Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler 6 NİSAN 2007 CUMA OKTAY AKBAL ‘Uyan, Ey Yaralı Dev...’ Mayıs bir gelsin, ben...” Ne yapacakmış 16 Mayıs’ta? “16 TBMM Başkanı Manisalı avukat Arınç Bey’in Manisa’daki evi, bir Nurculuk merkezi mi olmuş, yöre jandarma komutanı o evi askeriyle mi sarmış, ama Ankara’dan gelen baskıyla içeri mi girememiş... Arınç Bey mi, “Annemi rahatsız etmeyin” buyurmuş?.. Bu olay basına yansıtılınca Arınç Bey olayın üzerinde durmadan, “16 Mayıs gelsin ben o jandarma komutanı albaydan, o günlerin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eruygur’dan hesap soracağım” demiş. 16 Mayıs günü Çankaya’da bir AKP’li mi olacak? Ya Tayyip Bey ya da bir başkası... Bir anda Türkiye değişecek mi? Her şey AKP’lilere, en başta Arınç Bey’e kolaylıkla sunulacak, “Sen vaktiyle bana şöyle yaptın, böyle dedin” al yanıtı, al cezayı mı diyecek kimileri kimilerine? Epeydir Türk askerini, Silahlı Kuvvetlerini, ordumuzun komutanlarını, en başta Genelkurmay Başkanı’nı hedef alan yazılar, birtakım duyumsatmalar, temelsiz savlar sürüp gitmekte... Amaç, yurttaşların gözünde kuşkular yaratarak askerin yurt işlerinde, savunma görevinde etkisiz kalmasını sağlamak mı? Sorular sorular!.. Basındaki birtakım yazarcıklar bu sorunu derinliğine yaşatmaya, yaygınlaştırmaya çalışmaktalar. Genelkurmay’ın Andıç adı verilen kendi içindeki bir araştırmasını bahane ederek konuyu yalnız Türkiye içinde değil, Amerika’larda, Utah’larda sürdürmek, canlandırmak, Türk halkını şaşkına çevirmek, kendi askerine, kendi komutanlarına karşı yanlış duygular duymasına yol açmak hesapları!.. Halkın en çok beğendiği, saydığı, güvendiği kim? Hükümet mi, başbakan mı, politikacılar mı, partiler mi, basın mı, hayır hiçbiri değil... Türk ulusu kendi Silahlı Kuvvetlerine güveniyor... Tüm dünya da Türk ordusunun önemini, gücünü biliyor. Avrupa’sı, Amerika’sı, Türkiye’ye saygı gösteriyorsa, o da, Türk askerinin değerini, önemini bilmesinden... Artık “Tehlikenin farkında mısınız?” demek yetmiyor... İş, daha ötelere geçti. Tehlike büyüdü, tehlike olmakla kalmadı... Bizi içten dıştan ahtapot kolları sardı. O kollar Türk askerinin içinde bile kendini göstermeye başladı. Bir Genelkurmay binasında hırsızlık, bir evrakın çalınıp Utah’lardan bizlere seslenmesi!.. Bu, bir uyarıdır, “İstersek sizin en güvendiğiniz gücü bile işte böyle bir duruma düşürürüz” demektir. Bunu da Türk basınının ünlü yalakaları büyük bir başarı kazanmışçasına sömürmektedirler... Farkında olmak, uyanmak, akılları başa toplamak, en büyük gücümüz, tek güvendiğimiz varlık, yaşama, yaşatma nedenimiz, tüm düşmanlıklara karşı direnç, varlık kaynağımıza, Silahlı Kuvvetlerimize bu gizli açık saldırılara artık dur demek vakti gelmedi mi, gelmeyecek mi? Atatürk’ün sözünü anımsayalım; “Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini”... Namık Kemal de, “Uyan ey yaralı dev” dememiş miydi!.. 1920’lerin Almanya’sı Bugünün Türkiye’si... illiyetçiliğin yükseldiği birdenbire büyük haber oldu. Sanki milliyetçilik insanın doğasına çok yabancı, toplumsal olaylardan, siyasal gelişmelerden bağımsızmış gibi çok kişiyi şaşırttı. Şaşıracak bir şey yok. Asıl böyle bir dalganın kabarmamasına şaşmak gerekirdi. Bir ülkenin içinde etnik milliyetçiler silahlı mücadele yürütür, uluslararası ekonomik ve politik dayatmalar o ülke insanlarını isyan edecek düzeye getirirse başka ne beklenebilir ki... Asıl üzerinde durulması gereken, milliyetçi diye lümpenlerin, marjinal grupların öne çıkması. Tuhaf bir durum, insanlar “Yurtseverim” diyor da “Milliyetçiyim” diyemiyor. Oysa milliyetçiliğin ırkçılıkla, kendini başka uluslardan üstün görmekle hiçbir ilgisi yok ki. Tabii kendini üstün ırk olarak görenlerin de kendilerini milliyetçi olarak tanımlamaları yüzünden birçok kişi sessiz kalmayı tercih ediyor. Ama anketler gerçeği ortaya çıkarıyor. Batı medyasında milliyetçiliğin yükseldiği Türkiye’de, AB düşmanlığının arttığı yolunda haberler yoğunlaşmaya başladı. Türkiye kökenli yorumcuların neler söylediklerini tahmin edebilirsiniz. Malum nakarat. Askerin ve AB karşıtlarının milliyetçiliği körüklediğini geveleyip duruyorlar. Oysa sağduyulu yabancı yorumcular, hatta poli PENCERE Paralanmak!.. abah telefonda Mustafa Balbay’la konuşuyoruz... Gazetelere şöyle bir göz attıktan sonra edindiğim ilk izlenimi üç sözcükle vurguladım: Bizim medyanın çok satışlı gazetelerinde amaç: Para.. para.. para... Balbay: Abi, dedi, medya paralanıyor... Karşılıklı birer kahkaha attık!.. ? Çoğu çok satışlı ceridemizin paradan gayrı bir davası yok!.. Para için paralanıyor medyamız... Peki, paralanmak ne demek?.. En başta iki anlamı var: 1) “Paralanmak” meteliğe kurşun atarken eline çok para geçmesi anlamına gelebilir... Medyamız bunun için birebir... Çoğu çok satışlı gazete “kazanmak, ticaret, vurgun, çıkar” için silah gibi kullanılıyor... 2) Ama bir de özgürlük, laiklik, demokrasi, bağımsızlık, insan hakları, sosyal adalet amaçları yolunda çabalamak, özveri göstermek, didinmek anlamında “paralanmak” var... Medyamız, sözcüğün birinci anlamında paralanıyor; ama, ikinci anlamında paralanmak hak getire... ? Türkiye’de medya bugüne dek ikiye ayrılıyordu; birinci grupta tarikatçılığa dayanan dinci egemenliği geçerliydi... “Dinci medya” deyip geçmeyin!.. Yalnız Fethullahçı gazeteler her gün 1.5 milyon gazeteyi bedava dağıtıyorlar... Dünya çapında ilginç ve çarpıcı sayılacak bir olay bu... Para.. para.. para!.. Para sebil gibi... Ne paradır bu?.. Bu medyada değirmenin suyu nereden geliyor, nereye gidiyor?.. Dinci medya nasıl paralanıyor?.. Sorunun yanıtı meçhul!.. ? 1 Nisan’a kadar dinci grubun dışındaki medyada üç grup vardı: Doğan Grubu.. Sabah Grubu.. Akşam Grubu.. İktidar 1 Nisan şakası yapar gibi pazar günü Sabah Grubu’na el koydu... Bu grupta 1 milyonu aşkın satışlı gazeteler.. Dergiler.. Radyolar.. Ve televizyon kanalları vardı... ? 1 Nisan’dan sonra demek ki yeni bir grup oluştu... Ki adına “Devlet grubu, hükümet grubu, iktidar grubu” denebilir... Biliyorum, şimdi soracaksınız: Cumhuriyet bu medyanın neresinde?.. Ne içinde.. Ne dışında.. Gazetemizin halini ne siz sorun, ne biz söyleyelim; Cumhuriyet’in varoluşu kendine özgüdür... Bildiğiniz gibi Cumhuriyet ne bir gruba dahildir ne de sermaye gazetesidir... Cumhuriyet, sözcüğün birinci anlamında paralanamaz... Ancak ikinci anlamında paralanır!.. S M Osman İKİZ tikacılar, Brüksel’in itici politikalarının tepki yaratabileceğine öteden beri dikkat çekmekteydiler. Liberal Türk yazarlarıyla akademisyenleri arasında bu sağduyulu yaklaşımı gösterenlerin sayısı ne yazık ki çok fazla değil. Liberal olmak, ülkesinin çıkarlarını göz ardı etmek değildir. Batı ülkelerinde, liberali de, sağcısı da, solcusu da, ideolojik mücadele içinde olsalar bile ulusal çıkarlar konusunda birbirlerine ters düşmezler. Bu anlayış dış ekonomik ilişkilerde de, politikada da geçerlidir. Örneğin AB’nin gelecekte alacağı biçim konuşuluyor, ama ulusal devlet ortadan kalkmış gibi davranılmıyor. Bizdeyse neredeyse haraç mezat. Bir akademisyen, faşizm tehlikesine işaret etmiş. Türkiye’de 1920 Almanya’sının atmosferi varmış. 1919’daki Osmanlı’nın dönemi de diyebilirdi. Niçin Almanya benzetmesini yaptı acaba? Naziler ve tarihin kara lekesi Hitler çağrışımı tabii ki bayağı sarsıcı. Üstelik “Kavgam” da on binlerce sattığına göre değerlendirme yerine oturuyor gibi. Türkiye ile 1920 Almanya’sı arasında paralellik kurulabilir elbette. Birinci Dünya Savaşı’nın yenik devleti Almanya, 1919’da imzalanan, 1920’de yürürlüğe giren Versay Barış Antlaşması’nın yaptırımları altında kıvranıyordu. Bismarck Almanya’sı dağıtılmış, sınırlar yeniden çizilmişti. Yenik Almanya, müttefiklere on yıl içinde 139 milyar mark savaş tazminatı ödeyecekti. Bu tazminatın bu süre içinde ödenemeyeceğini herkes biliyordu. Müttefikler ödemediği takdirde tekrar Almanya’nın tepesine binmeye hazırdı. Zaten beklendiği gibi de oldu. Fransa borç ödemesindeki aksaklık yüzünden 1923’te Ruhr bölgesini işgal etti. Erkekler çalışma kamplarına alındı. Kadınlar ve çocuklar da ülkelerinde başka bölgelere sürgüne gönderildi. Kadınlar kendilerine yatacak yer ile bir dilim ekmek verecek olana kız çocuklarını teklif edecek kadar aciz durumda kaldı. Alman hükümeti, borçları ödemek için para bastı. Enflasyon ayyuka çıktı. İnsanlar bir torba alışveriş için bir çuval para ödedi. Bu sefaleti yaşayan Almanlar, 1920’li yıllarda İngilizlerle Fransızların alay konusuydu. Aşağılanmışlık duygusu Alman ulusunu ruhen çökertti. Hitler, aşağılanmış Alman ulusunun içindeki öç duygusunu ateşledi. Adolf Hitler işte bu psikolojik ortamın eseridir. Bugünün Türkiye’si ile 1920’lerin Almanya’sı arasında kurulacak paralellik sadece kabaran milliyetçilikle kalmamalı. Türklere reva görülen davranışlar, IMF bürokratlarının, AB politikacılarının aşağılama düzeyindeki üsluplarıyla tablo daha iyi ortaya çıkabilir. AB, Kıbrıs Rum kesimini, uyarıldığı halde meydan okurcasına, bile bile tam üye yapmadı mı? Şimdi “Kıbrıs Rum kesimini tam üye yapmakla hata ettik” diye Türklerin gönlünü kazanmaya çalışan Avrupalı politikacının samimiyetine kim inanır... Ekonomi IMF mengenesinde. Talancılar, Türkiye’nin kalkınmasına katkıda bulunacak küresel aktörler olarak sunuluyor. Kaç tanesi fabrika açtı? Ne kadar istihdam yarattı, soran yok. Yeraltı zenginlikleri kimlere peşkeş çekiliyor, anlaşmalarda neler yazılı, irdeleyen var mı? Bu millet Düyunu Umumiye’yi gördü. Bugün modern versiyonu vizyonda. Tehlikenin farkında mısınız? Türkiye’de ürkütücü buldukları milliyetçilik kabardıysa liberaller hiç şikâyet etmesin. KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK behicak?yahoo.com.tr Ahmet Hâşim ve ‘donakalmak’ üzerine Şubat 2007 tarihli Cumhuriyet Hafta’da yayımlanan, Sayın Osman Çutsay’ın Beatrix Caner Hanım’la, Ahmet Hâşim üzerine gerçekleştirdiği söyleşi beni geçmiş yıllara alıp götürdü. Hem yüksek öğrenimimi hem de “genel cerrahi” ihtisasımı tamamladığım İstanbul yıllarıma... O yıllarda yolum Sirkeci’ye düştüğünde, çoğu kez “Babı âli” yokuşunu tırmanmayı göze alır, Ankara Caddesi’ndeki sağlısollu kitapçı dükkânlarının vitrinlerini seyrederdim. Her zaman satın alamasam da seyri bile hoşuma giderdi kitapların. Bir defasında, arkasında hep siyah giysileri içinde bir hanımın oturduğu Semih Lütfü Kitabevi’nin vitrininde gözüme çarpan bir kitabı, paraya kıyıp almıştım: Kapağında “Ahmet Hâşim’in Bütün Şiirleri” yazan kitabı. Kitabın başında, Hâşim’le Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun birbirine yazdıkları iki mektup da vardı. Her okuyuşumda, ilk defa okuyormuş gibi haz duyduğum, edebiyatımızın o nefis örnekleri, ne yazık ki, ait oldukları kuşakla birlikte tarih oldular. Aradan elli yılı aşan bir zaman geçti. Hâşim’in mektubundan bir cümle hâlâ belleğimdedir: Mektupların içeriği, “şiirde mânâ aramak” üzerineydi. Ve şöyle yazmıştı Hâşim: “Mâna aramak için şiirin karnını deşmek, terennümü ile sıcak yaz gecelerini ra’şelere boğan hakir kuşu eti için öldürmeye benzer.” Şiirde kalıplaşmış bir anlam olmaz, herkes kendine göre bir şeyler algılar. Bu görüşü dillendiren, “El mânâyı şiir fi batnı şâir” (şiirin anlamı şâirin karnındadır) sözünü, ilk kez Türkçe ho 23 Ali AKTAŞ camız merhum Ethem Ongun’dan duyduğumda ortaokulun son sınıfındaydım. Ahmet Hâşim’in şiirde sembolizmin Türk Edebiyatı’ndaki temsilcisi olduğunu da o yıllarda öğrendiydik. Buna örnek olarak da okuma kitabımızda şâirin “ Piyale”si verilmişti. Eğer belleğim doğru zaptetti ise şöyleydi: Piyale Zannetme ki, güldür ne de lâle Âteş doludur tutma yanarsın Karşında şu gülgun piyale İçmişti Fuzuli bu alevden Düşmüştü bu iksîr ile Mecnun Şî’rin sana anlattığı hale. İzin verilirse yeni kuşak okuyucular için biraz ukalâlık edeyim. “Piyale” Farsça isim. Kadeh, şarap bardağı anlamına geliyor. Şarap dolu kadehi lâle ya da güle benzetiyor şâir. İçindeki de “aşk iksîri”. Fuzuli bu alevden içmiş, Mecnun bu yüzden dağlara düşmüştü demek istiyor. Ahmet Hâşim için “akşam şâiri” de denir. Çoğu şiirlerinde akşamı terennüm ettiğinden... Örneğin “Merdiven” şî’rini “Bu bir lisanı hafidir ki ruha dolmakta / Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta” ve “ Göl”ünü de “Akşam yine akşam,yine akşam / Bir sırma kemerdir suya baksam / Akşam yine akşam yine akşam / Göllerde bu dem bir kamış olsam” diye bitirir. Hâşim şiirlerinde genellikle hüznü terennüm eder. Buna neden olarak da, Bağdat doğumlu, Arap kö kenli şairimizin çirkinlik kompleksi gösterilir. Esmer teni, yüzündeki “şark çıbanı” nedbesi nedeniyle, aynadaki aksiyle barışamadığı anlaşılıyor. Her ne kadar “Hüznü zevk etmededir âlemde hüner” denmişse de Hâşim bu hüneri gösteremeyip, “Melâli anlamayan nesle aşina değiliz” söylemiyle “melâl”e yenilgiyi teslim edecektir. Hâşim’in çirkinlik kompleksi üzerine Mine Ungan’ın “Bir Dinozorun Anıları” yapıtında da bir anekdot bulunuyor. Babası da bir edebiyat adamı olan Ungan “evimize sık sık Yahya Kemal’le Ahmet Hâşim de gelirdi. Bir gün salonda babamla Yahya Kemal’in resimleri arasında kendi resmini de görünce, ‘çirkinliğimi yüzüme vurmak için mi iki yakışıklı adamın arasına resmimi astınız?’ dedi bir daha evimize gelmedi” diye yazmış. Orta öğrenimimde ve üniversite “muafiyet sınavında” yabancı dil sorunum olmamıştı. Buna karşın kendimi ifade edecek, okuduğumu anlayabilecek yabancı dil becerim olamadı. “Yabancı bir dil konuşulduğu yerde öğrenilir” söyleminin de etkisiyle, uzmanlık öğrenimim sırasında Almanca kursuna gidiyordum. O dönemde tek olanak Almanya idi. Kursun öğretmeni, bir vatandaşımızın peşine takılıp İstanbul’a gelmiş genç bir Alman hanımıydı. Türkçeyi hemen hemen aksansız konuşabiliyordu. Arada bir, bizleri dinlendirmek için, yaşamından kesitler anlatırdı. Bir kere sinde, o günlerde okuduğu, Sayın Çutsay’la Beatrix Hanım’ın üzerinde söyleştikleri, Hâşim’in “Frankfurt Seyahatnamesi”nden onu çok etkileyen bir bölümü aktarmıştı. Ahmet Hâşim, Frankfurt’ta tedavi gördüğü hastanede, sağlık yardımı veren hemşireye “Seni İstanbul’a götüreyim” demiş. O anda olumlu ya da olumsuz bir yanıt vermeyen kızcağız, bir hafta sonra Hâşim’e “Ailem izin verdi, sizinle İstanbul’a gelebilirim” dediğinde şâirimiz, “Ben yaptığım boşboğazlığı çoktan unutmuştum, donakaldım!” diye yazacaktır. Kibar ve sempatik kurs öğretmenimizi etkileyen “donakaldım” sözcüğüydü. “Almancada bir tek sözcükle bu kadar çok şeyin anlatılabildiği bir form bulunmuyor” diyerek Türkçenin anlatım gücünü övmüştü. Sayın Osman Çutsay’a telefonda yukarıdaki anılarımdan söz ettiğimde, “Bunları yazın da gazetede yayımlayalım” önerisinde bulunmuştu. Bir olumsuzluk yüzünden yazıyı göndermekte geç kaldım. Bu arada Sayın Nevzat Yalçın’ın yazısını okuduktan sonra da gönderip göndermemekte tereddüde düştüm. Nedeni, bir profesyonelin ardından okuyucuya kabak tadı verme endişemdi... Oysa ben bu konularda amatör bile sayılmazdım. Verilmiş bir sözü yerine getirmiş olmak için gene de bir şeyler karaladım. Bakarsın “zurna peşrevi” sayanlar çıkar... Bahtımıza diyelim! CUMHURİYET 02 CMYK