'nın tepelerinde hayvancılığın yani sıra lokamacılık da yapıyorlar. Avusturya'nm Voralberg Eyaleti'nin başkenti Bregenz'den buraya günübirliğine binlerce insan çıkıyor. Üç ülkenin gölü Konstanz'ın kıyılarındayız. Havalar ısınır ısınmaz bir kaç günlüğüne eski kent Meersburg'a geldik. Çevreye geziler yapmak için bu şirin kent çok uygun. Bu sabah erkenden Friedrichshafen'e, oradan da büyük bir ada üzerindeki tarihi Lindau'ya uğradık. Eski evlerinin tamamı tamir edilmiş, dar sokaklannın çoğu otomobillere kapatılmış bu kentte Espresso1 muzu içtik, sonra da Avusturyaya geçip Pfender Dağı'na çıktık. Savaş sonrası yıllarda tiyatro
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle