Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
14 C Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nın “Töre ve Namus Cinayetleri” raporuna göre, son beş yılda öldürülenlerin sayısı binden fazla. Mağdurların çoğu kadın, çünkü “namus” kadın demek! Ölümden kaçmayı başaranlar, kendilerine yeni bir hayat kurmaya uğraşıyor, ancak bu hiç de kolay değil. röportaj YANSIMA OSMAN İKİZ 11 TEMMUZ 2008 CUMA Avrupa’nın Yahudileri CUZ İŞGÜCÜ REKABETİ Şirketler rekabet yüzünden maliyetleri düşürmek zorunda. Dikkat ederseniz bütün Avrupa ülkelerinde nitelikli yeni göçmen işçi gereksiniminden söz edilmeye başlandı. Oysa her taraf işsiz dolu. Dışardan işçi getirmeden önce ülkedeki işsizleri ihtiyaç duyulan alanlarda istihdam edilmek üzere kurslardan geçirilmesi gerekmiyor mu? Artık değil, çünkü sosyal devlet anlayışı çöpe atıldı. Onların derdi dışardan ucuz işgücü getirmek. İçerdekiler de Marx’ın tanımladığı gibi yedek ordu olarak el altında tutulacak. Tabii ki bundan en büyük darbeyi yiyecek olanlar yabancılar. İşssizlerin giderek bütün sosyal hakları kısıtlanacak. Geliri sosyal yardım düzeyine düşmüş bir yabancı ne yapar? Muhtemelen, kendi ülkesine dönmeyi düşünür. Bekleyelim, görelim. Küresel talan ekonomisi ve yeni liberallerin sosyal devleti yıkma operasyonu bir yana küresel ısınmanın sonuçları da Avrupa’daki yabancıları zor durumda bırakacak. Devletler 2030 yıl sonrası için hazırlanmaya başladı. Hastanelerin bugünkü haliyle, kriz anında herkese hizmet veremeyeceği hesaplanıyor. Milyonlar kuraklık bölgelerini terk edip Avrupa’nın kapılarına dayanınca ne yapılacak? Seller ve kuraklıkların büyük bir gıda sorununa yol açacağı yolundaki tahminler korku senaryolarını hatırlatıyor. Bu koşullarda ve milliyetçiliğin hızla tırmandığı Avrupa’da Türkler huzur içinde yaşayabilecek mi? ÜRKLER GÖNDERİLECEK Aşırı sağcı Alman Milliyetçi Demokrat Partisi (NPD)’nin Başkanı Udo Voigt’un, mayıs sonunda Bamberg’deki kongre salonunda kürsüden söyledikleri 1930’ları hatırlatıyor : “Biz bütün insanların aynı değerde olduğuna inanmıyoruz. Herkesin toplumdaki yeri ayrıdır.’’ “Birarada yaşama anlayışımız Türkleri kapsamıyor. NPD’nin iktidarında bunlar ülkeyi terk edecek. O güne kadar da entegrasyonu önlemek için çalışılacak. Örneğin Alman çocukları, Türk çocuklarıyla aynı okula gitmeyecek.’’ Bundan daha açık ırkçılık olur mu? Çok tuhaf şeyler oluyor şu Avrupa’da. Irkçılık yasak ama ırkçılık yapmak serbest. İfade özgürlüğü en temel hak ve özgürlüklerden biri ama Faruk Şen bu özgürlüğü kullanınca tu kaka. osman.ikiz?tele2.se ay tal a z pÖ e yn Ze : n se De rof. Faruk Şen, Türklerin Avrupa’daki durumunu “Avrupa’nın yeni Yahudileri’’ diye tarif edince kıyamet koptu. Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı (TAM) Yönetim Kurulu, Faruk Şen’i görevinden uzaklaştırmak için derhal düğmeye bastı. Şaşılacak birşey yok. Ne de olsa en iyi savunma saldırıdır. Hazretlerin zayıf noktalarına dokununca, ayıplarını yüzlerine vurunca demokratlığı falan bir anda unutuveriyorlar. Yönetim Kurulu Başkanı Fritz Schaumann’ın açıklaması kendilerinden olmayanlara hangi gözle baktıklarını anlatması bakımından iyi bir örnek: “Onun görevi Almanlarla, Türklerin daha iyi diyalog kurmalarına katkı sağlamak. Faruk Şen’in, hem Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı, hem de vakfın çalışmalarına zarar vermesine müsamaha gösterilmeyecektir.’’ P U LÜK SANSÜRCÜ ÖZGÜR Ya biri beni tanırsa... Esra AÇIKGÖZ aşbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı töre ve namus cinayetleriyle ilgili bir rapor yayımladı. Rapora göre, son beş yılda binden fazla insan töre ve namus cinayetine kurban gitti. Yine rapora göre sadece İstanbul’da her hafta en az bir kişi bu yüzden öldürülüyor. 2007’de bir önceki yıla göre neredeyse iki katına çıkan cinayetlerin yüzde 30’unun gerekçesi ise “namus”, mağduru da kadınlar. Bir o kadar kadın hatta daha fazlası da öldürülme korkusuyla yaşıyor, aileleri izlerini bulamasın diye şehir şehir sığınma evi geziyor. Konuştuğumuz beş kadından dördü, şimdilik Kadıköy Belediyesi’nin sığınma evinde misafir. Adları da, fotoğrafları da bu haberde yer almayacak, onlara biz birer isim vereceğiz, çünkü onların kimliklerine dair gerçek bir bilgi, ölüm demek… Yaşları 22 ile 35 arasında değişiyor, farklı farklı kentlerden çıkmışlar yola, Edirne, Diyarbakır, Mardin, İzmir… Kimi babasının, kimi kocasının, kimi ağabeyinin şiddetinden kaçmış. Sığınma evinde psikolojik destek, okumayazma, bilgisayar eğitimi alıyorlar. Tek istekleri kendilerine ölüm korkusu yaşamayacakları bir hayat kurabilmek ve çalışmak. Sonrası için herkesin bir planı var; çocuklarını yanına almak, annesini kurtarmak, başka kadınlara yardım etmek... “Anlatacak bir şey yok ki” diye başlıyor konuşmasına Feriha “anlatsam ne olacak”. Acısı da, kızgınlığı da çok taze, gözündeki morluklar bile iyileşmemiş daha, iki aydır sığınma evinde. Bir yaşında tanışmış şiddetle; babasını annesinin amcası öldürünce, annesi evden sürülmüş, cinayetin cezasını çekmek ona ve dört kardeşine kalmış. Babaannesi, annesini hatırladığı için ablasının bacaklarını sobada yakmış, onları demir çubukla dövmüş, zincirlerle bağlamış, kızgın şişler bastırmış. “Gözümü açtım nenemin işkenceleriyle B tanıştım, öyle işkence yapıyordu ki” derken sözü boğazında düğümleniyor. On yaşında en büyük ablası, on ikisinde diğeri başlık parası karşılığında evlendirilmiş. Dokuzundayken, on ve sekiz yaşındaki iki erkek kardeşiyle evde yalnız kalakalmış. “Öyle yoksulluk yaşadık ki, o yaşta ölmek için ilaç yuttum, sekiz gün komada kalmışım… Daha çocuk yaştayız, kardeşlerim evden çekip İstanbul’a gittiler. Bu kadar işkenceyi atlattım, bundan sonra durmadan çalışır, geçinirim dedim, tarlalarda çalıştım. Baliye alışan ağabeyim, arada gelip, biriktirdiklerimi alıyordu. Askerdeyken de ben baktım. Döndüğünde iyiydi, sonra amcamın bir akrabasıyla evlendirildi, yeniden sorunlar başladı, beni tarlada çalıştırıyor, evin hizmetini yaptırıyorlardı” diyor. Evden kaçma nedeni ne çalışmak, ne de dayak, gözleri en çok kendisine edilen küfürleri, hakaretleri anlatırken doluyor. “Yaşamışım ne fayda, içim öldü” diyor, “Amcam, bir gün kafama silah dayayıp, tarlada çalıştığım kazançla kurduğum evden atmaya çalıştı beni. Mahalleli, polis çağırmasa öldürecekti. Şikâyetçi oldum, beni kadın konut evine yolladılar, onu cezaevine.” Altı ay ailesiyle hiç görüşmemiş, ama amca oğullarının ölüm tehditleri devam etmiş. Ağabeyi çağırınca eve dönmüş, “Korkudan eve giremiyor, ablamda kalıyordum. Eve gittiğim bir gün, amcamın oğulları kapıya dayandı, beni arabaya bindirmeye çalıştılar, mahalleli kurtardı. Karakolda komiser o senin amcan bir şey olmaz, yine şikâyet edersen daha kötü olabilir, dedi. Yine de şikâyette bulundum, çünkü artık ne korku, ne acı hissi kaldı bende” diyor. Kardeşi İstanbul’a çağırınca, uzaklaşmak iyi olur diye kabul etmiş. Ağabeyi gelene kadar her şey iyiymiş, sonrasını ondan dinleyelim: “İstanbul’da ne işin var, şerefimizle oynuyorsun diye beni öyle dövdü ki, kafam kırıldı, yüzümün her tarafı mosmordu, bütün vücudum yara bereydi, izleri daha yeni yeni geçiyor ama onlardan da öte, öyle çirkin kelimeler söyledi ki, artık yüzüne bakamıyorum, midemi bulandırıyor. Gerçekten kötü bir şey yapmışım gibi kendimden utanmaya başlamıştım... Çeke çeke sen de acımasız oluyorsun, artık hiçbir şey hissetmiyorum, bazen nefes bile alamıyorum. Tutturmuşlar namus namus… Nedir bu? Hiç sevgilim olmadı, hiçbir erkekle görüş GÜLDÜNYA GİBİ OLMAK İSTEMİYORUZ Bedriye (22 yaşında) Annem babama amcasının karşılığında verilmiş, babam annemi de bizi de çok döverdi. Para karşılığında beni 20 yaşımdayken 35 yaşındaki bir adama verdi. On ay dayanabildim, cinsel istismarlar anlatmak istemeyeceğim boyuttaydı. Şiddetin her türlüsünü gördüm. Babama boşanmak istediğimi söyleyince, mosmor yapana kadar dövüp kocama yolladı. Öyle dayanılmazdı ki işkenceleri, bir gün nereye gideceğimi bile bilmeden evden çıktım, kötü yola düşmeyi bile göze almıştım. Yolda tanıştığım bir kadın İstanbul’da izini kaybettirirsin dedi, İstanbul’a geldim. İlk gece otelde kaldım. Ertesi gün yengemi aradım, babamın beni öldüreceğini, yardım istememi söyledi. Böylece sığınma evine kadar geldim. 1.5 yıldır buradayım. Kocamdan boşandım, ancak babam ve 24 yaşındaki erkek kardeşim her yerde beni arıyor. İlköğretimi bitirme sınavlarına giriyorum. Biz Güldünya olmak istemiyoruz, toprak olmak istemiyoruz. Biz de bir hayatı hak ediyoruz. medim, kardeşlerime ben baktım, peki ben bunları niye çekiyorum?” Başına gelenlere anlam veremeyen sadece Feriha değil, Neriman da aynı durumda; “Bizi komşulardan borç istemeye yollarken, temizliğe yollayıp kazandığımızı elimizden alırken, hiç namustan söz etmiyorlar, ama bizi dövmelerine karşı çıkınca namussuz oluyoruz.” Önce babasından, babası ölünce de ağabeylerinden dayak yemiş. Çareyi evlenmekte görmüş, bir yıl sonra bu sefer de kaynanasının ve kocasının şiddetiyle karşılaşmış, aile evine geri dönmüş. Ağabeyinin annesinin üstüne bıçakla yürümesi bardağı taşıran son damla olmuş, bir sabah annesini ve iki kız kardeşini alarak, sosyal hizmetlere başvurmuş. İki yıldır sığınma evlerini geziyor, annesi ve kız kardeşi başka şehirdeler. Ağabeyleri hâlâ peşinde. Kocası, boşanmayı kabul etmediği gibi, “seni daha çok mahvedeceğim” diye tehditlerine de devam ediyor. Selma için de öldürme kararı çıkmış. Dokuz yaşında, amca dediği bir adamla evlendirilmiş, ilk gece kocasının tecavüzüne uğramış, üç ay yerinden kalkamamış. Evine kaçtığında babası dayak atıp, kocasına yollamış. On yaşında ilk çocuğunu doğurmuş, on birinde ikincisini, on üçünde üçüncü oğlu doğmuş. 20 yılını böyle geçirmiş. Sonra gözaltına alınmış, işkence görmüş, tecavüze uğramış. Ailesinin ölüm kararı almasının nedeni de bu tecavüz yüzünden “namuslarının lekelenmesi”. Aileden bir kadının sayesinde öldürüleceğini öğrenmiş, kaçmış, kadın dernekler ve gönüllülerin yardımıyla şimdi kendi hayatını kurmaya çalışıyor. Bu yüzden çok acil bir işe ihtiyacı var. Ailesi onu yurtdışında biliyor, ama o yürürken hep arkasını kontrol ediyor, bir tanıdıkla karşılaşacak diye çok korkuyor. En büyük korkusu da, şimdi 20’li yaşlarda olan üç oğlunu peşine takmaları. Oysa tek isteği bir iş bulup, onları da yanına almak, sonra da kendisi gibi kadınlara yardım etmek. Üsluba bakın. Buram buram küstahlık kokuyor. Dahası, bu ne biçim ifade özgürlüğü anlayışıdır. Bir akademisyen kariyeri boyunca üzerinde çalıştığı konu hakkında yönetim kurulunun hoşuna gitmeyecek birşey söyleyemeyecek midir? Hep canım cicim edebiyatı mı yapılacaktır… Yönetim kurulu başkanı sansürcü bir anlayışı açığa vuruyor. Aslında böyle düşünen sadece o değil. Avrupa’nın her tarafında aynı anlayış, aynı bakış açısı geçerli. Hollanda’da partisinin listesinde seçilebilir bir sıraya yerleşen Türk kökenli milletvekili adayına da “Ya Ermeni soykırımını kabul edersin, ya çekilirsin’’ dayatması yapılmadı mı? Faruk Şen, çok isabetli bir benzetmede bulundu. Stresli yaşam, günlük kargaşa içinde kimse geleceği düşünemiyor. Oysa Avrupa’nın üzerinde kara bulutlar dolaşıyor. Yeni faşizm bulutları karartıyor Avrupa’yı. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudiler, Çingeneler, Komünistler darbe yedi. Avrupa’nın günümüzdeki Yahudileri ise Türkler ve Müslümanlar. Türkler bugün ikinciüçüncü sınıf insan muamelesi görüyor. 2030 yıl içinde durum çok daha kötü olacak. Gaz odaları falan kurulacak değil. O vahşet geride kaldı. “Avrupa’nın yeni Yahudileri’’ ifadesini birkaç defa ben de kullandım. Sonuncusu 20 Haziran 2008’de bu sütundaydı. Yeni liberal politikaların Avrupa’yı nereye götürdüğünü, vahşi pazar ekonomisinin, acımasız rekabetin sarsıcı sosyal sorunlara yol açacağını sağduyulu liberal iktisatçılar bile söylüyor. Peki krizde kim altta kalacak? T u sıralarda okuduğum kitaplardan biri Thomas Paine’in “Sağduyu”suydu… Kitap değil kitapçık demek belki daha doğru. Elimdeki Türkçe çeviri (Lotus Yayınevi, çev. M. Macit Kenanoğlu), sanırım sayfa sayısı biraz daha çoğalsın diye küçük bir cep kitabı boyutunda basılmış olmakla birlikte yine de yüz sayfayı ancak aşıyor. Küçük oylumuna karşın konuyla ilgili herkesçe bilinen büyük öneminin nedenini “Sağduyu”yu (İngilizcesi “Common Sense”) okumaya koyulur koyulmaz anlıyorsunuz… Akıl, zekâ, bilgi, espri gücü, inanç, öfke, kanıtlama yeteneği, hepsi bir arada… Kitabı okurken Mustafa Kemal’in okuduğu kitaplar arasında Paine’in yapıtı da var mıydı diye düşünmekten kendimi alamadım… Çünkü “Söylev”de Thomas Paine’kine benzer bir ses tonu duyumsadığımı anımsıyorum… Amerika’nın İngiltere’ye karşı bağımsızlığını, bu bağımsızlığın gerekliliğini, zorunluluğunu, kaçınılmazlığını, ateşli, inandırıcı, etkileyici bir dille, yadsınamaz kanıtlarla savunan Thomas Paine’in kimi saptamaları, İngiliz mandacılarına karşı yönelttiği ağır suçlamalar bizim yakın tarihimizde de önce mandacılara, günümüzde de küreselcilere karşı aynı üslup ve içerikle Ş CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU pek uygun düşmektedir. Küçük bir alıntıyla yetinelim: “BAĞIMSIZLIK, YALIN, BASİT BİR KANUN olarak kendi içimizde mevcuttur.(…) …dışa bağımlı olma durumunda, ticareti sınırlı, yasama gücü kıstırılıp prangaya vurulmuş hiçbir ulus, maddi bir başarıya ulaşamaz…” Şimdi, Paine’den ödünç alarak, “sağduyu” kavramını günümüz Türkiye’sinde yaşanmakta olan bazı başka olgulara da uyarlayalım… Bunlardan ilki, Sıvas katliamının 15. yıldönümüyle ilgili olsun… Sıvas’ta katledilenlerden birinin 12 yaşında bir çocuk olduğunu unutmuyoruz… Araştırmayı biraz daha ileri götürerek şu sonuca ulaştım: 2 Temmuz 1993’teki yobaz sürüsünün katlettiği 33 kişiden 9 tanesi 20, 16 tanesi 25 yaşın altında… Demek ki caniler, seçkin sanatçı ve yazarlarımızın yanı sıra toplam 25 çoluk çocuk, ergen, genç insanın katili olmakla da övünebilirler… Peki siz bu acılı yıldönümüyle ilgili olarak günümüzün cumhurbaş Sağduyu kanı, başbakan, adalet bakanı vb. olan zevattan herhangi bir demeç okuyup işittiniz mi? Soru şöyle de sorulabilir: Bu gibi kimselerden, böyle bir konuda, ciddi, samimi bir çift kınama, üzüntü sözü beklenebilir mi? Soruyu sağduyu yanıtlayacaktır. Şimdi de “Ergenekon” ve “sağduyu” sözcüklerini bir araya getirerek düşünelim… Emekli generallerin gözaltına alınmasının nedeni, üniformalı dönemlerindeki mi, yoksa sonraki eylemleri midir? İlki ise, neden o sırada gözaltına alınıp yargılanmadılar? O dönemde herhangi bir darbe vb. girişimi söz konusu olmadığına göre, acaba neyle suçlanıp yargılanacaklar? Tavırları, bilinen kişilikleri, düşünceleri, kendi aralarında düşünce alışverişleri nedeniyle mi? Suçlama konusu geçmişe değil de emeklilik dönemlerine ilişkinse, seçkin kişilikleriyle tanınan emekli generallerin, aynı seçkin kişiliğe sahip gazeteciler, işadamları, profesörler ve bu arada sıradan katillerle işbirliği içinde darbe hazırladıkları nerede görülmüştür? Bütün bunları, umarım ki gecikmeksizin anlayacağız... Ama sağduyu bu ve benzer soruları sormaktan geri kalmayacaktır… Çıkarları kargaşadan yana olanlar sağduyunun sorularından rahatsız olurlar… Bugün ülkemizde görülüp yaşanan tam olarak budur. Dışarıdaki birtakım medyanın dünyaya sunduğu Türkiye imgesi, ülkemizin ne uzak ne yakın tarihiyle, ne de bugünüyle bağdaşıyor. Bütün insanlık tarihinin en büyük, en anlamlı devrimlerinden birini gerçekleştirmiş olan Türkiye, yanıltıcı ve çarpıtıcı bir aynada, çapulcuların, katillerin, komplocuların ülkesi olarak yansıtılıyor… İçerdeki bir kısım medya bu çarpıtmaya çanak tutuyor, hizmet ediyor ve ülke giderek sağduyudan uzak, akılların karıştırılıp zihinlerin bulandırıldığı bir kaosa sürükleniyor… Bu kaos kimin işine yarayacak? Türkiye’nin mi? Demokrasinin mi? Yoksa laik, bağımsız Türkiye Cumhuriyetini “ılımlı”, “bağımlı” bir Ortadoğu İslam toplumuna dönüştürme yolunda inatla ve ısrarla ilerlemekte olan kişi ve çevrelerle onların içerdeki yandaşları ve dışarıdaki destekçilerinin mi? Sağduyu bütün bu soruları soracak ve pek de güç olmayan yanıtlarını bulacaktır… ataolb?cumhuriyet.com.tr HAVA KİRLİLİĞİ SEVİYESİ STANDARTLARIN ÜSTÜNDE Pekin sınıfta kaldı Çeviri Servisi Organizasyona ev sahipliği yapacağı açıklandığı günden beri zayıf insan hakları karnesi ve hava kirliliği nedeniyle eleştiri bombardımanına tutulan Çin’in başkenti Pekin’in, 8 Ağustos’ta başlayacak olimpiyatlara bir ay kala hava kalitesi açısından uluslararası standartları tutturamadığı iddia edildi. Yaz başında birçok fabrikada üretimi durduran Çinli yetkililer, hava kirliliği değerlerinde düşüş gözlendiğini ve bunun bir zafer olduğunu açıkladı. Ancak BBC’nin yaptırdığı bir test, Dünya Sağlık Örgütü’nün öngördüğü standartlara ulaşma sözü veren Pekin yönetiminin bunu başaramadığını ortaya koydu. BBC’nin haberinde “Yedi günün altısında ‘PM10’ diye bilinen değerlerdeki uluslararası standardın üstünde bir kirlilik var” ifadesi yer aldı. Çinli yetkililer ise İngiliz yayın kuruluşuna, yoğun trafiğin başlıca nedenlerinden biri olduğu hava kirliliğiyle mücadeledeki hedefi tutturmak için hâlâ vakit olduğunu, trafiğe çıkan araç sayısına kısıtlama getirip inşaatları da durduracaklarını açıklayarak yanıt verdi.