Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Days
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
30 Ağustos 2017 Çarşamba Akademi 3 >> bulundurabilmesine olanak tanıdığı için yeryüzünde hayat var. Geçmişten günümüze uzanan süreçte gerçekleşen ve tesadüfi olması imkânsız gibi görünen çeşitli olayların nihai amacının biz insanları ortaya çıkarmak olduğu, bunun bir tasarım ya da plana işaret ettiği doğru değil. Tüm bunların bir zorunluluk olmadığını fark etmek, şimdi içinde olduğumuz noktadan geriye doğru “bakabildiğimiz” için olan bitenin bize bir tasarımmış gibi göründüğünü kavramak lazım. Stanislaw Lem’in İnsanın Bir Dakikası’nda1 bu meseleyi ele alan harikulade bir denemesi var. Lem’in olağanüstü hayal gücüyle “futbol toplarıyla çarpışan şampanya şişelerinin kırılmadan akvaryuma düşmeleri” genel kuramını nasıl oluşturduğunu anlattığı bölümü okumak için VIIbile o kitaba göz atmaya değer. Ölüm üzerinde her konuşma önünde sonunda hayat üzerine bir konuşmadır. Ölüm olmasa aşk olmayacaktı örneğin. Yeryüzündeki hayat bir noktadan sonra ölümü zorunlu kılmıştır. Bu zorunluluğun temelinde yatan şey de cinselliktir. Cinsellik olmasa bu gezegendeki hayatın göz kamaştırıcı çeşitliliği olamazdı. Ölüm cinselliğin kaçınılmaz bir bedelidir; dahası, ölümün olmadığı bir hayatta bir bireyselliğe sahip olabilmek de mümkün olamazdı. Bir kez ortaya çıktıktan, doğduktan sonra er veya geç bedenin yıpranması ve ölmesi kaçınılmaz. Diğer biyolojik canlı türlerinin de tek tek VIIIinsanlar gibi bir ömrü var. Ömür dediğimizde neyi kastetmiş oluruz? Her dile getirildiğinde gelecek zamanı imler ömür. Yaşlandığımızda geçmişimize bakarız ama yine de ömrümüzü tamamlamamışızdır. Önümüzde uzanan yaşanacak bir zaman hep vardır. Oysa bir bakıma, her yaşta, her zaman geçmişimizdir ömür; ardımızda bıraktığımız, dönüp nerede olduğumuzu anlamak için baktığımız, katettiğimiz yoldur. Yolla birlikte yaşlanırız ve yaşlılık bir kaderdir; hastalık değil. Henry James Ormandaki Canavar’da2 geniş bir ormanın kıyısındaki evinde yaşayan ve ormanda bir canavar olduğuna inandığı için asla ormana girmeyen; bütün hayatını bir gün canavarın evine gelme ihtimalini ortadan kaldıracak önlemler almakla geçiren, kaygılarının tutsağı olmuş bir insanı anlatır. Oysa Spinoza’nın Etika’da3 söylediği gibi “Özgür insan ölümü her şeyden az düşünür; onun bilgeliği, ölüme değil IXyaşama yoğunlaşmasından doğar.” Yeryüzündeki hayatı var eden fiziksel koşullar er veya geç elverişsiz bir hale bürünecek. Örneğin milyarlarca Victor Klemperer (18811960) LTI’da Nazilerin dili, eleştirel düşünce yeteneğinden yoksun, fanatik ve köle ruhlu bir nüfus yaratmak için kullandıklarını söyler. yıl sonra gerçekleşecek olsa da güneşin ışıması sona erecek ve yeryüzündeki hayat karanlığa gömülecek. Hayatı geniş ölçekte etkileyecek, doğal koşulları pek çok canlı türünün yaşaması için elverişsiz hale getirecek astronomik ya da jeolojik olayların (felaketlerin) olması kaçınılmaz. Yeryüzündeki varlığımızın sürekliliği olmayacak. İnsan, hayat serüveninin bu gezegene kilitlenmiş olması gerçeğini aşmak için en azından düşünsel olarak büyük bir çaba içerisinde. Oysa yaşadığımız gezegenden çıkıp gitmek olağanüstü güçlükler barındırıyor; yeryüzünü terk edip bir başka yere gitmek söz konusu olduğunda; gitmek ve yolda olmak değil, kalmak ve yerinden milim kıpırdamamak daha kolay. İnsan bedeninin yeryüzünün fiziksel koşullarına olan fizyolojik bağımlılığını aşmak mümkün olsa bile uzayda seyahatin en ağır bedeli olacak o sonsuz uzunluktaki zaman dilimlerini nasıl aşacağımız sorusuna Xhenüz bir yanıtımız yok. Yeryüzü yaşanmaz bir hale geldiğinde yeterli sayıda insan ile yaşanabilir bir başka gezegen bulma amacıyla uzay yolculuğuna çıktığımızı varsayalım. Uzay boşluğunda insanın en bol bulacağı şey olan zaman akıp gitsin ve hayat uzaygemisi içinde kuşaktan kuşağa aktarılsın. İki ya da üç kuşak sonra uzaygemisinin kısıtlı mekânına doğmuş insanlara yeryüzünden söz etmek ne anlam taşırdı? Peki ya yüzlerce, binlerce kuşak sonra doğanlara? Astrofizik araştırmacısı Nicolas Prantzos hayatı dünya dışına taşıyabilmek için aşılması gereken olağanüstü zorlukların üstesinden ancak insan zihnine sahip biyomakineler yaparak gelebileceğimizi öne sürer.4 Her parçası değiştirilebilen (yenilenebilen) ama yine de zihinselliklerinden hiçbir şey yitirmeyen bu biyomakinelerle gezegenler arasındaki yolculuklarda zamanın insan ömrüne getirdiği sınırlamaları aşabilmek mümkün olabilecektir Prantzos’a gö re. Ama meselenin özü bu değil. Meselenin özü yeryüzü yaşanmaz hale gelince bir başka gezegene gitmek değil, yeryüzünü elden geldiğince yaşanır halde tutmaktır. Günümüzde Mars’ta bir koloni oluşturma tasarısında da vurgulandığı gibi “Dünya yaşanmaz bir hale geldiğinde uzayda başka bir gezegene gideriz” cümlesinde kendini gösteren düşünme tarzı, içinde olduğumuz iklim krizinde somutlaşan yıkıcı sürece meşruiyet kazandırma işlevini görüyor. Oysa yeryüzünü neden yaşanmaz hale getiriyoruz sorusunu sormak ve bu yıkıma yol açan süreçleri eleştirmekten, çare ya da yanıt aramaktan vazgeçmemek, kamusal meselelerden sorumlu her insanın ama öncelikle sorumluluğu söz üretmek olan akademisyenler XIve entelektüellerin asli görevi. Bir akademisyen, bir entelektüel hayatın günbegün yıkıma uğratıldığı, bir arada yaşama iradesinin aşındırıldığı, şiddet ve ölüm siyasetinin sürekli yüceltildiği bir coğrafyada kim adına konuşur? Konuştuğunda gerçekte ne söyler? Victor Klemperer, Yahudi olması nedeniyle 1935 yılında Dresden Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırılan ve toplama kampına gönderilmekten eşinin Aryan olması sebebiyle kurtulan bir dilbilimci. Bir dilbilimci olarak Nazi rejiminin zehirli siyaset dilinin insanların iç dünyasında nasıl yer ettiğini, iktidar ideolojisinin gündelik dile usul usul nasıl nüfuz ettiğini anlamak için 1933 ile 1945 arasında LTI (Lingua Tertii Imperii): Nasyonal Sosyalizmin Dili5 adını verdiği bir günce tutar. Anlamı iktidar propagandasıyla bozulmuş, toplumun kolektif hafızasında yer ettiği şekilde kullanılmayan sözcüklerin, nefret duygularını besleyen, insanları biz ve onlar şeklinde bölen, düşmanlaştıran, hamasetle örülmüş bir yalan dilinin küçük arsenik dozajları gibi işlev göreceğini ve insanın muhakeme yetisini yavaş ya vaş zehirleyeceğini dile getirir. “Nazizm insanların etine ve kanına tek tek kelimelerle, deyimlerle, cümle formlarıyla giriyor, milyonlarca defa tekrarlayarak kendini dayatıyor, bunların mekanik ve bilinçsiz biçimde devralınmasını sağlıyordu” diye yazar Klemperer. Bir meseleyi dile getirirken nerede duruyoruz, tam olarak ne söylüyoruz, kimin sözünü çoğaltıyoruz sorularını bir diken gibi zihnimizin içinde taşımak gerektiğini hatırlatır. Muhalif geçinerek iktidarın sözünü dolaşıma sokmak, hâkim ideolojiyi perçinlemek gayet mümkündür. Dahası iktidarın yıkıcı dilinin, ezdiği, mağdur ettiği insanların diline bile sinebileceğini acı verici örneklerle gösterir. Klemperer’in anlattıkları sadece Nazi Almanya’sı dönemi ile sınırlı değil. Uyarısının önemi burada yatıyor. Ülkemizde “su varlıkları yok oluyor, gelecek kuşakların sağlığı tehlikede” diyenlere “bunlar kalkınma düşmanı” diyen; barış için mücadele edenleri “vatan haini” olarak damgalayan dildir LTI’nın dili. Hiç kuşkusuz bu yıkıcı dil asıl gücünü iktidarın propaganda makinesinden değil o dili onaylayan, sahiplenen insanların ortak duyusundan alır. Sesi duyulmayanların sesini çoğaltmanın, gözden ırak olanları görünür kılmanın, söylediğimiz sözün meşruiyetini belirleyen “tek kriter” haline geldiği zamanlar vardır. İçinde olduğumuz zamanlar gibi. Ülkemizdeki siyasal iktidar kendine muhalif bellediği her kişininkurumun üzerinde tepinirken iktidarın sözüne, icraatlarına meşruiyet kazandıracak her söz, yapılan her eylem LTI’nın diliyle konuşmaktır, o dille davranmaktır; seman XIItik kalpazanlıktır.6 Evrim teorisi gezegendeki varlığımızın ne anlama geldiğini anlamak için geçmişe bakmamızı sağlayan, bunu yaparken elde ettiğimiz bilgilerle nasıl bir gelecek istiyoruz sorusuna kapı aralayan mevcut en kapsamlı teoridir. İnsana evrende yaşayabileceğimiz yegâne yer olan bu gezegendeki hayatın sürekliliğini sağlamaktaki asli sorumluluğunu; sadece insanlar için değil, diğer canlı türlerinin hayatı için de duyması gereken sorumluluğu hatırlatır. n 1 Çev. Saliha Nilüfer (İstanbul: İletişim Yayınları, 2000). 2 Çev. Aslı Sena Özarpacı (İstanbul: Altın Bilek Yayınları, 2015). 3 Çev. Hilmi Ziya Ülken (Ankara: Dost Kitabevi, 2004.) 4 Geleceğe Yolculuk: İnsanlığın Kozmik Serüveni, çev. Ercüment Akat (İstanbul: Güncel Yayıncılık, 2001). 5 Çev. Tanıl Bora (İstanbul: İletişim Yayınları, 2013). 6 Gérard Rabinovitch, Terörizm mi? Direniş mi? Kitle Toplumları Çağında Bir Sözlük Karmaşasına Dair, çev. Işık Ergüden (İstanbul: Sel Yayınları, 2017).