Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
30 MAYIS 2008 CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY C 7 Yağmur damlalarının, çiçek kokularının müziği... Hatice TUNCER Müzik dünyasının sıradışı bir yolcusu Mircan. Duygulu sesi ve doğaçlamalarıyla “Bizim Ninniler”, “Kül” ve “Sâlâ” albümlerinde yolu Anadolu’dan, Doğu Karadeniz’den daha kuzey ülkelerinin caz tınılarına doğru uzandı. Oralarda biraz daha kaldı ve şarkılarını İngiltere’nin Bristol kentinden doğaçlama caz grubu Limbo’nun eşliğinde söyledi. Mircan, yeni albümü “Nominosum”da kendi melodilerini, Mevlana’nın şiirleri, Carl Gustav Jung’un felsefesi, doğanın sesini cazın sınırsız dünyasında buluşturuyor. Mircan ile Bebek sırtlarında bir giriş katında bulunan, kedilerinin dolaştığı ofisinde buluştuk. Küçük bahçesinde kendi yetiştirdiği güller, “Son zamanlarda beni hiçbir şey bir çiçek kadar heyecanlandırmıyor” sözlerini doğruluyor. Deprem ve inşaat mühendisliği ile müziği bir arada yürüten Mircan, her iki alanda da kendi şirketlerini kurarak özgür çalışma ortamı yaratmış. Bir İtalyan firmasının Türkiye temsilciliğini yapan Mircan, İstanbul’daki köprü ve viyadüklerin depreme karşı güçlendirilmesinde kullanılan cihazların tasarımı işinde çalışıyor. İstanbulAnkaraEskişehir arasındaki hızlı tren projesinde de aynı konuda çalışmalar yürütüyor. “Kül” albümünü “Kül ve Ashes” adıyla bazı yeni teknik düzeltmelerle kendi şirketi UCM’den yeniden yayımlayan Mircan, “Numinosum” ile aynı anda önümüzdeki aylarda piyasaya çıkarmayı düşündüğü daha etnik tarzdaki “Outim” albümünün kayıtlarını da yaptı: “Galiba kafamın içinde otomatik bir sistem oluşmuş. Bir gün içinde biri kapanıp biri açılarak seyrediyor. Uyku sırasında da böyle oluyor. Sabah uyanıp doğrudan bilgisayarın başına oturup bir sorunu çözdüğüm oluyor. Veya bir sabah kafamda bir şarkının çatısı kurulmuş olarak uyanabiliyorum. Hayattan bunaldığımda kaçtığım yer müzik. Mühendislik yaparken de kafamın içinde hep müzik dönüyor aslında.” konuda çalıştığını görmüş ve yazışmaya başlamışlar. Zamanla internet üzerinden birbirlerine müziklerini göndermeye başlamışlar. “Sâlâ”nın miksaj işlemleri için Bristol’e giden Mircan, Roger Mills’in trompet çaldığı Limbo adlı doğaçlama caz grubundan çok etkilenmiş ve dönüşte hemen yeni bir albüm için ön hazırlıklarını tamamlamış. Yeniden gittiği Bristol’de “Numinosum”, Limbo grubunun eşliğinde canlı konser gibi anında çalınarak kaydedilmiş. ÜNYA BASININDAN ÖVGÜLER Mircan, şarkıları İngilizce yazıp söylemesini “Albümü sadece Türkiye için değil dünya için yapıyorum. Dünyanın birçok ülkesindeki müzik otoritelerinden de çok güzel, destekleyici yorumlar geldi” sözleriyle açıklıyor. Avrupa ülkelerindeki dağıtımcılarla iletişime geçtiğini, albümlerinin internet üzerinden dünyaya satışının yapıldığını anlatıyor. Gerçekten de Mircan’ın albümleri dünya müziği konusunda yayın yapan dergilerde kendi alanında bir numara gösterildi. Folk Root dergisi, “Sâlâ” albümüne ilişkin övgü dolu yazılara yer verdi. İki Tarzı Siyaset? kiye’deki küçük partinin, DTP, bunun tam tersi bir işleve oynadığı, böyle bir tutumu yegane gerçekçi politika saydığı gözleniyor. Emperyal başkentler nezdinde en az AKP kadar desteğe sahip DTP, belki bir de bu nedenle, Türkiye’deki geniş halk yığınları üzerinde kendine biçtiği ve propaganda ettiği misyonun tam tersine son derece gerginleştirici, sıkıştırıcı bir rolü üstlenmiş oluyor. Soldan uzaklaştığı, hatta yönetim katında artık açıkça nefret ettiği için bu, böyledir. Oysa Sol Parti, Almanya’nın bütünsel kaderine el koymakta kararlı; belki Lothar Bisky veya Gregor Gysi için değil, bunları bizdeki Baskın Oran veya Murat Belge ile karşılaştırmak daha doğrudur, ama Lafontaine için kesinlikle böyle bu. Dolayısıyla Lafontaine ağırlığını içeren Sol Parti, her şeye rağmen, bir kesim solun kolektif ve emek yanlısı aklını temsil ediyor; başarısını oraya bağlamak gerekir. Bu siyasetin Almanya gibi bir derdi var. Diğeri, demiştik: Türkiye’deki DTP, taban bulmak ve yitirmemek adına sadece etnik yaraları kaşıyarak “piyasada” yer tutmaya çalışan, dincilikle flört etmeyi, AKP şakşakçılığını demokrasi diye satan, ülkenin gerçekten sol ve ortak kurtuluşunu da hayalcilik bile saymayacak kadar “kendi zenginlerine” meftun bir topluluktur. Bu siyasetin Türkiye gibi bir derdi yok. Demek ki, içlerindeki bütün benzerliklere rağmen, Sol Parti ile DTP’yi birbirine benzetemiyoruz. Sol bakış bunları birbirinden ayırıyor, hatta karşı karşıya düşürüyor. Çok mu ağır konuştuk? Haksızlık mı ediyoruz? Neden? Türkçülük gibi bir korkunç ideolojiyle orta yerine bomba bırakılmış bir ülkenin selametini, aynı ülkenin orta yerine Kürtçülük gibi bir bomba bırakanlar mı sağlayacak yani? Onu mu söyleyelim? Biri diğerinden farklı değil. AKP’nin gölgesi çok. Kendisi bir gölge bu partinin, DTP başta olmak üzere birçok sektörde yığınla gölgesi var. Ellerimizden göz göre göre kayan bir ülkedir Türkiye. 1919’daki Osmanlı’dan farkı kalmamış gibidir. Her gelen, bir parça daha koparmaya çalışıyor ve bu böyle devam edecek. Aydınların ve aydınlanmış emek güçlerinin dışında hiçbir şey dünyanın somut sorunlarının üstesinden gelemez artık. Almanya’daki Sol Parti içinde kuşkusuz Türkiye’deki DTP ve benzerlerine yakışacak çok yönetici var, kabul, ama yine de genel çizgisi Türkiye’dekiler kadar maceracı değildir ve sol bir aklın son tahlilde öne çıktığını görüyoruz. Biraz kapalı oldu; ama ne demek istediğimizi ileri zamanlarda yeni örneklerle açarız. Yalnız bir şeyi iyi bilelim: Almanya ve Türkiye, sonuçta, kirli bir kaderin birbirine paralel iki yüzünü oluşturuyor. Yüz yılı aşkın bir süredir üstelik... cutsay?gmx.net D LIMBO’DAN FARKLI TAT Mircan’ın “Numinosum” albümünü birlikte hazırladığı İngiliz doğaçlama caz grubu Limbo’nun müziği ile “Sâlâ” albümünün kayıtları sırasında tanışmış. İnternette Megrel kültürü üzerine arama yaparken Roger Mills adlı Avustralyalı müzikolog ve müzisyenin bu Her şey geçmişte saklı Fotoğraflar: UĞUR DEMİR lbüme adını veren “Numinosum” parçasına Muammer Ketencoğlu’nun usta akordeonuyla ağır ağır giriliyor. Mircan, “Akordeon burada karanlığın ve yağmurun içinde yanıp sönen bir ışığı temsil ediyor” diye anlattığı şarkıyı, gördüğü bir rüyanın etkisiyle yazmış. “Numinosum” İsviçreli psikiyatr, felsefeci Carl Gustav Jung’un eserlerinde çok kullandığı ruhbilimsel bir terim. Mircan, Nominosum’u Jung’un etkisiyle “Bir insanın kendisini, geçmişi, ataları, geldiği topraklar, bilinç dışına ittiği bütün duygularıyla, tarifleyebilmesiyle gerçekleşebilecek bir bilinç” sözleriyle anlatıyor. ERTENKELELER BİLİYOR’ Bu felsefeye uygun olarak Mircan bütün parçalarına doğanın seslerini, çocukluğunda yaşadığı düşsel dünyayı ve aşkları şarkılarına taşımış: “Parçalar yağmurla bağlansın istedim. Bahar yağmurları... Oradan toprağın kokusunu alsın insanlar. Hani kokulu bir albüm yapmak! Yağmur yağınca toprak ve çim kokusu duyarsınız, böyle bir şey, koksun istedim albüm. Buram buram çimen koksun, toprak koksun, çiçek koksun...” A ‘K Enstrümansız, yağmur damlalarının çıkardığı sesler eşliğinde okuduğu “WaifKimsesiz Çocuk” şarkısını Amerikalı 19. yüzyıl şairlerinden Mr. Longfellow’un şiirinden henüz 21 yaşındayken bestemiş. “Lizart KnowKertenkeleler Biliyor” parçasında aşkların “biri bizi gözetliyor” halinde yaşanmasına gönderme yapan Mircan, aşkın sır olarak kaldığında yaşanabileceğini ifade ediyor ve kertenkeleleri “şahit” gösteriyor: “Bu albümde insanın bağrını deşen türden, acıyı daha pozitif bir şeye dönüştürmek istedim. O acılardan bize kalan şeyin yaşam dolu bir hüzün olması lazım. Yaşadığımız şey ne olursa olsun, geriye kalanın kin ve nefret tohumları olmaması gerekiyor. Aslında bitmiş olan bir aşkı anlatıyor, ama asla arabesk bir tutum yok, yaşam devam ediyor. Kertenkelelerle, sardunyalarla bir sohbet, ama suçlama yok.” Limbo grubu, albümün üçüncü sırasındaki “Tonight I Long For RestBu Gece Huzuru Özlüyorum” şarkısıyla davul, bas, piyano, gitar, klarinet, trompetlerle tam kadro devreye giriyor: “Yaşadıkları coğrafya, beslendikleri kültür, her şey çok farklı olduğu için benim müziğime de çok farklı bir tat kattılar. Türkiye topraklarında yaşayan, burada beslenen bu tarz bir çalışma esasında yok. Önceki albümlerle de hiç alakası yok. Her albümün mutlaka bir sıçrama özelliği taşıması gerekiyor bana göre. Kendimi tekrara düşüyorsam yeni bir albüm yapma ma hiç gerek yok.” AŞKIN EN GÜZEL TARİFİ Mircan’ın sadece melodilerle vokal yaptığı “WordlessSözsüz” parçası, Mevlana’nın İngilizceye çevrilen “You Are Not a Single YouYalnız Değilsin Sen” şiiriyle devam ediyor: “Dinleyiciyi ve kendimi büyülü bir ormanda yolculuğa çıkarma duygusunu hissettim. Kadın kaybolduğu sırada bir ses, Mevlana’nın ‘Yalnız değilsin/Sen gökyüzüsün ve denizsin’ şiirini okur ve çıkışa götürür. ‘ToTake a Step Without Feet’ parçası da Mevlana’nın şiirinden. Mevlana, aşkın ayakların yerden kesilmesi olduğunu söylüyor bu şiirinde. Mevlana’yı hep tanrısal aşktan bahseder diye düşünüyoruz, ama bu şiirini dünyevi olanla da çok bağlantılı gördüğüm için kullandım. ‘Water and WineSu ve Şarap’ta söylediği sözler tamamen dünyevi, sevgiliye yazılmış, aşkı çok güzel tarifleyen şiirler.” “Silence in CxalaCxala’da Sessizlik” şarkısında kuş ötüşleri, su sesleriyle Artvin’in Borçka ilçesinde doğduğu köye uzanan Mircan, John Cage’in “4.33” parçasındaki “sessizliği dinleme” felsefesine bir gönderme yapıyor: “Gerçek anlamda bir sessizlik yoktur aslında. Benim çocukluğumda sessiz kaldığımda duyduğum sesleri bu parçaya koyduk. Sessizliğin bir tür şarkı olduğunu söylemeye çalıştım burada. En çok sevdiğim müzik sessizlik.” lman siyaset sahnesinde hâlâ küçük sayılabilecek bir parti neredeyse tüm süreci belirliyor. Neden? Bu soruya yanıt vermeyelim de, bir başka soruyla devam edelim: Benzer bir oluşum, acaba Türkiye’de hiç mi yok? Eğer partileri sadece bölgesel güçleri ve ülke çapında çıkardıkları milletvekili veya aldıkları oy sayısıyla değerlendirirsek, var. Almanya’da Sol Parti, Türkiye’de Demokratik Toplum Partisi (DTP), gerçekten de gelişmeler üzerinde oy ağırlıklarından çok daha etkili sonuçlara yol açabiliyorlar. Almanya ile Türkiye, birbirine paralel gelişim çizgilerine sahip iki ülkedir. Kaderlerini geçen yüzyılın başından bu yana birbirine yapıştıran bir süreç hâlâ işlemektedir. Evet, gerçi biri zengin diğeri yoksuldur, ama böyle de olsa, yani yoksul ülke diğerinin bu zenginliğini ve demokrasisini finanse etmekle yükümlü de bulunsa, paralel yanlar dikkatle ve yakından bakılınca daha rahat görülüyor; bunlar çok fazladır. Tarihsel nedenleri var dedik, ama bu, şimdilik bir kenarda kalsın. Biz, farka dikkat çekelim: Tamam, sözünü ettiğimiz iki ülkedeki iki küçük parti, bulundukları ülkenin siyasal gündeminde gerçekten etkilidir, ikisi de bölgesel haksızlıkların ürünüdür. Benzer yanları onlardır. Fakat biri bölgesel gücünden hareketle emek merkezli politikalara yönelmiş, diğeri ise sadece etnik ve hatta şimdilerde dinci pazarlamacılığı “ekmek kapısı” saymıştır. Benzemezlikleri de burada. Görüyoruz. Ağırlıkları var, dedik: Almanya’daki Sol Parti, özellikle Oskar Lafontaine sayesinde, iktidar inadı ve geniş halk yığınları nezdinde sürekli büyüyen ikna gücüyle dikkat çekiyor; diğeri ise, DTP, emek denilen şeyi lügatinden tamamen çıkarmış durumdadır. Kürt zenginlerinin dolayısıyla Barzani ve Talabani denilen aşiret sahibi BOP görevlilerinin çekim alanında kendine yer beğenmektedir. Türkiye solunu düşmanı sayacak kadar gözü kararmış insanlar yönetmektedir. Dolayısıyla, şu veya bu emperyalist gücün yakın dönemdeki hesaplarında kendine yer beğenmekle meşgul böyle bir parti, DTP, eninde sonunda bir gölgedir. Başka türlü de söyleyebiliriz: DTP, şakşakçılığından hiç çekinmediği AKP’nin en fazla “arabıdır”, yani aynı fotoğrafın pozitifi ile negatifi arasında gidip geliyoruz. Daha açık söyleyelim: DTP, bugün AKP iktidarının belli bir etnik grup nezdindeki huzursuz gölgesidir. Peki, ne oluyor? ??? Bu soruyu yanıtlamak hem çok kolay, hem de çok zor. Sol Parti’nin Almanya’daki geniş halk yığınları üzerinde ferahlatıcı bir etkiye sahip olduğu açık. Bu etki büyüyor. Emek merkezli politikalarla iktidara yüklendikçe kitle tabanı da genişliyor. Bu anlamda, Tür A uzla tersanelerindeki işçi ölümleri bitmek bilmezken televizyonda günün sıradan haberlerinden biri: Bingöl’ün Taşlıçay köyünde 75 kişi hayatta kalma mücadelesi veriyor. Neden? Çünkü köylerinde iş bulamayan gençler, büyükşehirlere gelip bir süre “kot taşlama” denilen işte çalışmışlar ve akciğerleri geri dönülmez bir biçimde yıkıma uğramış. Çalışamaz duruma gelince köylerine dönüp ölümlerini beklemeye başlamışlar. Çoğu daha yirmili yaşlarda. ??? Kot taşlama denilen iş, hemen herkesin ayağında olan kot pantolonların kimyasal işlemlerle renklerinin açılarak ağartılması işlemi. Bu işlem için kristal silika adlı kimyasal kum tanecikleri, basınçla kumaş üzerine püskürtülüyor. Bu işlemin yapılması sırasında yoğun bir toz bulutu halinde havaya yayılan kum tanecikleri, o sırada ortamda bulunanlarca ister istemez solunuyor ve akciğerlere yerleşiyor. Bir süre sonra akut silikozis denilen, önce nefes darlığı sonra da ölüme götüren hastalık kendini T DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ ‘Kot Taşlama’da Çalışanlar Kapitalizm işte bunun için çökmeye mahkumdur. İyiyi ve kötüyü ayıramadığı için. İnsana yararlı olanla zararlı olanı ayıramadığı için. Ortada bir para, kâr gördüğü zaman, başka hiçbir şeyi gözü görmediği için... Oysa bu dünyayı para değil, çalışanlar ayakta tutuyor. Kapitalizm bunu anlayamadığı için çökmeye mahkumdur. Yurttaşlarını bu tür meslek hastalıklarından, iş kazalarından koruyamayan kamu yöneticileri işte bunun için gitmeye, toplumsal düzenler değişmeye mahkumdur. Pakistanlı ünlü tarihçi Faroz Ahmad’ın ta uzaklardan yankılanan sesi: “Türkiye Köy Enstitülerini kapatarak çağdaşlığı kaçırdı.” Çünkü Köy Enstitülerini kapatarak insanlarını iyi eğitimden de gösteriyor. Bu hastalığın hiçbir tedavisi bulunmuyor. Sonuç, kesinkes ölüm. Bu işte çalışanların, çalışabilme süreleri en fazla üç yıl. Üç yılın sonunda ölüm yolculuğu başlıyor. Ne için? Birtakım insanlar kot kumaşının doğal mavi rengini değil de daha açığını giymek istediklerinden. Ayağınızdaki pantolonun başka insanların hayatları pahasına üretildiğini bilseniz, ne yaparsınız? Acaba bu pantolonları giyenlerin kaçı, üzerlerinde taşıdıkları kumaşlarda akranlarının kanının bulunduğunun farkında? Sokakta dolaşırken çevrenize biraz daha dikkatli bakın: Ağartılmış kot giyenlerin üzerindeki yalnızca bir bez parçası değildir. Nice günahsız insanın kefenidir. üretici olabilme gücünden de yoksun bıraktı. Bingöl’ün Taşlıçay köyüne ve daha binlercesine, tarım yapabilecekleri, hayvan yetiştirebilecekleri, kendi doğup büyüdükleri çevrede geçimlerini sağlayıp hayatlarını sürdürebilecekleri olanakları yaratmak bu kadar mı zordu? Bunu başaramadıkları için gidecekler! Bingöl’ün Taşlıçay köyü nere, kot taşlama işlemlerinin yapıldığı büyükşehirlerin kenar mahalleleri nere? Kapitalizm o denli vahşi olma hakkını kendinde görüyor ki, insan hayatını kurtarabilecek en küçük önlemleri bile alma gereği duymuyor. Kot taşlama işleminin yapıldığı atölyelerde yoğun toz kontrolü yapılsa; çalışanların maske kullanması, içerdeki havanın havalandırma araçlarıyla dışarı verilmesi vb. önlemler alınabilse sonuç bu denli canavarca olmazdı. Ama canavarlık kapitalizmin özü. Masum insanların kanıyla beslenen bir canavar o. turgay?fisekci.com Eurovision’u Rusya kazandı Kültür Servisi Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da düzenlenen 53. Eurovision Şarkı Yarışması’nda birinciliği Rusya kazandı. 12. sırada sahneye çıkan Mor ve Ötesi ise ‘Deli’ parçasıyla 138 puanla 7’nci oldu. Mor ve Ötesi, tamamıyla dolu Belgrad Arena Spor Salonu’ndaki seyircilerden büyük alkış aldı. Vokalist ve solo gitarist Harun Tekin, şarkının ortalarında şarkıyı simgeleyen deli işaretiyle dikkati çekerken basgitarist Burak Güven ve gitarist Kerem Özyeğen, sıçrama hareketleriyle heyecan yarattı. Bateride Kerem Kabadayı da topluluğa eşlik etti. SMS sistemiyle yapılan oylamada birinciliği alan Rusya’dan sonra Ukrayna ikinci, Yunanistan ise üçüncü oldu. Türkiye oylamada 12 puanı Azerbaycan’a verdi. Yarışmaya ilk defa katılan Azerbaycan ise ilk 12 puanını Türkiye’ye verdi. Mor ve Ötesi grubunun gitaristi Kerem Özyeğen, yarışmayı 7. olarak bitirmelerini “kendileri için çok iyi bir sonuç” olarak nitelendirdi. Özyeğen, “Yarışmada komşu ülkelerin birbirini kollaması eminim ki etkili oldu, ama yine de biz birçok insana ulaştık ve kendi dilimizde iyi müzik yapmaya çalışan bir grubun bu renkli cümbüş içinde başarılı olduğunu gösterdik” diye konuştu. Özyeğen, beklemedikleri yerlerden Türkiye’ye puanlar geldiğini ifade ederek “Ancak Gürcistan ve Yunanistan’dan, promosyon turu yaptığımız ülkelerden puan gelmemesi beni biraz şaşırttı” dedi. Yarışmanın birincisi Rusya oldu (üstte). Ülkemizi temsil eden Mor ve Ötesi ise 138 puanla yedinci oldu.