Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
16 C kitap 11 TEMMUZ 2008 CUMA Değinmeler MUSTAFA ŞERİF ONARAN AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Dünyanın Derin Devleti başkanın adamları tüm bu işleri yaparken özellikle seçtikleri Arnavut kızlarına benzeyen oyuncu bir kızı da filmde oynatırlar ve başkanın adamlarından bir bayanın o sıradaki tek endişesi kızın sigortalı olup olmadığıdır; çünkü kızı sigortasız oynatırlarsa ilerde oyuncular sendikasıyla başları belaya girebilir. Hapisten çıkarılan idam mahkumlarının da rol aldığı inanılmaz hikâyelerden sonra Amerika kazanır ve seçmen artık başkanın küçük kaçamağını unutmuştur, ortalık aniden sütliman olur. Başkanın adamları bu hizmetine karşılık yapımcıya bir büyükelçilik teklif ederler.. ama yapımcı yaptığı işten adeta büyülenmiştir, tüm Amerikan halkına sahte bir savaş yutturulmuştur; o illa da Oscar ister ve film, yapımcının evindeki bir cenaze töreniyle son bulur. Şimdi bu filmlerle şu günlerde hep birlikte tanık olduğumuz, yaşadığımız olayların ne alakası var demeyin.. her yıl film atölyelerimin ilk gününde: “Hayat her zaman sanattan bir adım ötededir, sanatın tek yaptığı, gerçekleri belli bir disiplin içinde bizlere yeniden göstermektir” diye söze başlarım. Durumumuz bence her iki filme de benziyor; birileri bize bir şeyleri yutturmaya çalışıyor.. gerekçe de demokrasi ve başarıyorlar. İnsanları korkutuyorlar, en basit örneğini dün yaşadım. Kuddusi Bey’in cenazesine giden bir aile yakını bana gelmişti. Bir ara dedi ki: “Taziyeye gelen insanların kameralardan korktuklarını hissettim. Ya şimdi beni de bulaştırırlarsa diye...” İşte korku böyle başlar ve öldürücü bir virüs gibi şiddetle yayılır. Biz bunu 12 Mart ve 12 Eylül’de yaşadık; bazen ben de korkuyla uyanıyorum.. acaba diyorum, çünkü neredeyse ölüsü tahliye edilen Kuddusi Bey gibi çok insan gördüm.. F tipi cezaevlerinden son anda bırakılmış insanların bakışları da böylesine donuk, böylesine ölüm doluydu. Asla unutmuyorum. Bütün bunların, dünyayı yöneten 400 şirketin çıkarlarını korumaktan başka ne anlamı olabilir ki.. Bunun için CIA’da eğitim almaya gerek yok. Ancak geçenlerde Başkan Bush konuşuyordu, Afganistan’da sekiz yıla yakın süren savaşı hâlâ kazanamamışlar.. Irak da kazanılmamış ve dünyanın bütün büyük imparatorlukları neden batmış bilir misiniz.. çok cephede çatışmaktan. Büyük İskender, Hitler bile bu hatayı yapmışlar. Onların derin devleti var mıydı merak ediyorum; mutlaka vardı ve bir yerlerde bir hata yaptılar. Şimdi ben bir hata bekliyorum. Bazen hayat, gerçek bir film yapımcısı olabilir. isilozgenturk?gmail.com “Bir Topluöldürümün Öyküsü” ara nasıl güce dönüştüğü zaman yönetim erkini ele geçirmek, topluma egemen olmak isterse, inançlar da güç oluşturup ülkeyi yönetmeye kalkarsa, barışı korumak zorlaşır. “Madımak Yangını” dönemin yöneticilerince düzenlenmiş bir olay değildi. Her ne kadar Sıvas Şenliklerini Pir Sultan Abdal Derneği hazırlamışsa da, ev sahibi durumunda olan Kültür Bakanlığı’ydı. Yönetimin yetersizliği yüzünden olayların boyutu genişlemiş, sonuç alınmasında çok geç kalınmıştı. “Madımak Yangını”nda 37 kişi can verdi. İçerdeki 2 görevliyi, dışardaki 2 göstericiyi saymayanlar 33 kişinin öldüğünü söyler. Oysa içerdeki 2 görevli konuklara yardım etmekten kendilerini kurtarmakta gecikmiş olabilirlerdi. Dışardaki 2 gösterici kim bilir nasıl bir ruh yıkımı içindeydiler! Ölüm, kimini yapı önünde, kimini merdiven basamaklarında ele geçirmişti. Bu 37 can, kendi karmaşık dünyası içinde birer “can”dı. Kösnüyle adam öldürenler, bu gidişe duyarsız kalanlar, kuşku yok ki, birer “can düşmanı” idiler. Tam 15 yıl geçti aradan. O yangının külleri daha soğumadı. Kışkırtılan kütle ruhu bilinçsiz bir güce dönüşebilir. Sıvas’ta “şeriat”ın kara gücü, bir düğün şenliğini yasa boğdu. Barışın düğünü vardı orada, insanca yaşamanın düğünü. Bu sevinci insanımıza çok gören kara gücün eylemlerine neden seyirci kalındı? İRBİRİYLE ÖRTÜŞEN İKİ KİTAP Sıvas olaylarıyla ilgili çok şey söylendi. Çok kitap çıktı. Olayların 15. yılında iki kitabı özellikle anımsamak gerek: Bunlardan biri, Edebiyatçılar Derneği’nde benim sorumluluk aldığım dönemde yayımlanan Sıvas Kitabı, öteki Şenal Sarıhan’ın hazırladığı Sıvas Katliamı Davası. Biri, düşünce yoğunluğu, duygu inceliğiyle hazırlanan; öteki, belgesel özellikleriyle yargı akışını gösteren, birbiriyle bütünleşerek gerçeği aydınlatan iki kitap. Tanrı tektir ama, Tanrı’ya ulaşan yollar çoktur. Kitaba yazdığım “önyazı”daki görüşlerimi bugün de koruyorum: “Laiklik, İslamiyetteki değişik anlayışları koruyan, insanlara hoşgörüyle bakmamızı sağlayan bir değerler bütünüdür. İslamiyeti benimsemeyi kolaylaştıran değişik anlayışlar da, laik düşünceyle bir arada yaşayabileceğimizin göstergesi olmak gerekir. Yaşama biçimi olarak seçtiğimiz İslamiyetin dar kalıbından çıkamıyorsak, bu kalıbın dışında kalanları kendimize düşman sayacak kadar saplantılara düşüyorsak, düşünce dizgemizde bir yanlışlık var demektir. İnançlarımızı çıkarlarımız için kullanmıyorsak, İslamiyet değerlerine bağlı olduğumuz yalanıyla boşuna kandırmayalım kendimizi” (Sıvas Kitabı, Bir Topluöldürümün Öyküsü, Hazırlayan Attila Aşut, Edebiyatçılar Derneği, Haziran 1994). Her ne kadar bu kitabı, huysuz denecek kadar titiz bir çalışma anlayışıyla Attila Aşut yayına hazırlamışsa da, çalışma takımında Özcan Karabulut, Hida P B yet Karakuş, Gökhan Cengizhan, Öner Yağcı da görev almışlardır. Dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar Sıvas Kitabı’na yazdığı bir yazıda özellikle şu görüşlerin altını çizmiştir: “Orada, kendi karanlık düşüncelerini egemen kılmak için, çaresizliklerini bile bile, insanlarımızı yakan saptırılmış kitleler, bize yalnızca bir tek şeyi öğretebilmişlerdir: Düşünce özgürlüğüne yönelik duyarlığımızı canlı tutmayı. Türkiye toplumunun genç demokrasisinin buna gereksinimi vardır. Demokrasi, yalnızca özgürlükler rejimi değildir. Aynı zamanda bir ‘disiplin’ rejimidir. Demokrasi, yalnızca çoğunluk düşüncesinin egemenliği olarak da anlaşılmaz. Demokrasi, çoğunluk düşüncesinin, azınlık haklarını gözeterek yönetimde bulunmasıdır. Kendi karşıtı düşüncelere özgürlük ve hak tanımayan bir yönetim, adı ne olursa olsun, ‘demokrasi’ değildir” (Sıvas Unutulmasın!). Ama Büyük Millet Meclisi bu duyarlığı göstermedi. Sıvas’taki “Pir Sultan Abdal Etkinlikleri”ni düzenleyenlerden Ali Balkız, Meclis Araştırma Komisyonu Raporu tartışılırken, Meclis sıralarının boşaltıldığını anlatıyor. En çok tartışma konusu olan durum da Aziz Nesin’le ilgili önyargılı tutumdur. Ali Balkız şu soruların yanıtını arıyor: “Peki, katileri kimlerdir? Bunlar nasıl örgütlendiler, ne zaman örgütlendiler? Hangi olanakları kullandılar? Bağlantıları kimlerdi? Amaçları neydi? Bu amacı hangi vasıtalarla ve nasıl gerçekleştireceklerdi? Tüm bunlar için hangi hazırlıkları yapmışlardı? (TBMM Araştırma Komisyonu Raporu’nun Eleştirisi). Hani, “Konu Mankeni” diye bir söz var. Aziz Nesin o duruma düşürüldü. Aziz Nesin “Bir oyun oynatılıyor” diyerek sözünü şöyle sürdürüyor: “Oyunun sahnesi Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi. Oyuncusu, oyuncuları, tanıkları, sanıklar, müdahiller, sanıkların avukatları, müdahil avukatları, candarmalar ve daha şunlar bunlar..." (Bir Sıvas Oyunu Oynanıyor). “Kimden şikâyetçisiniz” diye soruyorlar: “Atatürk’ün ölümünden sonraki bütün hükümetler, şimdiki hükümete dek, derece derece, suçları artarak suçludurlar. En sonuncusu en suçludur. Hepsinden şikâyetçiyim.” Cumhuriyetin kuruluşundan Atatürk’ün ölümüne kadar (19231938) 15 yıl geçti. Osmanlı Devleti’nin 600 yıllık ümmetçi toplumunu 15 yılda cumhuriyet toplumuna dönüştürmek olanağı var mı? Devrim süreklilik ister. Atatürk’ün ölümünden sonra o hız kesildi. Aziz Nesin’e göre; ezanın Arapçaya dönüştürülmesi, imam hatiplilerin her alanda kadrolaşması, salt Sünnilik mezhebinin İslamlık olarak benimsenmesi, bu olayların oluşmasında suçlanan gelişmelerdir. Aradan 15 yıl geçtikten sonra, bir başka Kültür Bakanı, Ertuğrul Günay; “Madımak Oteli’nde açılan kebapçı dükkânını çiçekçi dükkânına dönüştüreceğim” diyor. Bu sözlerin içtenlikle söylendiğine inanıyorum. Madımak yangınında ke bap olanlarla kebapçı dükkânı arasındaki çirkin çağrışımı değiştirmek insanca bir yaklaşımdır. Ancak kamoyunu Madımak Oteli’nin müzeye dönüşmesini istemektedir. Kültür Bakanlığı’nın bu işe gücü yetmeyebilir. Yalnız o otelde yakılanların onurunu korumak için değil, Alevi anlayışı ile Sünni anlayışını barıştırmak isteyen bir hükümet için bunu gerçekleştirmek sorun değildir. Devlet bilinci bunu gerektirir. Yeter ki, devlet, Reha Çamuroğlu’nun görevden çekilmesini önleyecek bir anlayışla sorunu ele alsın. Ama Ali Balkız daha o zaman bile devlet bilincine inanmıyordu: “Devlet bilincimiz bulanırsa, daha çok Sıvaslar yaşarız. Devletin sınıfsal özünü bir an bile göz ardı edersek, daha çok yakılırız. Biz Sıvas’a giderken, düşünmedik mi sanki bize sataşılacağını? Ama hemen şunu da düşündük: Biz oraya savaşmaya gitmiyoruz ki, şenliğe gidiyorduk. Söyleşmeye, konuşmaya, semah dönmeye gidiyoruz. Üstelik, devlet bizlere para verdi, Kültür Bakanı açış konuşması yapacak, Vali konuşacak. İl Kültür Müdürü tertip komitesi üyesi. Devletin mekânlarını kullanıyoruz... Üçbeş çapulcu gelir kapımızda ürerse, devletin polisi var, jandarması var, çıkar ko valarlar, olur biter... İşte bu düşünce ve anlayıştı bizi yakan. Devlete güvenmenin faturasını ağır ödedik. Aydınlık ve devrimci bir düşüncenin temsilcileri olduğumuzu göz ardı ettik.” Aziz Nesin, Sıvas Kültür Merkezi’nde, yazılı bir konuşma yapmaya gerek görmeden, dinsiz olduğunu söyleyerek, bütün inanmış insanlara saygı duyduğunu belirtmiştir. Ali ile Muaviye arasındaki çekişmenin bugün hâlâ neden sürdüğünü anlayamamıştır. Pir Sultan Abdal’ı çağcıl bir düşünce içinde yorumlayan Aziz Nesin, yeni bir topluma uyum sağlama özlemini dile getirmiştir. Nice dindar görünen belki de dinsiz sayılır. Kimin nasıl bir gönül eğitiminden geçtiği bilinmez. Aziz Nesin “konu mankeni” haline getirilerek her türlü kışkırtma yoluna gidildi. Bir barış şenliği olarak hazırlanan “4. Pir Sultan Abdal Şenlikleri”, nice edebiyatçının hoşgörülü yaklaşımına karşın, bir AleviSünni çatışmasına dönüştürülerek “Madımak Yangını”na yol açtı. Önyargılı davranışları düzeltmek zordur. “Bir Topluöldürümün Öyküsü”; incelemelerde, tanıklıklarla, ölenlerin çevresini yakından tanımalarla, tepkilerin değerlendirilmesiyle; düşünce derinliği, duygu yoğunluğu içinde bir kitapta toplanınca, tarihe tanıklık yapan bir belge olarak kalmıştır. “Bir Topluöldürümün Öyküsü”nü anlatan Sıvas Kitabı’yla Sıvas Katliamı Davası’nı hazırlayan Şenal Sarıhan’ın, duruşmaları tutanaklar, yazışmalarla belgeleyen kitabı birbiriyle örtüşen, bir bütün oluşturan iki önemli kitap (Madımak Yangını, Sıvas Katliamı Davası, Cilt III, Ankara Barosu İnsan Hakları Komisyonu Yayını, 2002). “Adalet mülkün temelidir” diyoruz ya, Şenal Sarıhan da “Laiklik, ulusal egemenliğin temelidir” diyor. İnançları tartışmanın anlamı yok. Bu çok kültürlü Anadolu toprağında hoşgörülü bir anlayış içinde birbirimize katlanmayı öğrenmeli, kültürlerimizi, inançlarımızı barıştırarak yaşamaya alışmalıyız. “Mahalle baskısı”, “kent baskısı” diye bir şey olamaz. Değişik inanışlara eşit bir anlayışla bakan “devlet” olmalı. Devletin gücüne inanmazsak, devlet bilinci bulanıklaşırsa kargaşa başlar, iç barış bozulur. “Sıvas Topluöldürümü”; devlet bilincinin bulanıklaştığı, insanların birbirine güvenini yitirdiği, kendini yasaların üstünde gören inançlarla dengelerin bozulduğu bir ortamda, önlenemeyen bir güç olarak gelişme gösterdi. O ölüm karanlığından kurtulanlardan biri, Ali Yüce, şiirin gücüne inanıyor. Güvenlik görevlisi olmak çıkar yol değil. Yalancı, din tüccarı, kan içici bir siyasetçi olmak daha da korkunç. Şiirin gücüne inanmak insana gülünç gelebilir. Ali Yüce’nin şiirine sığınmak, belki de gerçeğin gizlerine sığınmak anlamına gelecektir: “İnsanın insanı benzin döküp Diri diri yaktığı büyük bir ülkede Küçük bir şair olmuşum ben Sözcükler ağlatmışım şiirlerimde Gülü düşleye düşleye bir ömür Dikenler koklamışım.” Ziya Gökalp’te Şarkiyatçılık/ Yücel Karadaş/ Anahtar Kitaplar/ 200 s. “Ziya Gökalp’te Şarkiyatçılık” adlı kitabında Yücel Karadaş, Türk milliyetçiliği teorisyenlerinden Ziya Gökalp’in yazılarına konu olan şarkiyatçılığın etkisi, geçmiş Osmanlı modernleşmesi gibi konuları inceliyor. Ziya Gökalp’in yazılarında yer alan sosyoloji anlayışında, TürkiyeOsmanlı üzerine yaptığı sosyolojik tahlillerde ve İslam anlayışında, bunların yanında Türklüğü Batı’dan farklılaştırmanın odağı olarak işlediği Türk harsı kurgusunda şarkiyatçı önermelerin nasıl yeniden üretildiği, bu kitabın sorunsallarını oluşturuyor. Yörük Obalarımız/ Ramazan Kıvrak/ Kendi Yayını/ 332 s. “Ecdadımızdan bize yadigar ne kalmışsa, güngörmüş, ak sakallı, çorap şapkalı Yörük dedelerinden, aş elek görmüş, eli kınalı, ak dastarlı Yörük nenelerinden öğrendiklerimi yazdım (...) her türlü sebze ve meyveyi yetiştirip insanlarımızı doyu Leyla Gencer’e ilişkin yazılarından oluşan bir seçki, kitabın sonuna eklenen ‘Ülkem beni hatırladı’ bölümünde yer alıyor. Bu yazılar ayrıca Türkiye’nin sanat dünyasının üzerindeki ‘Bizans Oyunları’na da ışık tutmayı amaçlıyor. ran milletin efendileri arasında dolaşırken (...) ne varsa anlatmaya çalıştım.” Ramazan Kıvrak, atalarından miras aldığı Yörüklüğü ve Yörük kültürünü okurla paylaşıyor. Dağılan Yugoslavya Sonrası Kosova ve Makedonya Türkleri/ Bilgin Çelik/ Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Yayınları/ 180 s. Bu çalışma Yugoslavya’nın dağılma sürecini ve bu gelişmenin Kosova ve Makedonya’da yaşayan Türkler üzerinde yarattığı etkileri değerlendirmeyi amaçlıyor. Yazar, özellikle çeşitli dönemlerde Türkiye’ye yapılan göçler, basınyayın etkinlikleriyle Türk kimliğini ayakta tutma savaşımları ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Kosova ve Makedonya Türklerinin bölgede yükselen milliyetçilik akımları arasında sıkışıp kalmalarını, karşılaştıkları sorunları, yaşadıkları sıkıntıları ortaya koyuyor. Balkanlar’a yönelik Avrupa Birliği politikasının bölgeyi önce küçük ulusdevletlere ayırmayı ve daha sonra kendi sistemi içine dahil etmeyi amaçladığını, Karadağ’ın ve Kosova’nın bağımsızlıklarını ilan etmeleri konusundaki yaklaşımları bu politikanın açık bir göstergesi olduğunu ortaya koymayı hedefliyor. Tutkunun Romanı: Leyla Gencer/ Zeynep Oral/ Doğan Kitap/ 282 s. “Tutkunun Romanı Leyla Gencer”, “La Diva Turca” diye anılan Leyla Gencer’in romanı. Yeniden yayımlanırken okurlara yeni belgeler de sunan kitapta, yazarların 1950’li yıllarda Kamâlizm (CHP Programının İzahı)/ Şeref Aykut/ Kaynak Yayınları/ 110 s. II. Abdülhamit döneminde özgürlükçü hareketlerde yer alması nedeniyle tutuklamalara ve sürgünlere maruz kalan Şeref Aykut, İstanbul Hukuk Mektebi mezunudur. Meclisi Mebusan’ın son döneminde Edirne milletvekili olur. İstanbul’un işgalinden sonra tutuklanarak Malta adasına sürgüne gönderilir, serbest bırakılınca Anadolu’ya geçer. Edirne milletvekili olarak TBMM’de takdim edilen Aykut, milletvekilliği sona erince Türk dili ve tarihi araştırmalarıyla meşgul olur. Şeref Aykut, 1936 yılında yayımlanan bu kitabında, Cumhuriyet Halk Partisi’nin programı temelinde, Kemalist devrimin üzerinde kurulduğu ‘Egemenlik ulusundur’ ilkesini inceler. aşadığımız şu sıcak günlerde aklıma sık sık iki filmden görüntüler geliyor ve bu iki filmin hikâyesi peşimi bırakmıyor. Birincisi, geçenlerde yitirdiğimiz Amerikan sinemasının en muhalif yönetmenlerinden Sydney Pollack’ın “Akbaba’nın Üç Günü”. Robert Redford’un başrolünü oynadığı bu filmi bilenler bir kez daha anımsasınlar.. bilmeyenlere ben kısaca anlatayım. CIA içinde Ortadoğu konusunda son derece eğitimli kişilerden oluşan bir birim, gene CIA içinde başka bir birimin Ortadoğu’da gerçekleştirdikleri kanlı bir operasyonun bazı silah şirketleri lehine gayet taraflı bir operasyon olduğunu ortaya çıkarmak üzeredir. Bu hiçbir kuşku duymaksızın işlerini yaptıklarına inanan eğitim biriminin bir öğle vakti kapısı açılır ve iki tetikçi içeri girip birimdeki bütün çalışanları öldürür. Filmin kahramanı o sırada arka kapıdan arkadaşları için hamburger almaya çıktığından yokluğu fark edilmemiştir. Ama hemen durum anlaşılır. CIA, elinde gayet önemli bilgiler bulunan bir çalışanını elinden kaçırmıştır. Film bundan sonra başlar. Beyaz bir Amerikalı ve bir CIA çalışanı olsa da.. artık o kişi için de ölüm Allah’ın emridir. Ve biz o kişinin inanılmaz çaresizliğini yaşarız. Tek yapmak istediği, öldürülmeden önce elindeki belgeleri tarafsızlığına inandığı bir gazeteye ulaştırmaktır. Bütün derin devletler gibi Amerikan derin devleti de silah şirketlerinin, ilaç şirketlerinin, ulaşım ve inşaat şirketlerinin çıkarları söz konusu olduğunda hiç kimsenin gözünün yaşına bakmaz.. başkanların bile... Ve filmde kahramanımız elindeki belgeleri bir gazeteye ulaştırır ama.. onun yaşayıp yaşayamayacağı bir meçhul olarak kalır. İhtimal ki, bir kazaya kurban gidecektir. Peşimi bırakmayan ikinci filmin başrolünü ise Robert de Niro ve Dustin Hoffman’ın oynadığı ve Barry Levinson’un yönettiği “Başkanın Adamları” adlı film. Seçim arifesidir, seçilmesi beklenen başkanın bir kadınla ilişkisi karşı taraf tarafından ortaya atılmak üzeredir. Bunun, büyük çoğunluğu son derece tutucu seçmen üstündeki etkisinin zayıflatılması, hatta unutturulması gerekmektedir. Ve başkanın adamları harekete geçerler. Bir Hollywood yapımcısı bularak, televizyonlar için bir savaş filmi planlamasını ve çekmesini isterler. Yapımcı şaşırır.. ortada savaş filan yoktur ama, o bir yalan makinesinin başındaki kişidir, bunu başaracaktır. Ve birden Amerikan televizyon kanallarında Arnavutluk’tan gelen ve Kanada’dan Amerika’ya sızan bir grup teröristin kanlı eylemlerinden söz edilir, stüdyolarda kotarılan sahte savaş görüntüleri kanallardan akmaya başlar. Hollywood ve Y KALE GRUBU KÜLTÜR YAYINLARI Rüçhan Oluş Arık’ın yeni kitabı çıktı Kültür Servisi Prof. Dr. Rüçhan Arık ile Prof. Dr. Oluş Arık’ın yazdığı ‘Anadolu Toprağının Hazinesi: Çini / Selçuklu ve Beylikler Çağı’, Kale Grubu Kültür Yayınları’ndan çıktı. Selçuklu ve Beylikler döneminde çininin ele alındığı kitapta, kazılarda yeni bulunmuş pek çok çini örneği ilk kez yayımlanıyor. Selçuklu ve Beylikler Devri Çinilerinde Malzeme, Teknik ve Fırınlara Dair Bazı Tespitler, Çininin Tarihçesine Kısa Bakış, Anadolu Selçuklu ve Beylikler Dönemi Dini ve Kamusal Yapılarında Çini, Selçuklu Devri Levha Çinilerinde Form, Duvar Kaplama Tasarımlarına Yönelik Tespitler ve Fırınlama Sonrası Yapılan Bazı İşlemler, Kubad Abad Selçuklu Çinilerinin Bileşimi ve Teknolojisi, Anadolu Selçuklu Saraylarında Çini başlıklı bölümlerin bulunduğu kitapta, Cardiff Üniversitesi profesörlerinden Prof. Dr. Ian C. Freestone, Prof. Dr. Zehra Yeğingil, Yard. Doç. Dr. Muharrem Çeken ve Dr. Rüstem Bozer’in de yazıları yer alıyor. Türkçe ve İngilizce olarak iki ayrı dilde basılan kitabın İngilizce çevirisi WordSmith Advertising, Jonh Ash, Mirabeau Higgins ve Daniel Auger tarafından yapıldı.