24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

14 Sadece Marc Caro Deniz ÜLKÜTEKİN C röportaj YANSIMA OSMAN İKİZ 25 NİSAN 2008 CUMA Marx’ı Yeniden Keşfetmek lar sokaklarda, güvenlik güçleriyle çatışıyorlar. Ş arküteri (1991) ve Kayıp Çocuklar Kenti (1995), vizyona girdiklerinde Fransız sinema geleneğinin çok dışında işler olarak değerlendirilmişti. Filmlerin yaratıcısı iki isim Jean Pierre Jeunet ve Marc Caro’nun yolları ayrıldı. Jeunet’in hikâyesi daha bilindik. 2001’de vizyona giren Amelie’yle önemli başarı kazandı ve Hollywood projelerinde yer almaya başladı. Marc Caro ise kendi anlattığına göre sıkıntılı bir on yıldan sonra bu yıl Dante 01’i gösterime sundu. Caro da eski ortağı gibi Hollwood’dan teklifler almış ama çok inandığı bir projeyle karşılaşmadığı sürece ülkesinde film yapmaya kararlı. Avrupa sineması ve Hollwood arasında, sıkça dile getirilen derin farklar ortaya konuluyor. Siz ve tanıdığınız yönetmenler, filmlerinizi çekerken bu farkları gözetiyor musunuz? Yoksa bu kendiliğinden ortaya çıkan bir şey mi? Tabii Amerika ve Avrupa arasında kültürden gelen bir fark var. Ancak bana göre daha belirleyici olan filmlerin yapılış tarzı. Hollwood’da, bir yapımcının eline kitap ya da herhangi bir hikaye geçtiğinde bunu bir senaristle birlikte çalışıyor. Senaryo şekillendiğinde oyuncu seçiyorlar. Proje ortaya çıktığında da “bunu en iyi kim film haline getirir” diyerek yönetmen aramaya başlıyorlar. Avrupa’da ise yönetmen bir fikir üstünde senaristle çalışıyor. Sonra birlikte bir yapımcı aranıyor. Film için maddi kayan sağlandıktan sonra oyuncular seçiliyor. İkisinin çalışma yöntemleri çok farklı. Bu yüzden ortaya farklı işler çıkıyor. Son yıllarda bir çok çizgi roman sinemaya uyarlandı. Bu alandan gelen biri olarak uyarlama yöntemlerini nasıl buluyorsunuz? Siz olsaydınız nasıl bir film çekerdiniz? Benim yaptığım filmler de biraz çizgi romanlara benziyor. Hem Şarküteri hem de Kayıp Çocuklar Kenti’ndeki kahramanlar çizgi roman kahramanlarını andırıyordu. Ancak yakın zamanda yapılan Sin City ve Hell Boy, oyunculara yapılan makyajlarla çizgi romanlara çok yakın bir etki bıraktı. Bu tip karakterler çok hoşuma gidiyor. Frankeştayn gibi yaratıklar hep ilgimi çekmiştir zaten. Sinemada eskiden beri böyle bir gelenek de var. Şimdi gelinen yer ise oldukça iyi. Örneğin Maymunlar Cehen nemi’ndeki maskelerin teknik açıdan mükemmel olması bir hayli etkileyiciydi. Eskiden Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum gibi bir karakter yaratmak istesek, oturup günlerce nasıl yapacağımızı düşünürdük. Artık teknoloji öyle bir noktaya geldi ki hayalimize çok yakın şeyler gerçekleştirilebiliyor. Tabii bunu yapmak için hem zaman hem de para lazım. Dante 01’in fikir olarak ortaya çıkmasıyla filmin tamamlanması arasında yaklaşık on yıllık bir süre var. Bu dönemde yaşanan bir takım sıkıntılardan bahsettiniz. On yıl boyunca yaşadığım sıkıntıların hepsi bu filmle ilgili değildi. Makas Eller ve Noel Gecesi Kabusu’nun senaristi Caroline Thompson’la birlikte beş yıl boyunca çalıştığımız bir proje suya düştü. Ardından iki proje daha gerçekleşmedi. Belki çok iddialılardı ve finansmanlarını sağlayamadık. En sonunda “artık yeter, bir şeyler yapmam lazım” ünyanın haline bakıp karamsarlığa kapılmayan var mı acaba? Hayattan kopuk yaşamayanlar, cüzdanına girip çıkanı bilenler, çocuklarının sorumluluğunu taşıyanlar için gidişat hiç te iç açıcı değil. Ekonomik kriz, yanlış tarım politikaları ve değişen iklim koşullarının yol açtığı gıda sıkıntısı, çevre kirliliği, milyonların yerini yurdunu bırakıp göç yollarına düşmesi, insanlığı siyasal sonucu çok tehlikeli olabilecek bir viraja doğru sürüklemekte. Gidişattan hiç haberi yokmuş gibi dünyaya pembe gözlüklerle bakan tek bir grup var. Çoğunluğunu maoculuktan gelen eski solcularla, İslamcıların oluşturduğu bu grubun gündeminde AKP bağlantılı konulardan başka madde yok. Kendi dışlarında kalan herkesi dünyaya sırtlarını dönmüş olmakla suçlayan Türkiye’deki yeni liberaller, patladığında en fazla Türkiye’yi vuracak evrensel sorunlarla zerre kadar ilgilenmiyorlar. Yeni liberallerin davranışı, müvekkilini suçlu olup olmadığına bakmaksızın savunan profesyonel avukatı andırıyor. Yazık. Oysa politika, felsefe profesyonelliğin çok ötesinde vicdani, ahlaki bir sorun değil midir? D TARIMI BALTALIYORLAR Gıda sıkıntısının nedeni, tarım alanlarında biyoyakıt üretiminde gerekli olan tahıl üretimine geçilmesi ve kapitalist ülkelerin dayatmaları yüzünden birçok ülkede tarımın gerilemesi. BM’in gıda konusundaki özel raportörü Jean Ziegler, bu yüzden biyoyakıt kullanımını 2020’ye kadar yüzde 10’a çıkarmak isteyen AB’ni gıda üretimini baltaladığı için eleştirdi. AB’nin suçu sadece gıda depolarını yakıt üretiminde kullanmakla kalmıyor. AB ülkelerindeki tarım teşvikleri yoksul ülkelerdeki tarımı köreltiyor. Geçimini tarımdan sağlayan 53 Afrika ülkesinden 37’sinde, Almanya, Fransa, Portekiz ya da İspanya’dan ithal edilmiş meyve ve sebzeyi yerli üretimin neredeyse yarı fiyatına satın almak mümkün. Yoksul Afrikalı da artık tıpkı Türklerin Anamur muzu yerine Chiquita muzu yemesi gibi, Fransız elması, İspanyol ıspanağı, Alman havucu yiyor. Daha doğru ifadeyle AB kazığı yiyor. Hele Türkiye’nin yediği kazığın haddi hesabı yok. Dünyanın tarıma en elverişli topraklarına sahip ülkemizde yediğimiz her şey ithal ediliyor. Dünya Bankası ile IMF’in Türkiye’ye dayattığı tarım politikasının sonucu işte bu. SKİ KOMÜNİSTLER PİYASACI OLDU Yeni liberaller bunlardan hiç söz etmiyor. Öte yandan Türkiye’nin büyük holdinglerinden birinin patronu olan İshak Alaton, İstanbul’da üst düzey şirket yöneticilerinin katıldığı toplantıda konuşmacı olan General Electric’in ünlü CEO’su Jack Welsh’e şu soruyu yöneltti: “Petrol fiyatı 112 dolara ulaştı. Körfez başta olmak üzere petrol üreticisi ülkelere yılda 1,5 trilyon dolarlık bir kaynak gidiyor. Enerji fiyatının artması yüzünden gıda fiyatları da anormal ölçüde yükseliyor. Bu durum binlerce insanın açlık, yoksulluk çekmesine ve hatta ölümüne yol açıyor. Serbest piyasa ekonomisi artık işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü galiba. Çözüm için insanlığın Karl Marx’ı yeniden keşfetmesi mi lazım ?’’ İshak Alaton’un sorusunu şaka olarak niteleyenler oldu. Niyet okumaya gerek yok, söylenen doğrudur. Marx’ın dediği gibi kapitalizm bindiği dalı kesiyor. Hazin olan şu. Bir zamanların komünist liderleri, piyasaya ayak uydurup kendilerini yeni liberalizmin kucağına atarken, kapitalistlerin ağababalarından İshak Alaton, tünelin ucundaki ışığı görüyor. FAŞİZM TEHLİKESİ Marc Caro, daha çok Jean Pierre Jeunet’le birlikte yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Fransız yönetmen, İstanbul Film Festivali’ne tek başına yönettiği ilk filmiyle katıldı. Dante 01 adlı film, Solaris ve 2001 Uzay Macerası gibi bilimkurgu klasiklerinden ilham alıyor. Fransız yönetmen, Jeunet’le belki çok yaşlandıklarında yeniden beraber çalışabileceklerini söylüyor. Şarküteri (en üstte) ve Dante 01 (üstte). dedim. Çok fazla projeyi rafa kaldırmıştım ve düşünce şeklimi değiştirmeye karar verdim. Önce bir mekan aramaya başladım. Tek mekandan yola çıkarak hikayeyi ve karakterleri bulma yoluna gittim. Fransa’da bilim kurgu filmi yapmak çok zor. Dante 01’in maliyeti çok fazla olmamasına karşın, tahmin ettiğimden daha az parayla filmi çekmek zorunda kaldım. Her türlü zaman ve para engellemesine karşın yapabileceğimin en iyisini yaptığımı düşünüyorum. Sonuçta istediğiniz gibi bir film ortaya çıktı mı? Bsınıfı filmlerden yola çıkarak bilgisayar oyunu tarzında bir film çekmek ve seyirciyi bir anlamda oyuncu haline getirmek istiyordum. Aynı zamanda bilim kurgu filmlerindeki klişelerden de kaçmam gerekiyordu. Bu yüzden metafizik alanına yöneldim. Zaten bilimkurguda hoşuma gidenler 2001 Uzay Macerası gibi metafizik yönü olan filmler. Biraz daha Rus tarzına yakın işler yapmaya çalışıyorum. Tabii, bir yandan Moebius gibi çok önemli çizerlerin yer aldığı Metal Urlan çizgi roman dergilerinde çalışmış olmamın da bilim kurguya yönelmemde önemli etkisi var. Dante 01 hakkında şunu söyleyebilirim. “Kendi cehennemimizi biz mi yaratıyoruz ve onu cennete çeviremez miyiz?” Türkiye’deki yeni liberalleri anlamak çok zor. Dünya ekonomisine yön veren profesyonellerle, düşünce adamları panik içinde. Gideon Rachman, Financial Times’de son yıllardaki ekonomik, sosyal ve politik gelişmelerin, I Dünya Savaşı ve 1930’larda faşizmin yükseliş dönemlerini hatırlattığına işaret ederek şöyle diyor: “Benzer şeyler neden şimdi de yaşanmasın?’’ Gideon Rachman’a hak vermemek için gözleri kapayıp, kulakları tıkayıp olan bitenin farkında olmamak lazım. Gününü gün etme, dünyalığını doğrultma peşinde olanlar öyle yapabilir. Ama bizim gözümüzü kapamaya, kulağımızı tıkamaya hiç niyetimiz yok. Olanları görüyoruz. Avrupa devletleri korku içinde yaşıyor. 2007’de 26 milyona varan göçmen sayısının 100200 milyona çıkması işten bile değil. Ya Avrupa’nın kapısına dayanırlarsa?.. Avrupalılar günün birinde kağıt üstündeki yasaların kendilerini korumaya yetmeyeceğinin bilincindeler. Ne yazık ki yeni liberal politikalarla dünyayı açlık, yoksulluk sınırına getirenlerin kimler olduğu, sorunlar çözülemez hale gelince ortaya çıkıyor. Küresel gıda krizinin yol açtığı kargaşa ortada. Gıda fiyatları 18 ayda iki kat arttı. Endonezya, Bangladeş, Burkino Faso’dan Mısıra’a kadar pek çok ülkede insan E Festivalde en iyi Türk filmi ‘Tatil Kitabı’ Kültür Servisi 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin kapanış galası ve ödül töreni, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda yapıldı. Sunuculuğunu Ceyda Düvenci ve Yetkin Dikinciler’in üstlendiği törenin ardından konuklar, Justin Chadwick’in yönettiği ve başrollerini Natalie Portman, Scarlett Johansson ve Eric Bana’nın paylaştığı ‘Boleyn Kızı’ adlı kapanış filmini izlediler. Gecede, “Sinema Onur Ödülü”ne değer görülen Alexander Sokurov, ödülünü İstanbul Kültür Sanat Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Şakir Eczacıbaşı’nın elinden aldı.Bu yılki Altın Lale Ödülü’ne Semih Kaplanoğlu’nun yönettiği “Yumurta”; Jüri Özel Ödülü’ne ise Dennis Gansel’in “Tehlikeli Oyun” adlı filmi sahip oldu. Semih Kaplanoğlu, yaptığı konuşmada kıvanç duyduğunu belirtti ve ödülünü öldürülen İtalyan sanatçı Pippa Bacca’ya bağışladı. Bu yılki diğer ödüller ise şöyle: Yılın en iyi Türk filmi: Seyfi Teoman “Tatil Kitabı”, yılın en iyi yönetmeni: Derviş Zaim “Nokta”, en iyi kadın oyuncu: Ayça Damgacı “Gitmek”, en iyi erkek oyuncu: Serhat Tutumluer “Ara”, Jüri özel ödülü: Ümit Ünal “Ara”, Avrupa Konseyi Sinema Ödülü: Li Yang “Kör Dağ”, Uluslararası yarışmada FIBRESCI ödülü: Nic Balthazar “Ben X”, Ulusal yarışmada FIBRESCI ödülü: Seyfi Teoman “Tatil Kitabı”, Uluslararası yarışmada Radikal halk ödülü: Semih Kaplanoğlu “Yumurta”, Ulusal yarışmada Radikal halk ödülü: Çağan Irmak “Ulak”, Köprüde buluşmalar uzun metrajlı film projesi geliştirme ödülü: Belma Baş “Zefir”. Öte yandan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Hadisa için Savaş” adlı filmin bitiminde ekrana “İşgalci ABD, işbirlikçi AKP” sloganı yazan kişinin görevden alındığını açıkladı. Açıklamada, sloganı yazan kişinin festival kadrosunda geçici görevle çalıştığı ifade edilerek festival yönetimi tarafından bu kişiye kısa sürede müdahale edildiği ve yazıların ekrandan silindiği belirtildi. osman.ikiz?tele2.se yle bir aydın kesimi türedi ki ‘bağımsızlık’ üzerine yazdıklarını okuyunca, söylediklerini dinleyince şaşkınlığa düşüyorum. Avrupa Birliği söz konusu olduğunda Türkiye’nin siyasal, ekonomik, kültürel bağımsızlığını savunanlara karşı hemen diş gıcırdatmaya başlıyorlar. Davranışları bana Kurtuluş Savaşı sırasındaki mandacıları anımsatıyor. Doğal ki, bağımsızlıktan yana çoğu insanımız gibi ben de Türkiye’nin gelecekteki yerini Avrupa Birliği içinde görüyorum. Bağımsızlığı ve AB üyeliğini birbiriyle çatışan konular olarak değerlendirmiyorum. Bugün Almanya ile Fransa’nın, İspanya ile İtalya’nın, Hollanda ile Finlandiya’nın Avrupa Birliği’nin üyeleri olarak bağımsızlıklarını, ‘ulusdevlet’ niteliklerini yitirdiğini söyleyebilir miyiz? Eğer bir ‘bağımlılık’ söz konusu ise bu, ‘karşılıklı, eşit’ bir ilişkidir ve bu ilişkide ezenezilen, boyun eğdirtenboyun eğen bir taraf yoktur. ??? Ne var ki Türkiye için durum farklıdır; Türkiye, henüz ‘aday ülke’ durumunda olduğu gibi AB ile 5 Mart 1995 günü zamanın başbakanı Tansu Çiller tarafından imzalanan ve havai fişeklerle kutlanan Gümrük Birliği Anlaşması ile ekonomik bağımsızlığını bir altın tepsi içinde Avrupa’nın geliş Ö PANO DENİZ KAVUKÇUOĞLU Avrupa Birliği, Bağımsızlık ve Sosyalizm kel Minibaş’ın, Prof. Dr. Erol Manisalı’nın kitaplarını okumalarını öneririm. ??? Kimi okurlarım, bir sosyalistin, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda olumlu düşünceler taşıyor olmasını yadırgayacaklardır. Hemen söyleyeyim, ben, salt ülkemizi ‘çağdaşlaştıracak’, insanlarımızı ‘uygarlaştıracak’ diye ‘AB’ye girelim’ diyenlerden değilim. AB üyeliğini eğer bir Almanya’nın, bir Fransa’nın ya da bir İtalya’nın konumunda olacaksak savunurum. Türkiye’nin bağımsızlığını ve demokratikleşmesini bu konuma gelmenin önkoşulları olarak görürüm. Türkiye bugün bu önkoşullara sahip değildir. Yukarıda adlarını verdiğim ülkelerin tersine, iktidarlar ‘özelleştirme’ adı altında, devlete gerekli durumlarda ekonomik hayata müdahale gücü veren kamu kuruluşlarını yabancı yatırımlara peşkeş çekerek elden çıkarmışlar, bankacılıktan sanayiye, ener miş ülkelerine ‘karşılıksız olarak’ sunmuştur. Başka hiçbir aday ülke için söz konusu olmamış ve olmayan Gümrük Birliği Anlaşması, Türkiye’ye olası AB üyeliği için bir önkoşul olarak dayatılmıştır. Kuşkusuz ki AB üyeleriyle Türkiye arasındaki dış ticaret hacmi bu anlaşmadan sonra hızlı bir büyüme göstermiş, fakat üçüncü ülkelerle olan ekonomik ilişkilerimizin önüne aşılması zor duvarlar örülmüştür. Türkiye’nin AB üyeliği Gümrük Birliği Anlaşması’yla birlikte güvence altına alınmış olsa, bu belki kabul edilebilir bir durum olarak görülebilir, fakat böyle bir güvence, üyelik garantisi ortada yoktur. Dünya ekonomisinin yapısal bir krize doğru gittiği bu dönemde üçüncü ülkelerle olan ticaretinde AB’nin icazetine muhtaç olan Türkiye’nin eli kolu bağlanmakta, sürekli pazar yitirmektedir. Okurlarıma bu konuda Prof. Dr. Tür jiden iletişime, ticaretten turizme kadar ekonomimizi emperyalist güçlerin ellerine teslim etmişlerdir. Ekonomisi bağımsız olmayan bir ülkenin siyaseti de kültürü de bağımsız olamaz. Türkiye bugün her yanıyla emperyalizme bağımlı bir ülkedir. Öte yandan bağımlı bir ülke ancak emperyalist güçlerin icazetleri ölçüsünde demokratikleşme olanaklarına sahiptir. Hangi alanda demokratikleşecek, hangi alanda özgürlükler kısıtlanacak, bunu belirleyen yabancı komiserlerdir. Ülkemize son yıllarda gelip giden onca yabancı komiserin ağzından bir kez olsun iğdiş edilen sendikacılığımıza ilişkin tek sözcük çıkmamış olmasının nedeni budur. ??? Avrupa Birliği’nin, çeşitli ülkelerin sermaye gruplarını buluşturan, Avrupa kapitalizmine siyasal/hukuksal ortak çatı oluşturan bir yanı vardır, fakat aynı zamanda da emeğin bütünleşmesine, halkların birliğine de siyasal/hukuksal olanaklar sağlamaktadır. Dolayısıyla sosyalistler açısından baştan ve mutlaka reddedilmesi gereken bir proje olarak görülmemelidir. Tartışalım, derim. dkavukcuoglu@superonline.com Yusuf Bursalı başarısını Tate Museum’da kutladı. Genç Türk ressamın eseri dünya müzelerinde Unilever Okullar Arası Uluslararası Resim Yarışması’nda 16 yaşındaki Yusuf Bursalı Türkiye şampiyonu oldu. Bursalı’nın eseri, diğer ülkelerin birincileriyle birlikte Tate Museum ve Londra National Theatre’da sergilendi. Algida’nın desteğiyle üçüncüsü düzenlenen yarışmanın bu yılki teması “Güzellik ve Farklılık” oldu. Yarışmada kazanan eserler 2527 Mart 2007 tarihleri arasında dünyanın önde gelen modern sanat galerilerinden Tate Museum’da sergilendi. Eserlerin 927 Nisan tarihleri arasındaki durağı ise Londra National Theatre. Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) UNICEF işbirliği ile yürütülen ve Algida’nın desteklediği “Çocuk Hakları Tanıtım Kampanyası” VIII. Çocuk Forumu çerçevesinde gerçekleştirilen yarışmada jüri, Yusuf Bursalı’nın resmini birinci seçti. 16 yaşındaki Yusuf, Tate Museum’u ziyaret ederek kendi resmini ve dünyanın pek çok ülkesinden katılan çocukların resimlerini görme fırsatı buldu. Dünyada, Pakistan’dan Çin’e, İspanya’dan Amerika’ya 22 ülkeden yüzlerce çocuğun katılımıyla gerçekleşen yarışmada kazanan çocuklar, ayrıca kendileri için yapılan etkinliğe de katılarak başarılarını kutladılar. Londra’da geçirilen üç gün boyunca çocuklar, kendileri için hazırlanan özel bir programla kentin tarihi ve kültürel miraslarını da keşfetme fırsatı yakaladılar.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear