Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler 25 NİSAN 2008 CUMA Soykırım İddiası ve Dört Boyutlu Strateji sılsız Ermeni soykırım suçlamasının bugün Türkiye’ye yönelik küresel bir tehdit boyutunu kazandığını ve Türkiye’nin dış politikasını sürekli baskı altında tuttuğunu görüyoruz. Birçok devlet bu iddiadan ülkemizin dış politikasını yönlendirmek, imajını karartmak ve ödünler elde etmek amacıyla yararlanıyor. İddialarının belgesiz, kanıtsız, tutarsız ve asılsız olmasına rağmen Ermenistan ve diyasporasının dünya kamuoyuna mağduriyetlerini inandırmaktaki başarıları, fanatik bir dürtüyle, örgütlü, planlı ve sistemli çalışmalarına dayanıyor. Kendini Türkiye’ye karşı topyekun bir savaş içinde gören ve tüm enerjisi ile varlığını bu savaş için seferber eden Ermeni tarafı; inanılmaz bir azimle, hükümetler, parlamentolar ve milletlerarası kuruluşlar nezdinde tezini kabul ettirmek amacıyla yoğun siyasi girişimlerde bulunarak; Batılı ülkelerin kütüphane raflarında yer alan çok sayıda yeni bilimsel yayınlar üreterek; Türkiye’yi ve Türkleri kötüleyen etkili sinema filmleri yaptırıp bunları vizyona sokarak; Avrupa ve Amerikan basınını etkileyen ve lehlerinde yorumlar yapılmasına yol açan uluslararası sempozyumlar düzenleyerek ve uluslararası alanda ses getiren lobicilik faaliyetleri yürüterek; uluslararası alanda esasen moral ve siyasi üstünlüğe sahip olan davasını her geçen gün daha da güçlendiriyor. Türkiye’ye gelince, son yıllarda Ermeni soykırımı iddialarını çürütmeye yönelik faaliyetlerde bir atılım görüldüğü bir gerçektir. Türk Tarih Kurumu, ATASE, ASAM ve Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü gibi kuruluşlarımız bilimsel araştırmalar yapıyor, makaleler ve kitaplar yayımlıyorlar. Bazı üniversitelerimiz ve sivil toplum kuruluşlarımız sempozyumlar düzenliyorlar. Ancak, Türkiye’nin bu faaliyetleriyle Ermeni tarafının etkinliklerini mukayese ettiğimiz zaman çok acı bir gerçekle karşılaşıyoruz. Bu da Türkiye’nin bu mücadelede son derece yerel ve zayıf kaldığıdır. Türkiye, Ermeni cephesinin yürüttüğü bu muazzam faaliyetin oransal olarak çok küçük bir yüzdesini dahi gerçekleştiremiyor. AÇI MÜMTAZ SOYSAL OKTAY AKBAL Hep Tek Başına!.. iç yakıştıramadım! Yıllardır TV’deki programlarıyla beğendiğim bir kişinin davranışını!.. Bir milletvekili, Kamer Genç, TBMM toplantısında otuz AKP’li milletvekilinin saldırısına uğradı... Bir çeşit linç eylemiydi! Neyseki sağduyu sahibi CHP’li, MHP’li milletvekillerinin korumasıyla dayak yemekten, belki de öldürülmekten kurtulabildi. Utanç veren bir görüntü!.. TV’ler de açık açık gördük. AKP’nin, en başta Başbakanlık görevindeki Tayyip adlı kişinin bu konudaki tutumunu!.. “Benim milletvekillerim şiddete başvurmaz, şiddeti yapan, o zatın kendisidir” diyebilmesini... Bir yurttaş olarak utandım! Hem Tayyib Bey adlı kişi adına, hem de Meclis’i dolduran yüzlerce AKP’li adına.. utanmak az gelir, yetmez! Cebinde çakı taşıyan bir kişiden başka ne beklenir diyeceksiniz! Çakı deyip geçmeyin, gerektiğinde çok işe yarayan bir araçtır o. Yetmiyorsa sayısız koruma, sayısız militan... ??? Kamer Genç’i, 12 Eylül’ün Danışma Meclisi’nde Tunceli temsilcisi olduğundan beri tanırım. Tek başınaydı o günlerde de... Cuntanın getirdiği yasalara, uygulamalara karşı çıkarken... 81 Anayasası’nı, YÖK’ün kurulmasını, Dil ve Tarih kurumlarının kapatılmasını, Atatürk vasiyetinin ayaklar altında çiğnemesini ve daha nice yanlış kararları, uygulamaları hep tek başına eleştirmişti... TBMM’nin en deneyimli, en kıdemli milletvekili... Onun bunun desteğiyle oraya gelmiş değil, halkının sevgisiyle seçilmiş... Değişik iktidarlara karşı tek başına savaşım vermekten çekinmeyen bir insan... Kürsüye her çıkışında ele aldığı konular, hepimizin yazdığı, konuştuğu ülke sorunları... Daha da çok AKP iktidarının bile bile yaptığı yanlışlıklar, ülkeyi onursuzluk çizgisine sürükleyen ayıplar!.. Hiç yakıştıramadım diye başlamıştım. TV önünde Kamer Genç’le konuşma yapan yılların yorumcusu Uğur Dündar’dı. Başbakan’ın ‘Asıl saldırgan kendisidir’ sözlerini destekleyen bir kişi, bir iktidar yandaşı... Gazeteciliğini, yıllardır kazandığı saygınlığı hiçe indirircesine!.. ??? Olur şeyler bunlar deyip geçelim mi! Kimler kimler, şu bu kazançlar, çıkarlar uğruna değişimlere uğradı! Hangi birini sayayım? Böyleleri belki günün birinde ‘Ben neler yaptım’ diye dövüneceklerdir, diye umuyorum... ??? Kamer Genç, tek başına bir parti, tek başına, kendisine, “yaratık” diyen şaşkınlara Demokrasi’yi öğretmeye çalışan!.. A Şükrü M. ELEKDAĞ kiye tarafından Ermeni iddialarını etkisiz hale getirecek etkili, yaratıcı ve bilinçli bir mücadele stratejisinin acilen oluşturulması ve uygulanması gerekiyor. Bu yazı, bu gerçeklere hükümetin ve aydınlarımızın dikkatine çekmek amacıyla kaleme alınmıştır. Ermeni tarafının sürdürdüğü sistemli çalışmayla sürekli yeni mevziler kazandığına bir kere daha geçen yıl Ermeni soykırım tasarısının tartışıldığı ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu oturumunu izlerken tanık oldum. Bundan 2025 yıl önce ABD’de büyükelçi olarak görev yaptığım dönemde Ermeni iddialarını içeren tasarılar temsilciler meclisinde ele alındığı zaman, Türkiye’ye dost milletvekilleri tepki gösterir ve Ermeni iddialarının tarihsel açıdan mesnetsiz olduğunu belirtirlerdi. Geçen yıl katıldığım oturumda ise bir tek milletvekili bile Türkiye’nin haklılığını dile getirmedi. Tasarıya karşı oy kullananlar, bu tutumlarını, tasarının kabulü halinde Türk hükümetinin kamuoyunun baskısıyla Habur sınır kapısını ve İncirlik Üssü’nü ABD’nin Irak ve Afganistan’a yaptığı lojistik ikmal faaliyetlerine kapatmak zorunda kalacağı gerekçesine dayandırdılar. Sonuçta karar Dışişleri Komisyonu’nda kabul edildi, fakat ABD’nin Irak ve Afganistan’daki askeri harekâtını risk altında bırakacağı endişesiyle nihai kabul için temsilciler meclisi genel kuruluna sevk edilmedi. BD KONGRESİ VE SOYKIRIM İDDİASI Eğer ABD Temsilciler Meclisi, Ermeni iddialarını destekler nitelikte bir kararı alsaydı, bu, büyük bir olasılıkla diğer ülkeler için de bir örnek oluşturacak ve birçok ülkenin parlamentosu çorap söküğü gibi peş peşe aynı doğrultuda kararlar alacaklardı. Bu durumda, Türkiye’yi soykırımla suçlayan kararlar almış bulunan (aralarında önde gelen Avrupa devletleri parlamentolarının da bulunduğu) 18 parlamentonun sayısı kısa sürede ikiye katlanabilecek ve bunun sonucu olarak soykırım iddiası “tarihsel açıdan kanıtlanmış bir olay” (historically established fact)) niteliğini kazanabilecekti. Bunun anlamı, artık bu noktadan sonra Ermeni iddialarını nakzetmenin olanaksız olacağıydı… Yani badel harabül Basra. Endişe verici bir gelişme de AB çerçevesinde onay sürecinde olan yasal bir düzenlemeden kaynaklanıyor. Bu düzenleme, “soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenmiş suçları” inkâr edenlere bir ila üç yıl arasında hapis cezası öngörüyor ve bu konudaki karar yetkisini AB üyelerinin ulusal mahkemelerine veriyor. Bu yasal düzenleme kabul edildiği takdirde, İsviçre’deki Perinçek davasında olduğu gibi, AB ülkeleri mahkemelerinin Türkiye’yi soykırımıyla suçlayan yasalar çıkarmaları mümkün olacak. TRATEJİ YOKLUĞUNUN ÇIKARDIĞI AĞIR FATURA Görüleceği üzere soykırıma dayalı iddia ve faaliyetler giderek Türkiye’yi kuşatıcı bir boyut kazanıyor. Bu hangi nedenlerden kaynaklanıyor? Haklı davamızı kaybetmenin eşiğine neden, nasıl geldik? Mücadelede devamlı zemin kaybediyoruz, çünkü, Ermeni sorununun Ermeni terörüyle birlikte patlak verdiği tarihten bugüne kadar geçen 34 yıl boyunca, Türkiye’nin Ermeni iddialarıyla mücadele için uzun vadeli bir perspektife dayanan bir stratejisi olmamıştır. Bugüne kadarki çalışmalar, soykırım kararları yabancı ülkeler parlamentolarına geldikçe bunların önlenmesi için bir süre yoğun bir çalışmaya girişilmesi, sonra da işin arkasının bırakılması şeklinde tecelli etmiştir. Saman alevi gibi yanıp sönen bu çalışma tarzının Türkiye’ye çıkardığı fatura ağır olmuştur. Türk hükümetlerinin hiçbiri bu 34 yıllık dönemde Ermeni propagandasıyla mücadeleyi planlı, öngörülü ve proaktif bir yaklaşımla yürütmemiş, bunun için gerekli organizasyon ve yapılanmayı oluşturmamıştır. Kapsamlı bir stratejinin yokluğu nedeniyle, Türkiye’nin bir yayın politikası olmamıştır. Bu nedenle, Türkiye’de yapılan çalışmaların çoğunluğu yerel kalmış uluslararası alana intikal etmemiştir. Yazılan kitapların, İngilizce, Fransızca ve Almanca lisanlarında Avrupa ve Amerika’nın isim yapmış yayınevleri tarafından yayımlanması gereklidir. Zira, ancak, bu şekilde basılan kitaplar Amerika ve Avrupa’daki kütüphanelerin raflarında yer alabilmekte ve akademisyenlerin ilgisini çekebilmektedir. Bunun gerçekleştirilebilmesi ise etkili elemanlarla donatılacak ve uygun bütçe olanaklarından yararlandırılacak bir organizasyonun oluşturulmasıyla sağlanabilir. OORDİNASYONSUZLUK VE BAŞI BOŞLUK Strateji yokluğunun olumsuz bir diğer sonucu da eğitim alanında olmuştur. Nitekim, Türkiye’nin, Türk tezlerini tarihi, siyasi ve hukuki açı CHP İstanbul Milletvekili lardan savunan kitaplar yazacak akademisyenleri ve doktora öğrencilerini yetiştirecek eğitim politikası olmamıştır. Yine bu nedenle, yepyeni ve süratle gelişen bir hukuk dalı olan insanlığa karşı suçlar ve soykırım alanlarında hukukçular yetiştirilmemiştir. Halen bu alanda eserleri bulunan ve resmi makamlarımıza tam bir ehliyet ve güvenle danışmanlık yapacak, yol gösterecek hukukçumuz yok gibidir. Türkiye’nin Ermeni iddialarıyla mücadelede bir PR politikası da olmamıştır… Oysa yaşanan mücadele önemli ölçüde bir PR savaşıdır. Düşünün bir kere, Ermeni tarafı her yıl Amerika’da ve Avrupa’da en azından 810 uluslararası konferans ve sempozyum düzenlerken Türkiye üç yıldır bir uluslararası sempozyum dahi organize etmekten aciz kalmıştır. Strateji ve bunu uygulayacak bir yapılanmanın yokluğunun bir diğer sakıncası, koordinasyonsuzluk ve başıboşluk olmuştur. Halen bu konuyla iştigal eden devlet daireleri ve kurumlar, birbirleriyle çoğu zaman koordinasyonsuz bir şekilde çalışmakta, her biri kendine göre bir program uygulamaktadır. Bugüne kadar, yapılacak tarihi araştırmalar konusunda öncelikleri saptayan bir plan dahi yapılmamıştır. Bu nedenle hiçbir plana ve işbölümüne dayanmayan çalışmaların, Ermeni tarafının iddialarını çürütecek ve Türk tezine güç kazandıracak öncelikli alanlara yönlendirilmesi ve savunmamızı takviye edecek yeni argümanların zamanında yaratılması mümkün olmamıştır. ÖRT BOYUTLU STRATEJİ Ermeni meselesi, günümüzde, tarihsel, hukuksal, siyasal ve kamuoyu oluşturulması (public relations) boyutları olan devasa bir uluslararası ilişkiler sorunu niteliği kazanmıştır. Bu itibarla bu dört boyutu dikkate alan uzun vadeli bir stratejik plan ile bunu uygulayacak iç ve dış kurumsal yapının ortaya çıkarılmasına ihtiyaç vardır. Dört boyutlu stratejinin oluşturulması ve bu stratejinin uygulanması için Türkiye, deneyimli ve yetişmiş insan kaynaklarına sahiptir. Bu itibarla bu hususta siyasi irade oluşursa uzun vadeli bir perspektif bağlamında etkili bir strateji oluşturulamaması için hiçbir neden yoktur. İç ve dış yapılanma için kayda değer bir kaynak tahsisi gerekecekse de bunun Türkiye açından yatırım/hasıla oranı gayet yüksek olacaktır. behicak?yahoo.com.tr H Ulusal Egemenlik ve Şeriatçılık APATMA davasını Amerikalılara anlatmak, Avrupalılara anlatmaktan daha kolaymış meğer. Herhalde, oradaki siyasal iradenin de 19. yüzyıl başlarından beri dolaylı bir yargı denetimine tabi tutulmasından olsa gerek. Yasama organının çıkardığı yasalar ya da onlara dayanarak yürütmenin aldığı kararlar önünde sonunda ABD Yüce Mahkemesi’ndeki dokuz yargıcın “anayasaya aykırılık” yorumuna çarpıp sıfırlaşabiliyor. Oysa Avrupa böyle bir durumu gerçek anlamıyla ancak Mussolini ve Hitler diktatörlüklerinin yıkılışından beri İtalya ve Almanya’da yaşamakta. Ya da Venedik’teki “Hukuk Yoluyla Demokrasi” komitesinin Soğuk Savaş’tan çıkmış ülkelere verdiği “Anayasa Mahkemesi kurun!” öğütleriyle. Türkiye ise, ulusal egemenlik kavramının sonuçları ile çağdaş devlet kurmanın gerekleri arasında denge kurma sorununu 88 yıldan beri çeşitli aşamaları ve güçlükleriyle yaşıyor. Üstelik, bu dengenin iki ucundaki düşüncelerin filizlerini Batı’dan, oraların Aydınlanma devrimlerinden alarak. Washington’da Brookings Kurumu gibi kuruluşlarda ya da başka küçük tartışma gruplarında AKP iktidarının akıbetini konuşurken bütün bunları düşünmeden edemiyor insan. Batılıların çok kritik iki noktadaki temel bilgi eksikliğini fark ederek. Üzüntü veren şu ki, aynı eksiklik Türkiye’nin sözde “aydın”larında ve AKP’nin savunuculuğuna soyunan kimi hukukçularda da var. Bir eksiklik, bu toplumdaki büyük çoğunluğun temel inancı olan İslamla, onun Hıristiyanlıktan farklı olan bir özelliğiyle ilgilidir. Müslümanlık, peygamberinin kişiliği ve başlangıcındaki devlet anlayışı bakımından yeryüzü işleri ile ahret inançları arasında ayrılığı kabul etmeyen bir din; şeriat da bu bütünlüğü vurgulayan bir kurallar demeti. Devletin çağdaşlaşması, yalnız Cumhuriyet’le değil, Osmanlı’nın son yüzyılındaki değişimlerle olabildiğince şeriattan uzaklaşıp rasyonel yönetim arayışlarıyla doludur. Bu arayışlar, inanç özgürlüğünü kişiselleştirmeyi ve kamusal alan dışında tutmayı gerektirmekte. Batı’daki “reformasyon” düşüncesine kapalı bir “ilahi kelam” ortamında bunu sağlamanın tek yolu, “laik” hukukun disiplinini özümsemek oluyor. Ne Batı bu özümseyişin bizdeki anlamını sezebilmiştir ne de İkinci Cumhuriyetçilerimiz kendi insanlarının mutluluğu için bu konuda kafa yormayı göze alabilmişlerdir. Bir başka eksiklik, 1919’daki direnişle başlayıp insanlığın en ilginç devrimlerinden birini oluşturan Anadolu İhtilali’nin anlamıyla ilgili. Emperyalist Batı’nın bu konuya sıcak bakmayışını anlamak mümkündür de, “aydın” geçinen kimi “yeni” Türklerin Batı önündeki uşaklıklarına akıl erdirmek çok zordur. Bugün, ümmetçi şeriatçılık özlemine oy gücüyle yeşil ışık yakmayı ulusal egemenlik diye yutturma günü olamaz. Günü aynı zamanda “Çocuk Bayramı” yapmanın birinci koşulu, çocukların geleceğini karartmamak olmalıdır. K S A D ARATICI VE BİLİNÇLİ MÜCADELE ZORUNLU Bu nedenle Türkiye Ermeni propagandasına karşı koymada etkili olamıyor ve her gün zemin kaybediyor. Bu gidiş durdurulamadığı takdirde, Türkiye’nin davasını kaybetmesi kaçınılmaz olacaktır. Böyle bir gelişmenin, ülkemizin uluslararası konumu, dış politikası ve güvenliği açılarından yaratacağı büyük zararlar dikkate alınarak Tür Y K KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK mumtazsoysal@gmail.com Nerede O Köy Enstitüleri? ünümüzde eğitimin içine düştüğü yıkımı gördükçe Köy Enstitülerinin önemini daha iyi anlıyorum. Herkesin de anlamasını, özellikle de eğitimden sorumlu olanların anlamasını istiyorum. Aydınlanmanın kilometre taşlarından biri olan 17 Nisan 1940’ta kurulan Köy Enstitüleri, ne yazık ki haksız saldırılarla karşı karşıya bırakıldı ve 27 Ocak 1954’te tümüyle kapatıldı. Enstitülerin kapatılmasıyla da bugünkü karanlık günlere gelinen yol açılmış oldu. 1950’lerde demokrat olduğunu savlayan siyasal iktidar, köy çocuklarının okuyup aydınlanmasını içine sindirememiş olacak ki sanal suçlar yarattı ve suçlayıp enstitüleri kapattı. Oysa yalnızca köy çocuklarının okuryazar haline getirilmesi, “iyi insan, iyi vatandaş” olarak yetişti G Hikmet ALTINKAYNAK rilmesi bile bu kurumların açık kalması için yeterliydi. Üstelik Hasan Âli Yücelİsmail Hakkı Tonguç öncülüğünde, orada okuyanlardan uluslararası sanatçı ve yazarlarla da eğitimimizde bir Rönesans yaşanmıştı. Yaşanan bu Rönesans “Canlandırılacak Köy” içindi. Çünkü köylerimiz tıpkı Ahmet Kutsi Tecer’in “Orda bir köy var uzakta” diye başlayan ünlü şiirinde olduğu gibi unutulmuş, ihmal edilmişti. Köy Enstitülerinin önce bu acı gerçeği değiştirmesi amaçlandı. Harf devrimini yapan, Millet Mekteplerini, Halkevlerini açan, okumayazma seferberliği başlatan, Türk Dil Kurumu’nu kuran Cumhuriyet yönetimi, bu acı ger çeği bir an önce değiştirmeyi planladı. 19351936 arası tüm halkın yüzde 20.4’ü, köylününse yüzde 15.5’i okuryazardı. Şehir ve kasabalarda çocuk nüfusun okullaşma oranı ancak yüzde 75’i bulmuştu. Köy çocuklarında ise bu oran yüzde 25’ti. Öte yandan köy okulları 3 yıllıktı. 40 bin köyden 35 bin 227’sinde okul yoktu. Böylesine acı bir gerçek vardı. Bunun için çok çalışmak gerekiyordu. Köy Enstitülerinde haftada 44 saatlik derslerle genel bilgi dersleri, ziraat ders ve çalışmaları, teknik ders ve çalışmaları başlığında üç grup ders veriliyor; köye donanımlı öğretmenler göndermek amaçlanıyordu. Yani Köy Enstitüleri ile köye bir ışık geldi. Köyü kalkındıracak olan insani dinamikler önce köyden Enstitüye gelen öğrenciler olacaktı. Onlar okuyacak, öğretmen olacak, sağlık memuru, tarım teknisyeni, kısacası köyün kanaat önderi olacak, köyü içine düştüğü gerilikten kurtaracaktı. Ama siyasal iktidar göz açtırmadı. Çünkü gerçekten Köy Enstitülerinde dönemine göre çok ileri bir eğitim uygulanıyor; iş içinde, yaşam içinde eğitim yapılıyor, halk uyanıyordu. Köy Enstitüleri yetiştirdiği çocuklara yürekleri vatan sevgisiyle dopdolu, gözü kapalı Türkiye haritasını çizebilmeyi öğretmişti. Çağdaş, Atatürkçü bir eğitim anlayışını yerleştirmişti. CUMHURİYET 02 CMYK